Berceste_dergisi_Nisan_2012

İsa Yar kitapları hakkında….


 

          Yalnızlık Hüznü

Selim TUNÇBİLEK

            Şiir ciddi, bireysel ve toplumsal acıların sonucunda doğmuştur. Türkçenin ilk şiir örnekleri de bize bunu gösteriyor. Şiir bu kaynaktan dün olduğu gibi bu gün de hiç kopamadı. Şiir, toplumla bağlarını sağlamlaştırarak; bireysel acıları toplumsal zemine çekerek güçlenebilir olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şiir kendine bireysel ve toplumsal konuları, ortak duygu ve anlayış zemini içerisinde konu edindikçe, geniş kitlelerle ilişkisini güçlendirmiştir. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet şiirlerine olan ilgi ve bunun toplum nezdindeki hâlâ canlı duran yankısı, önümüzde güzel bir örnektir. Kişinin açmazlarını ve sıkıntılarını, korkularını, kaygılarını konu edinen şiir; okur düzeyinde ilgiyi kolay kolay kaybetmemektedir. Şiiri kalıcı yapan pek çok yönle birlikte bir diğer yön de budur.

            Hüzün ortak bireysel duyguların başında gelir. Karadeniz coğrafya olarak hüznün sağanak sağanak yaşandığı bir coğrafyadır. Karadeniz insanı duygu sağanaklarının ne olduğunu bilir. İsa Yar, hem Karadenizli ve hem de şair… İnsan, hem Karadenizli hem de şair olunca ‘Hüzün ve Sağanak’ ismini kendini tanımlayan kelimelerin başında görebilir. Şair İsa Yar da tam öyle görmüş ve Şiir Vakti yayınlarından çıkan şiir kitabına isim olarak ‘Hüzün ve Sağanak’ adını seçmiş. Doğru da yapmış. Bu şiir kitabına bu isim başlığı ile üst başlık olarak ‘İçimin Sahilinde’ nitelemesi de tamamlayıcı olmuş.

            İsa Yar, ülkemizde yayınlanan pek çok seçkin edebiyat dergilerinde yıllarca şiirleri ve yazıları yer alan bir yazar ve şair. 1961 yılı Perşembe Okçulu köyünde ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen şair; çeşitli meslek liselerinde eğitim hayatının seçeneklerini denediyse de Sağlık Meslek Lisesini bitirdi. Sağlık memuru olarak çeşitli illerde (Ankara, Adana, Ordu gibi) kamu görevlisi olarak çalıştı. Dar gelirli bütün Anadolu insanı gibi o da bir yandan çalışıp bir yandan yükseköğrenimini tamamlama başarısı gösterdi.

            Akşam vakitlerinin hayatımızdaki görüntüleri şairlere hep ilginç gelmiştir. Ahmet Haşim bu şairlerin başında gelir. Akşam, hüznü içimize bir ışıktan süzerek akıtır. Akşam, yorgunluk ve tükenişin de adıdır denilebilir. Yorgun argın eve dönen insanın akşamın ölgün ışıklarına benzer yönü çoktur. Ümitsizliğin karanlığına doğru çeker bizi akşam. ‘Sahilde Akşam’ şiirinde İsa Yar, Ahmet Haşim’in duygularını sanki bize Yahya Kemal’in sesleriyle aktarır.

Yine bir akşam vakti, deniz ufkunda kuşlar

Sanırsın bir tabloda zamanı dondurmuşlar…

Ne hazin bir tablodur şu akşam vakitleri

Ürpertir bir gönülde kalan son ümitleri…

            Hazan bahçesinde bir garibin efganı gibi görülmesi gereken şiirler değildir bu dizeler. Yalnızlık şiirleri olsa da bu yalnızlık, kişinin içe kapanmasından değil yaşanılan zamanın boğucu ve teknolojik baskının doğal hayata getirdiği çirkinliklerden uzaklaşma isteğinden kaynaklanan yalnızlık hissidir. İsa Yar dizeleri bu çerçevede ‘bir yaralı kalp gibi kanar.’ Çünkü o, ‘kalbinin sırrını’ okumuştur. Onu a’rafta bir münzevi olarak görebiliriz, evet, ama onun yalnızlıkları bir idrak oluşturan yalnızlıktır.

