Ünye´de GECENİN RENGİ


                Aşikârdan saklı olana; insana, hayata ve şehre dair… 

           Gün, şehrin kirlenmişliğinden kaçarcasına, Şeyh Yunus türbesinin aşağısında Çakırtepe üzerinden süzülerek ve Ünye Kale’sinde solgun bir iz bırakarak çekildi semadan.

           Gecenin gizli saltanatı başlamadan, akşamın karanlık silueti sokakları kolaçan ederek sızdı şehrin hücrelerine. İnsanlar bir evleri olduğunu birden hatırlamışçasına, gecikmişlik telaşıyla boşaltırken sokakları, birkaç güvercin çatıları kollayarak uçtular. Kararan dev gölgelere benzeyen apartmanlarda peş peşe ışıklar yandı; sonra çekildi perdeler. Perdeler her yerdeler; gizlemeyen bilakis ifşa eden perdeler…

            Köşebaşındaki sokak lambası loş ışıkları ile bir tarafı aydınlatırken, diğer tarafın karanlığını çoğaltıyordu. Asırlık Saray Camiinden çıkan bir ihtiyar mütevazı adımlarla meydandaki ulu çınara doğru uzaklaşırken, şadırvana bir genç yaklaşıyordu. Tabakhane Deresi’nin denizle vuslatına tanıklık eden köprüden itibaren, deniz kenarında denizi görmeden, kendi dünyalarında sahil boyunca yürüyenler vardı. Çay bahçesinde köşedeki masada yalnız bir adam dergi okuyordu. Bir gurup genç, ellerinde cep telefonu, laubali şakalaşıyordu. Sanki Cengiz Aytmatov’un romanından kaçan mankurt sahilde, meydanda, sokakta anadiline küsmüş tabelaların altında dolaşıyordu! Ve şehir akşama, akşam geceye yaslanıyordu…

            Sokaklar giderek tenhalaştı. Kaldırımlar şairini, şair kaldırımları unutmuştu. Kuytuda bir köpek çöp bidonunu devirirken, bir kedi canhıraş kaçtı. Arastada çay ocağından bir şair uzaklaştı. Ay buluta yaklaştı. Deniz sahile taştı; bir adam yakamozlanarak ıslandı, ayyaştı. Bir mutfakta süt taştı; bir adamda sabır; bir sözden mânâ…

            Gecenin nabzı sükûtta atarken, bir anne bebeğini uyutuyordu. Bir baba, bir çocuğun yüreğini tutuyordu. Bir dost, bir dostu avutuyordu… Öğrenci yurdunun gurbet kokan odasında bir genç kitabını açarken, bir başkası yorgun, uykuya sığınarak gözlerini kapatıyordu.

            …

            Ve gece…
            “Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim
               Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları

mısralarında saklı anlamın, şiirin mekânı gece. Bir yüreğin kendisiyle baş başa kalması, idrakin deli gömleğini giymesine ramak kala teslim olması, aynalardan kaçan suretin kendisine yakalanmasının vakti, gece. Şehir bir örtüye sarınır gibi geceye saklanırken, insan maskelerinden soyunuyordu. Şairin:

           “binlerce maskem var
           çıkarmaya korktuğum 
              ve hiçbirisi ben değilim!

mısraları, gündüzde ve kalabalıkta bir anlam ifade ediyordu. İnsanın kendisiyle karşılaştığı, yüzleştiği sancılı bir zamandı gece. Her ne kadar ‘karanlık kovulmaz düşüncelerden’ mısraına yataklık etse de, gecenin aydınlığı aşikârdı.

           “Gece ki ruhumun ışığı, nur;
           Karanlık, akşamla kaldı gündüzde.
           Ben hergece bulurum gerçek huzuru”          
           …
         
Kamer şak olduğu geceyi arıyordu; şiir şairini. Rayiha gülle gitmişti mavera ülkesine; söz manayla, Leyla Mecnunla… Kalan sükûttu ki, hüzündü gecenin diğer bir yüzü. Gece Şeb-i Yelda idi; söz imsakta, vaat misakta idi. Gece iki heceye, ben geceye gizlenmiştim. İki koldan izlenmiştim. Şafağı ve sabahı muştulayan bir ses, alâmet yoktu. Nefes alıp vermekteydi zaman; uyumak ölümdü; değil mi ki uyku ölümün kardeşiydi. bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz…”

          Gün geceyle örtülü, doğru yalanla kuşatılmıştı. Sükûtun rengi, sesin ahengi ve sözün de dengi vardı. Bir yerlerde Sakarya yüzüstü akarken, Dicle Fırat’a bakıyor, karanın denize at sürdüğü Burunucu’nda gece feneri çakıyordu. Kadılar Yokuşunda ihtişamla uyuyan ve o rüyadan hâlâ uyanamamış tarihî ev, bozgunda fetih rüyası görüyordu. Rüyada hattat Mustafa Râkım Efendi Celî Sülüs gülüyordu. Eski bir bey konağında örümcek ağ örüyordu. Acısu çeşmesinden su akıyor, bir meczup dalgın karanlığa bakıyordu. Bir adam, yüzünü kitaplara döndüğü odasında, günlüğüne not düşüyordu: “Kendimi, yıllardır mesleğimin ve adına yaşamak denilen günlük alışkanlıklarımın içinde sakladım! O kadar gizlendim ki, kendimi orada unuttuğumu fark ettiğimde artık kendim değildim…”  Niksar caddesinden egzozu patlak bir araba geçti. Her şey geçip gidiyor, yine de bir şeyler kalıyordu; belki eksiliyordu, ama kalıyordu.

          O zaman, iki sözle düğümleyelim yazıyı: ‘gamım gitmez nedendir?’

            İsa YAR

*sükût dergisi 4. sayı (Ekim 2006)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir