Has okur’a mektuplar…


has okura / 20 Temmuz 2011

Öylesine,
içimden geldi, içimden geldiği gibi yazıyorum.
odamdayım, tekrarlanan gündelik faaliyetler arasında kendimdeyim.
fonda sanat müziğimizin taksim-fasıl ve güzide seçme eserlerinin icrası; “vücud ikliminin sultanısın sen/efendim derdimin dermanısın sen/bu cism-i nâtüvanın cânısın sen”..
hava güzel (neye göre güzel, güzellik havada başka, yüzde başka, ruh’da başka mıdır)
pencereden bakınca beton yapıları ıskalayarak karşı tepelere nazar ediyorum; dağlar yeşil, bulutlar gri-beyaz, gök kurşunî-açık mavi…
okaliptus ağacından bir serçe havalanıyor. bu ağacın okaliptus olduğunu ve bataklık kuruttuğunu kaç kişi biliyor; hem kim dikmiş bu ağaçları; at kestanelerini kesen, çınarları ihmal eden belediyenin gözünden kaçmış olmalı!
denizi göremiyorum buradan; zaten içimin denizini tanıyalı başka deniz de görmek istemiyorum.
şiirden bir müddettir uzak düştüm, yeni yazılar da kaleme almıyorum. içimde biriksin istiyorum.
biliyorum ki birikince içimde ve taşıyamaz olunca yazıyorum; sancılı bir sürecin çizgi gibi uzayan sızısında. içim acımadan kaleme/dilime gelmiyor kelimeler. ah kelimelerim…
neşveyi pek tutmam içimde; içimde neşve tutunacak yer bulamaz, iğretidir misafirliği, yüz vermem, sırnaşıklık edemez, kalamaz yanımda fazla ve geldiği gibi gider. Oysa hüzün baş köşeye yerleşir, rahattır, memnundur mihmandarından, söyleşiriz hüzünle; anlar şiirden ve sükûttan.

festival’in sanatçı/eğlence boyutu iptal edildi. ne garip; zaten olmaması gereken bir şeyin iptaline seviniyoruz. olması gereken/yüksek fikir ve derin gönül olması gerektiği yerde olmayınca, şeytanı meydandan uzak tutsan ne olur ki. o zaten insancıklarla kolkola kaldırımda, sahilde, her yerde…
hayatı çok daha derin ve iç dünyada yaşamak mümkünken, yaşar gibi yapmak ne kadar saçma. bize ne kadar saçma bir hayat yaşatıyorlar.
geçen gün, çocuklar: “baba, bizi denize götürür müsün” dediler. “hazırlanın öyleyse” dedim; limanın ötesinde tenhamıza gittik. sevindiler tabi, sevinçlerine tebessümle eşlik ettim ve su da güzeldi, yüzdük… ve bir taşa oturup denizi seyrettim. düşünceye benziyordu deniz! sığ-derin, berrak-bulanık, kıyısı-ufku, derin dip dalgası-kıyıda sığ çırpıntılar, sığda tezat-açıkta dinlenen vuslat…

çay içiyorum

(Bizim yaptığımız “bu gürültülü dünyadan kitapların asude inzivasına iltica etmek”.

Oradan yazarak varlığımızdan haber vermek.)


Has Okurdan: 17/5/2010
“bir mekanım da oldu burada odam, masam, kitaplarım, süs Fillerim-çok dikkatimi çekiyor Filler-, pinokyom…
Katre-i Matem’i bitiremedim az kaldı ama… okuyanların yorumlarını almak istiyorum nasıl buldular acaba? siz okudunuz mu?
Babilde ölüm istanbulda aşk’ı aldım ,bir de Divan Edebiyatı Ansiklopedi Sözlüğünü satın aldım. buradaki kütüphaneyi ziyaret ettim… güzel buldum…
bu sefer torul üzerinden geldik, özel araçla geldiğimiz için… bir de eski ordu yolundan geldik… eski yol çok güzel… yolları kısaltırken güzellikleri de bıraktık arkada…”
Has okura: 19/5/2010
Herşeyi ne güzel özetlemişsin…
Keşke ben de herşeyi ama herşeyi böyle özetleyebilsem, tanımlasam ve bu böyledir, budur diyebilseydim; lakin biliyoruz ki herşey bir bütünün parçaları ve parça bütünün habercisi; bir şeyi tüketmek ya da mesela taşımak veya çözmek için parçalara ayırmak, sıralamak, öncelemek ve ertelemek metoddur. Bu bizim elimizde olan ya da elimizden gelen bir şeydir ve fakat irademiz/isteğimiz dışında gelişen parçalanmışlıkları toplamak, derc eylemek, tasnif etmek mümkün olsa da yorucu, yıpratıcı ve o kadar da zevksiz; oysa biliyoruz ki buna hayat deniyor…
 