            ‘Dibace’ isimli şiiri kendi hayatının dipnotları gibidir. Yaşamak onun için bir yol hikâyesi ise onun hikâyesini dizelere aktarmanın ustası İsa Yar ve kitabının adı ise ‘Hüzün ve Sağanak’tır. Kimselerin bilmediği içini döker şair bu kitaba. Şiirlerin okura sıcak duygular vermesinin sebebi içten gelen sese yaslanan mısralar olmasındandır. ‘Ben içimde duracağım’ diyen şairi kitabın bütünü bu duygular kuşatır.

            Şairini bir yalnızlık duygusu alırken bütün Karadeniz şehirlerini İsa Yar sessizliği kuşatır. Böyle bir sessizlikle kuşatılınca modernite şaire hem şımarık ve hem de protez bir dolgu gibi gözükür. ‘Protez Orta Çarşı’ şiirinde çizilen tablo bir ressamın fırçalarından çıkmış gibi. ‘Terleyen kaldırımların’ yolcuları kusması, denizin sahile çıkarak saçlarını kurutması, kadılar yokuşunda nefes nefese evlerin durması hep hüzünlü çağrışımlara kapılar aralar.

            Metropol şairin hayatını çalan bir hırsızdır. Bu sebeple hep ‘Dışında bir dünya, içinle çatışmakta…’ İsa Yar’ın kalemi işte bu gerekçelerle iç dünya ile dış dünyanın çatışmasının şiirini yazar hep. İç dünya daha ziyade uhrevi bir sesi bize yansıtırken, dış dünya çağın çirkinliklerinin duyulduğu sese dönüşür. Şair bu durumu ‘Doğumla Başlayan Sancı’ olarak görür ve ‘ben bu hüznü o günlerden kapmışım’ der. Dolayısıyla şair, kendini bir medeniyetin çocuğu olarak görür. Kendi neslini ‘Bahar Gözlü Çocuklar’ olarak nitelerken; o neslin tavrını ‘Kirletilmiş bir çağa isyan gibi aktılar’ mısraı ile de hem çağı ile hesaplaşırken hem de, o neslin aksiyoner tavrını tanımlar. Geçmiş dönemlerin ve kendini ait olarak gördüğü medeniyetin altın çağlarına, özlem dolu hayıflanmalarla göndermelerde bulunur. Oradan kalma sessiz kültürel dokuyu ‘sükûtum ihtişamımdır’ diye özetler. Zaman zaman mimari özelliklerin üzerinden hesaplaşmalara girişir. ‘Cumbasız evlerin beton balkonlarını’ sokağa bir fıtık gibi çıkma olarak görür. Modernitenin izleri olarak gördüğü hiçbir durum ve uygulama ona sıcaklık vermez. İğreti ve çirkin gözükür.

            Şair ömrü yekpare bir an bildiği gibi onun tutarlı bir yapıda olmasını da arzular. Bu tutarlılığı kültürel temellerinde görür. Bu çağın değerlerini tutarsız ve bölünmüş olarak görmesinden ötürü huzursuz hisseder kendini. İşte İsa Yar şiiri bu huzursuzluğun şiiridir. Şair kendini bu çağda adeta gurbette hisseder. Yalnızlık kokan şiirinin temelinde yatan gerçek kendini ait hissettiği medeniyet ile bağı kopuk hayat ve modernite arasında a’rafta duran beninin bir saat sarkacı gibi git gellerinden kaynaklanan acıların oluşturduğunu görürüz. ‘Yalnızlık’ isimli şiirinde bu durumu ifade ederken kendini her diyarın yabancısı olarak görür, yine kendini bu iki durum arasında sıkışmış bulur ve beyninde bu iki durumu birleştiremeyen, barıştıramayan fikrin sancıları ile kıvranır.

            Bekir Oğuzbaşaran’ın kitabın takdimde verdiği İsa Yar tanımı, şairi tanımlayan bir özet gibidir. Bu yaklaşım onun eserinin temellerini de verir. İsa Yar, bu ilk kitabı ile kendi şiirinin hareket noktasını düşünce planını da ortaya koymuştur. Onun şiirlerinin mimari yapısına genel olarak bakacak olursak Necip Fazıl ve Yahya Kemal şiirinin ses yapısına yaslandığını görürüz. Kelimelerin kullanımında kendi sesini bu şiir mutlak surette bulacaktır. Şiirin buram buram kokusunu duyumsatan ‘Hüzün ve Sağanak’ bunun önsözü gibidir.

*Şiir Vakti dergisi



       ” SAKLI SÖZLER”İN SIRRI

        M.Hâlistin Kukul

 “ Saklı Sözler”; şâir ve edîb İsa Yar’ın elli sekiz denemeden meydana gelen eserinin adıdır. Bilinmelidir ki; şâir kelimesinin yanına en güzel yakışan bir diğer kelime de “ edîb ” kelimesidir. Şâir de, edîb de, yazar olmasına rağmen; yazar, çok yönlü ve çok değişik mefhûmlar için kullanılmaktadır. Şâir ve edip mutlaka yazardır ammâ, yazar; şâir veya edip olmayabilir.

   Edebiyât; başta şiir olmak üzere, zamanımızın-belki de her zamanın- geleceğe intikal eden en tesirli san’at dalıdır. Edebî san’at icrâcıları: Şâirler, romancılar, deneme ve tiyatro yazarları ve hikâyeciler, belki de, icrâ ettikleri san’atın kendilerine verdiği rehâvet hissiyle, ilgi duydukları bu sahalar hakkında geniş çaplı görüş beyan etmekten , hattâ ilmî eser ortaya koymaktan imtinâ etmişlerdir.

Şiir ,roman, hikâye, deneme v.s.yazıp da, bunlar hakkında sathî değil, derinlemesine tahliller yaparak eser seviyesinde görüş beyan edenlerin sayısı, -maalesef- çok az sayıdadır; çok nâdirdir. Şüphesiz ki, şiirde ortaya konan poetika, diğer türlere nazaran, numûne teşkil edecek seviyededir.

Bizde; Prof. Dr. Mehmet Kaplan’dan Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’e, Necip Fâzıl’dan S. Ahmet Arvasî’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mehmet Çınarlı’ya, Nihad Sâmi Banarlı’ya Cemil Meriç’e, Peyami Safa’ya kadar pek çok ilim ve san’at adamı bu vâdide yüksek mertebeli eserler ortaya koymuşlardır.

Bunlardan; Kaplan Hoca’dan bir hâtıramı nakletmek isterim: 1984 yılında, Ankara’da, Töre Dergisi Şiir Yarışması sonrasındaki bir sohbette, Kaplan Hoca’nın söylediği şu cümleyi hiç unutamam: “ Hayatta, bir şiirim olsun isterdim!” Evet, sâdece “ bir şiir!” Bilenler bilir ki, Kaplan Hoca, sayısız şiirini yırtıp-yakmıştır. O’nun sözünü ettiği o “ bir şiir”, işte “ o şiir”dir: Şiir! San’atın inceliğini kavrayan insanlar, ince eleyip sık dokurlar. Kaplan Hoca, buna, bir numûnedir.