Böyle bir dibaceyle kelama (mektuba mı demeliydim) başlamamın esbab-ı mucibesi (lügata başvur; almışsın ya) parmaklarımı klavye üzerinde zihnimin akışına bırakmaktan neşet etmektedir. Sâdır olan satırlar iç denizimden bir kaç damla mesabesindedir, yani…
 
Odanın olması çok güzel; kütüphane, kitaplar zaten senin arka bahçen…
Torul üzerinden çok yıllar önce bir yolculuk da ben yapmıştım. O zaman güzelliklerin içinden yol geçiyordu; şimdi yolun içinden makineler…
 
Gündem, gündemim değil desem şaşırır mısın? Kendi gündemini hiç bir zaman aşamamış bir adamım ve bu bi-çare hal yani nâçar durum şiir iklimini besliyor…  
Katre-i matem’i okumadım ama evde var, kitap hakkında yazı okudum. İskender Pala okunulacak bir kalemdir…
İçimde yazılar birikiyor, kalemden kağıda dökmeden, başkalaşıyor, gelişiyor ve böyle sürüp gidiyor..

Has Okurdan: 20/5/2010
“her bir cümleniz için söylenebilecek çok şey var… bakalım ne kadarını aktarabileceğim.. özellikle cevap yazmadım hemen düşünmek istedim… öyle cümleler var ki içersinde okyanus misali büyük bi o kadar derin…
kelimeleriniz bugünün türkçesinde yer almayan ama çok daha güzel kelimeler…

özetlemek…
özetleyememekten, tanımlayamamaktan ve bu böyledir’i bu budur’u diyememekten değildir buradaki keşkeniz… keşkenizi daha büyük daha derin daha zor’u kapsıyor diye düşünüyorum… bu keşke beni düşündürmüştü…

Birikmişliğiniz… bakalım sizi hangi merhaleye getirecek…
yükünüz ağır İsa abi… üstesinden gelebilecek kadar da yüreğiniz var…
yazarlık hususunda düşündüğüm bir şey var ki siz kalıpların insanı değilsiniz ve bir yerlere sürüklenmek ya da bu çarkın içinde yer almak size oldukça zor gelecek diye düşünüyorum. siz şahsınıza münhasır bir insansınız… böylesi bir şahsiyete sahip olan insanların mekanı kendinden başkası değil…
aklım yettiği kadar diyebilirim ki “siz istediğiniz sürece verimli olabilirsiniz…”en azından sizde yaptığınızdan keyif alabilir ya da memnun olabilirsiniz… benim açımdan en doğrusu bu…”
Has okura: 22/5/2010
odamdayım; işyerinde. çay demledim.
dışarısı, dışarıda. binalar, insanlar, yollar, akan trafik, her şey yerli yerinde ya da bir mutadın tekrarında…
değerlendirmeleriniz hoş, yani isabetli ki  ince dikkatlerinizin farkındayım. idrakiniz, kavrayışınız fevkalade.
kelimelerim… halis türkçe; arapça tesmiye ettiğiniz kelimeler osmanlıca yani türkçe ve zaten osmanlıca diye bir lisan yok. belki yazı dili…
keşke!
keşkenin telafisi yok; varsa da keşkeden sonra nihayetinde sadece telafidir.
keşkenin olumlu yanı geleceğe bakan yüzüdür ki gelecek zaten kendi doluluğuyla gelir, telafiye imkan tanımaz. belki ders…