Kaldı ki; -en azından- O’nun, Nesillerin Ruhu’nu, Ali’ye Mektuplar’ını; Çınarlı’nın, Halkımız Ve Sanatımız’ını; Cemil Meriç’in, Bu Ülke’sini; Suut Kemal Yetkin’in, Şiir Üzerine Düşünceler’ini; Necip Fâzıl’ın Batı Tefekkür’ü Ve İslâm Tasavvufu’nu; S. Ahmet Arvasî’nin Diyalektiğimiz Ve Estetiğimiz’ini; Nihad Sâmi Banarlı’nın, Şiir Ve Edebiyat Sohbetleri’ni, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Edebiyat Üzerine Makaleler’ini ; Peyami Safa’nın Sanat Edebiyat Tenkit’ini..okumayanların veya bu tarz eserler ortaya koyamayanların, bu vâdide dolaşmalarının zor olacağı gibi, bu tür eserlerden alabilecekleri fazla bir hisse yoktur.

Hem şiir, tiyatro, roman..yazıp, hem de onlara dâir fikir beyanıyla üslûp ortaya koymanın kolay bir iş olduğu sanılmasın. Bu mânâda, İsa yar’ın “ Saklı Sözler”i dikkate değerdir ve takdire şâyândır.

Son zamanlarda değil, başlangıcından îtibâren, şiir yazan çoktur da, şiir hakkında görüş beyan eden neredeyse bir elin parmaklarının sayısı kadar bile değildir. Hele, kitap çapında! Bu hususta, genç yaşta kaybettiğimiz Yardımcı Doç. Dr. Ahmet Çoban’ın “ Edebiyatta Üslûp Üzerine” adlı eseri önemli bir yer işgal etmesine rağmen, geçen zaman içersinde, verimli eserlerle muhatap olamadık.

Dr. Ahmet Çoban, eserine yazdığı Ön Söz’de şöyle der: “ Edebî eser dille kurulduğu için, elbette dilden de söz edilecektir fakat üslûp söz konusu olunca, dilin sanat yönü titizlikle araştırılmalıdır. Henüz bu türlü çalışmalar yaygınlaşmış değildir. Hâlâ ortada teorik altyapı, oturmuş bir terim bilgisi ve belli bir yöntem olmayınca, eleştiri yahut edebî bilgi yerine karmaşa yumağı yorumlar çıkmaktadır. Oysa bir esere edebîlik vasfını kazandıran ve sanatçının gücünü gösteren özelliklerin başında üslûp gelmektedir.”

  ( Bknz. Edebiyatta Üslûp Üzerine, Yard. Doç. Dr. Ahmet Çoban, Akçağ Basım Yayım, Ankara 2004, Sy.7)

  Necip Fâzıl, Poetika’sına şu cümlelerle giriş yapıyor:

 “ Arı bal yapar, fakat balı izah edemez.

  Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir.

 Şâiri, cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve irâdesi dışındaki içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz âleti farzetmek büyük hatâ…

Şuur ve zat ilgisi, cematta sıfırdan başlayıp nebat ve hayvanda gittikçe kabaran bir asgariye varır, sonra insanda ilk kâmil vâhidine kavuşur ve mutlak ifadesini Alah’ta bulur. Şâir de, bu ilâhî idrak emânetinin, insanda, insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık…Yahut şâir, işte buna memur olması icap eden his ve fikir kutbu…” ( Bknz: Necip Fâzıl, Çile, b.d. yayını, İstanbul 2005, Sy.471)

Halbuki, poetika hakkında ilk düşünen kişi olarak Aristoteles (M.Ö.384-322) Poetika’sında şöyle der: “ Epos, tragedya, komedya, dithrambos şiiri ve flüt, kitara sanatlarının büyük bir kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir (mimesis)” ( Bknz: Poetika, Aristoteles, Çeviren İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi İstanbul 1963, sy.11)

Aristoteles,şâir hakkında da şu görüşü ileri sürer: “ Şair gücünü ölçüden (vezin) daha çok hikâyede göstermelidir. Çünkü şair, taklit etmesinden ötürü şairdir.” (Bknz:a.g.e., sy.32)

Şüphesiz ki, mevzûmuz, aradaki uçurumu tespit ve takdîm değil, şiir hakkında düşünme’yi beyandır.

Bunca sözü söylememin sebebi, İsa Yar’ın, yukarıda sözünü ettiğim “ Saklı Sözler” adlı eserinin önemini îzâh içindir. Ne yazık ki, bu tür eserler, çok azdır ve olanlar da yeterince kendini gösterememektedir. Necip Fâzıl’ın belirttiği; “ ilâhî idrak emâneti ”ne “memur yaratık” olma gayretindeki şâir ve edip İsa Yar’ın, “ Saklı Sözler”inin arkasında, işte tasviri sunulan bu şâir portresi veya bu şâir tasavvuru vardır. Şiir, sâdece hâl’in beyanı olsaydı, “ tasavvur”un, onun içinde ve emelinde bulunmaması gerekirdi.

İsa Yar; eserinde, içe kapanık, çekingen, cemiyetten kendini tecrid eden, suskun değil; aksine, sükût ile dillenen, yalnızlık görünümünde gürleyen, coşkun ve tezâhüratlı bir heyecan ve cevvallik vaziyetini yaşamaktadır. Yâni O; şiir üzerinde, şirin hakkını teslim etmeye çalışan “ faâl bir beyin”dir. O’nu veya bizi; “ güzelliğin inşâsı ve ifşâsı bakımlarından bağlayan ve sınırlayan hiçbir şey yoktur. Bu noktada, İsa Yar, rahat, ammâ, şiire-umûmî olarak- uzak duruş bakımından da kaygılı ve endîşelidir ki, bunda da, yerden göğe kadar haklıdır.Çünkü; şiire en yakınım diyen dahi, şiiri “ angarya ” gibi görmektedir.

Az düşünen bir içtimâî yapı içersindeyiz ve bu durum maalesef, gittikçe de menfî olarak devam etmektedir. O hâlde, şiir gibi, çok hassas bir mevzû üzerinde düşünebilmek ve fikir ortaya koyabilmek de gittikçe azılıyor demektir.

Katıldığım birçok şiir gününde, şahit olduğum bir husus vardır. Sahneye çıkanların bir kısmı, konuşmasına, “ Ben, bu şiirimi..” diye başlıyor ve “ ..şu zaman, filân kişi için yazdım” la devam ediyor. Ardından: “ Bu kitabımı, filânca filânca kişiler de çok beğendiler….”le takdîmle, konuşmasını sürdürüyor.

 Düşünüyorum ve sormak istiyorum : Ortada bunca şâir varsa, şiir nerededir?

Tahlil yok, muhakeme yok, mukayese yok, tenkit yok; işte san’at, al sana şiir!

Yukarıda dedim ki; İsa Yar, san’at üzerine/şiir üzerine düşünen, çâre üretmeye çalışan, fikir açan, yol çizen tavrıyla, “ faâl bir beyin”dir. “ Faâl beyin”, boş lâf değil; hem icrâcı, hem de usûlü ve üslûbu tavsiye ile yolu işâret edicidir. Bu hususta mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:” “Güzel bir söz kökü sâbit, dalları gökyüzünde olan bir ağaç gibidir. Ki, o, Rabbinin izniyle her zaman meyva verir durur. “ ( İbrahim, 25-26) veya “ Şairler(in bazılarına gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide gerçekten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve daima yapamayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi? Bununla birlikte iman edip iyi iş ( ve hareket) de bulunan (san’atkâr)lar, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarından sonra (eserleri ile) öclerini alanlar böyle değildir.”( Eş-Şuara, 224-227)

Şâirlerimiz, bu övgüye mazhar olabilmek için elbette ki, bir îmânî faaliyet olarak şiire ehemmiyet vermek mecbûriyetindedirler. İşte; sözünü ettiğimiz “ faâl beyin”, kendini burada gösterecektir.