zor beğenmeye başlamışsınız; bu iyi: aramıza hoşgeldin…

“böylesi bir şahsiyete sahip olan insanların mekanı kendinden başkası değil…” diyorsunuz. insanın kendinde olması, mekanında olmasıdır diyebiliriz buna. kendinde olmak iyidir ve fakat insan bazen kendinden çıkmak, uzaklaşmak istemiyor da değil; bu mümkün olsa da yine kendine dönüyor tabi. dönebilmesi için kendini bilmesi, tanıması lazım ki bu da kendiliğinden olmuyor: kitabî malumatdan çok tecrübî bilgiyle yani yaşanmışlıkla mümkün. yaşanmışlık dikenle tanışmaktır ve o zaman gül bilinir.

mezkur yazıda bahsettiğim gibi “oblomov” adlı kitabı okuyordum, bitirdim. roman, yaşanmış, yaşanabilir, mümkün bir hayatı, hikayeyi belli karakterlerin müşahhasında resmeden muhayyile mahsulü eserdir elbette ve fakat okuduğum her romanda (seçiciyimdir, kolay beğenmem) dikkatimi çeken bölümler, tasvirler, hayatla örtüşen realiteler bulduğum olmuştur, ancak pek az roman bende ciddi ilgi uyandırmıştır. bu manada “oblomov”u beğendim. Bazen oblomov benim dedim; değilim tabi. hikayesi (romanı okuduğun zaman anlatmam daha iyi) mekan ve zaman olarak farklı olsa da benzeyen yanım çok. yetişme tarzımızda bile (ki “oblomovluk” burada başlıyor) aynilik var. anlatmayacağım, şu kadarını ifade edeyim, iç dünyasında alabildiğine hür ve his dünyası dalgalı ben, çocukluğu dahil özellikle delikanlılığında beyzade gibi yetiştirildim, ve fakat konumu ne olursa olsun memurluk bu tarza uymadı çünkü başına buyruk, kendiliğinden, doğal bir akışa meyyal ruhum kalıplara sığmadı, sığmıyor. ve modern şehir hayatının, modernitenin bizi mahkum ettiği hayat tarzı bana göre değil. planlanmış, kurgulanmış bir hayat. bana göre olmayan bu hayatı kimseye, çocuklarım dahil dayatmadım. ama bu hayat bize dayatıldı çünkü herkes böyle yaşıyordu… neyse
“şu andan hiç bir  memnun olmadığını” yazıyorsun; memnun olsan şaşardım. farkındalığın olmasa böyle düşüncelerin olmazdı ki zaten o zaman yazdıkların da olmazdı ve şu anda okudukların da… 
bizi yani ruhumuzu müslümanca yaşamak tatmin eder. zaten hayatın gayesi de budur. yani insanca yaşamak. biz acılardan, sıkıntılardan kısaca varolmaktan şikayetçi değiliz; bütün bunlar bizi insan yapıyor, Allahu teala sevdiğine sıkıntılar verir, kıymetini bilmek lazım…

Has Okurdan: 20/5/2010
“ben de odamdayım…tatil günümü değerlendirmeye çalışıyorum; yazacaklarımı yazarak,notlar alarak,okuyarak…
oblomovluk bahsini özellikle yazmadım emin olamadım…kısa bir kitap okumuştum elvada oblomov’du sanırım; o mu değil mi diye düşünüyordum..
ama sizin okuduğunuz romanmış… siz de “romanı okuduğun zaman” deyince emin oldum…
kelime manasına yeniden baktım… tembellik… ilk aklıma geleni söylim ki bu kitabı seçerek okuyan sizi de az çok tanıdığım için…
ben boşvermişlik kısmında aynilik bulduğunuzu düşünüyorum… bu boşvermişliğin de en çok dış etkene bağlı olduğunu düşünüyorum…
salı vermek desek çünkü baktık ki çare yok napıyor insan salı veriyor artık; böyle bir şey. …”
Has okura: 22/5/2010
doğru tespit: oblomovluk değil, boşvermişlik, salıvermek, yani atalet…

öğleden evvel güneşin tebessümü vardı havada; öğleden sonra değişti; Betül’ün ifadesiyle “gök gürültüyor” ve yağmur… “bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince/çisil çisil yağan bu yağmur/ bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince/ aynalar yüzümü tanımaz olur” NFK…
Dışarıda yağmur,/ İçimde sızım./ Ben,/ Boğazlanmış bir adam!/ ve odam…/ 10.11.1982/Büyükağız”

şu eski şiirlerim de gösteriyor ki ruh hep aynı…
çocukluğumuz hayatımızı çok belirleyici kılıyor, çocukluk belki hayatımızın rüyasını teşkil ediyor… nerede geçerse geçsin, bir hafıza oluyor… mesela köye gittiğimde o hafıza canlanır, farkında olmadan beni kuşatır, o çocuk gözüyle severim ben köyü ve bilirim ki benim artık o ben olmadığım gibi köy de o köy değildir; aslında köy fazla değişmemiştir: o taflan agacı yine öyle duruyordur ve yanında dut ağacı da… askerden geldikten sonra atama beklediğim günlerde o ağacın altında (evin harmanında, denize bakan ve ırmağın göründüğü mekan) çaydanlık, kitaplarım, defterim ve kalem ile meşgul ya da bir fikrin çıkmazında, bir mısranın peşinde bahtiyar ama hüzünlü… hüzün ki öyle acı, buruk bir şey değil; bilakis rafine bir haz, şairane yaşama sevinci, galiba güçlü bir varolma idrakiyle mevcuttu. şimdi yine orası mevcut ve yine orada çay, kitap, kağıt, kalem ve ben de mevcut olsam bile  ben, o ben değilim; o beni de kapsayan daha fazla bir şey… ve fakat eksilen bir şeyler ya da bir yerlere saklanmış, o çocuksu saflığı görmeden kendini göstermeyen bir şey… demem o ki ben zamanı ve mekanı içimde yaşarken, dışımdaki mekana ve zamana bigane kalabiliyorum. bu biganelik olmasa o iç belde ihmal olacak; dış mekan hayatın sureta aktığı, belki donup kaldığı, kendini tekrarlayarak çoraklaşan bir vasattır. oysa iç mekan ne kadar geniş, ferah ve zengin… 
 
böyle şeyler yazan, düşünen; işte böyle  kendi inşa ettiği bir dünyada yaşayan adam, herkesten ayrılır. ama herkese söyleyecek şeyleri de olur…
ne diyordum; yağmur devam ediyor; etsin.

“küçük şeyler” mühim!
acı ne kadar büyük olsada (paylaşmasa da) insan dayanır, kaldı ki (dediğin gibi) dağına göre kar… ve fakat sevinçler öyle mi? insan büyük sevinçleri kaldıramaz belki ve onun için küçük şeylere dağıtılmıştır. küçük şeylerle mutlu olunur, değil mi? anlamını dahil ettikmi küçük şeyler ne kadar da büyük…
bir yemeğe az da olsa yeterince tuz katılmadığı zaman ne tatsız olur, oysa tuz saf olarak yenmez. acılar tuz mesabesinde, onu nasıl bünyemize aldığımız önemli, su böreğiyle alınan tuzu hissetmeyiz, lezzet alırız  ama vücut tuz ihtiyacını karşılamış olur. Ben aşçılıktan anlamam, tuzu şiirlerimde ve yazılarımda kullanıyorum; biraz gözyaşına benzemesi ondandır..

 ./..

Has Okurdan: 1/6/2010

sabahtır çok dinlememek kaydıyla dinledim saldırıyı…

sabah bi ara size sormak istedim..
Has okura: 2/6/2010
Önce bir şeyler yazmayı düşündüm; sonra, yazmayı düşündüğüm şeylerin, öyle herhangi bir “şey” olamayacağını gördüm. Yazacağım kimsenin siz olduğunu da düşündüm, bu mevzunun/sorduğunuz hususun tarihi bir süreci olduğunu, saatlerce konuşulacak bir yoruma muhtaç olduğunu düşündüm..
yani demem o ki:
bu yara yeni değil.
bu yara elin değil.
bu yara hep kanayan ve bünyemizde,
bu yara bizim.
 
bu bünye,
bütün uzuvları birbirine yabancılaşmış, mefluç olmuş gibi irtibatı kopuk bünye; unutmuş bir yarası olduğunu. göz, ayağındaki yarayı başka bedende zannediyor,
celladına aşık kalp!
format tutmasa da formatlanmış zihin.
cemil meriç ve diğer kalemleri dönüp tekrar okumalı..
bu yara bizim.
ama biz kendimize yar değiliz.
bu sebeple, uzun  konuşulacak bir mevzu.
tarih yapan bir millet, zamanı gelince, mankurtlaşmaktan kurtulunca, kendisi olunca tekrar, tarih onu, o tarihi yazacaktır…
“örovizyonda” 2. olan biz miyiz? 
o “manga”nın, çanakkalede manga ile bir alakası kalmış mıdır.
asyadan bir kısrak başı gibi uzanan şu anadoluda “marmara gemisi”nde gibi değil miyiz zaten.
Akdeniz Barbarosunu unuttu, torunları Barbarosu…
 
yaz geldi,
ülkemin en küçük kasabasında dahi belediyeler festivallere hazırlanıyor; tavernalarda sözüm ona sanatçılar da meydanlara..
meydanında yığın gezen şehirler zaten kaybedilmiş bir kültür savaşının “şhowroom”u değil mi…
elbette bu fetret biter,
oğuz nesli hafızasını geri çağırır
ya da aşık olduğu cellat ecelinden ölür…
umut hep vardır
olmak zorunda
olmalı…
yoksa ben bü dünyayı sırtımda niye taşıyayım ki…
atarım üzerimden, ya da çıkarım dünyadan…

 ./..

Hayatın İçinden…


Yazarlık, Oblomovluk, Betül…

 

Küçük kızım Betül henüz ilköğretim birinci sınıf öğrencisi. Bir gün, “Okuyup, büyüyünce ne olacaksın” sorusuna muhatap olunca çocuk safiyetiyle verdiği cevap ailede hepimizi tebessüm ettirmişti: “-Yazar olacağım; kız yazar.”  

Geçen gün çalışma odamda dolanırken “-Baba, artık yazmıyorsun” demesin mi? Gözlemi beni  şaşırttı ve sordum: “-Nasıl yani!” Duraksamadan cevapladı: “-Ben de yazar olacağım ya, ne evde ne burada yazdığını artık göremiyorum… Ben zaten yazar olmaktan vazgeçtim, öğretmen olacağım, belki doktor olurum…” Çocukları seviyorum; öylesine kirlenmiş bir çağda yaşıyoruz ki neredeyse bu dünyada konuşulası bir onlar kaldı…

Elimde İvan Gonçarov’un “Oblomov” romanı var; 1891’de ölen Rus yazarın meşhur eseri. Beş yıl önce de Nihat Dağlı’nın “elveda oblomov” isimli deneme kitabını okumuştum. Schopenhauer’in (ölümü 1860) “okumak, yazmak ve yaşamak üzerine” adlı eserini ise Ahmet Aydoğan’ın nefis çevirisinden okuyalı bir ay olmadı. Masamın üzerinde az edebiyat, berceste, bizim külliye, Türk Edebiyatı, yedi İklim, somuncubaba, ayvakti, yolcu, kültür, yakamoz dergileri… Kitaplar, kalem, kâğıt…  ve Betül’ün sesi: “baba, artık yazmıyorsun…”

Kim demiş yazmıyorum diye! İçimde başlayıp biten yazılar, kimsenin görmediği, okuyamadığı metinler, kelimeler, kelimeler… Bu işte biraz ‘oblomovluk’ var. Delikanlılığında, belki çocukluğunda bile her yere elinde kitapla giden, fındık bahçesinde “dolu sepet, boş çuval” seslerine sırtını dönerek çayıra uzanan, çay içen ve okuduğu kitabın ya da muhayyilesinin mutasavver dünyasında at koşturan birisi, büyüyünce ne olur: muhayyilesinin kurbanı olur. Bu adam okur, hatırı sayılır bir memuriyete intisap eder,  bir gün evlenir, çoluk çocuğa karışır ve aradan yıllar geçmiş olsa da ‘oblomovluk’ yakasını bırakmaz. O doğmadan vefat eden, bu sebeple yüzünü görmediği dedesinin ağa olması, babasının itimat ve imtiyazına mazhariyeti değildir bu tablonun arka yüzü; mizacıdır, iç denizidir, kendisidir.

Evin küçüğü Betül, meslekî unvan sahibi anne babanın sağladığı hâmî ve müşfik aile ortamına mukabil, gelirlerine/emsallerine göre mesela hâlâ ev sahibi olamamalarının sebebini babasının yazarlığında gördüğü için mi kararını değiştirmiş, öğretmen veya doktor olmak istemiştir? Zannetmiyorum. Nereden bilsin ki şiir ikliminde ikamet eden bir babanın çocuğu konformist kazanımlardan mahrumiyete baştan mahkûmdur.

Evet, bu işte bir oblomovluk olmalı; yoksa bir şehirde aynı kiraya denizi ve dağları gören daha ferah evler varken, ondört yıl bir evde kirada oturmak nasıl izah edilebilir. Sevgili Vedat Ali Tok gibi bir dostun: “Şu kitaplarını artık bastır, çok erteledin, (…) yayınevi olabilir” tavsiyesini; bu manada İstanbul’dan ciddi davetler aldığım halde, gitmemeyi ne ile açıklayabilirim.   Hayır, oblomovluk değil; kim bilir belki bir hayal kırılması, bir iç isyan, tavır, çekilme ve sükûta bürünen direniş…

 Betül, farkında olmadan, bir farkındalığı çocukça ifade etti sadece. “Yazar olmak” ki biz buna “şair” olmayı da eklemeliyiz hatta başa almalıyız, istenilecek bir şey değildir çünkü istemekle olunan bir şey değildir. Olunan bir şeydir sadece. Şairlik ayrıca doğuştan bazı özellikleri de muciptir. Eğer bunlar istenilen ve istenildiğinde olunan şeyler olsaydı, istenildiğinde terk edilebilirdi de. Oysa özellikle şairlik, sizi terk etmeden siz onu terk edemezsiniz. Bu iklim meselesidir.  Her iklimin bir coğrafyası ya da her coğrafyanın bir iklimi vardır. İklim değişiklikleri olsa da esas değişmez. Anlaşılan o ki, Betül daha uzun süre kiralık bir evde oturacak; annesi bir ev hayali kurmaya devam edecek. Ve Betül büyüdükçe hayatı hem herkes gibi görecek ve fakat herkes gibi olmayacak; yani karakter olarak ne Oblomov ne de Ştolts; herkes kendisi… Bir başkasına sadece benzeyebiliriz, o kadar.

 

İsa Yar

 

18.05.2010

(devam edecek)

Makas


Ben hazırdım, doğarken mahir ellerinize

Keserek başladınız, bağımı ah! özümden

Elbiseler biçtiniz üzerime, iğreti

Yapıştım, görmediniz, zahir ellerinize…

 

Her biriniz bahçıvan, budayıp sürgünümü

Kestiniz dinlemeden, alındınız sözümden.

Kurtardım saçlarımı dökerek aynanızdan!

Uzattınız bilmeden bu dünya sürgünümü

 

Kesiniz, işte yorgun uzandım masanıza

İşte kalbim kanayan, damla akmaz gözümden

Kasma kendin dediniz, makas dedim, eliniz

Ben eşkıya, ben derviş, sarılın asanıza…

 

Bir yol hikâyesidir yaşamak başka nedir

Bilir beni yolculuk tanır bu yol, yüzümden

Kim döşer bu rayları makasçı, çekil yönden

İstasyon gitmek için, beklemek bahanedir…

 

İsa Yar

 

 

Ünye / 2010

 

 

*Lamure 2010 sayı 9