İsa Yar’ın geniş bir kelime hazînesi var ve çok okuyor. Anlatımı, zevk veriyor, düşündürüyor ve yol açıyor. Şimdi de, eserinden bazı numûne cümleler sunmak istiyorum:

*“ Yalnızlık, herkesin şikâyet ettiği bir tecrit gibi algılansa da, esâsen, insanın sığınmak için aradığı bir limandır. Orada, inşa ettiği dünyanın hâkimidir insan. “ (sy.91)

*”Popüler kültürün, daha doğru bir ifade ile “ kültürsüzleştirmenin” hayat alanlarımızı kuşatması karşısında bir “tepki” ortayla koyduğumuz, hatta “ tavır” aldığımız doğrudur. Fakat, bu tepkinin/savunmanın ötesinde, mensubu olduğumuz “ gözyaşı medeniyetini” temsilde, Türk-İslâm kültürünü yazılı-sözlü ifade etmede, gençliğe aktarmada hangi noktada olduğumuzun muhasebesini yapmamız gerektiğini düşünüyorum. “ ( sy.111)

*” Marifet çok şey bilmek olmasa gerek. Belki marifet bildiği “ şey”in hakikatini kavramaktır.” (S.141)

*”Lisanından habersiz, fikretmekten âciz, idrak zaafıyla malûl, üslûpsuz, derinliksiz, meselesiz/mefkûresiz, kısaca kifayetsiz nice isim bugün önemli yazar olarak pazarlanmıştır. Bu sayede yayınevleri kasasını ve kendileri de kesesini doldururken, edebiyatın içini boşaltmışlardır.” (Sy.192)

*” Dergi, hür tefekkürün kalesidir madem, a’rafta kalan bir kalem olarak; ben dergide bir kalem, dergi benim kalemdir diyorum.” ( sy. 184)

*” Şehri inşâ edenler, eşyâya hâkimdi, teslim değil. Eşyaya ve nefsine..” (Sy.133)

*” En güzel şiir yazıldı; en iyi beste yapıldı, yeni bir Süleymaniye inşâ edemeyiz gibi değerlendirmeler doğru olmakla birlikte, muhatabımıza, belki önce kendimize hitap eden anlamlı yazılarımız, edep dâiresi içinde hududa riâyet ederek söyleyecek sözlerimiz olmalı.”   ( Sy. 25)

   Başka söze gerek var mı? Diyeceğim ammâ, bu güzellikleri tebrik etmeden de son noktayı koymak istemiyorum.

   “ Saklı Sözler’in Sırrı “ nı ancak bu kadar ifşâ edebiliyorum. Tebrikler İsa yar! Başarıların devamlı olsun isterim!

*Şair-Yazar (OMÜ emekli öğretim görevlisi)

**Berceste dergisi nisan 2013 sayı 130 

 

BENİM YÂR’İM GELİŞİNDEN BELLİDİR

Hüseyin YILDIRAN

            Efendim,

            İnsanın ‘yâr’iyle alakalı duygularını, düşüncelerini, kanaatlerini, hislerini kaleme alması -en azıdan bu yazı yazılırken mideme giren kramplardan anladığım kadarıyla- oldukça zor bir zanaat imiş, hak el-yakîn öğrenmiş olduk. ‘Ne yani, alt tarafı bir yazı işte’ deyû sual edenlere, ‘Allah gönlünüze göre versin’ duasından başka şeyler de gelir içimizden, mâlum, rtük var, bildiniz siz onu…•       

            Muhtemelen on seneden ziyade olmuştur tanışalı. İlk tanışıklıktaki intibaın önemli olduğunu söylerler ya işte; kendisiyle tanışırken bende oluşan ilk intiba, ilk izlenim, ilk duygu, ilk heyecan, ilk algı, ilk elektrik, ilk bilmem ne’nin ne olduğunu da düşündü bu satırların yazarı; bu yazı münasebetiyle ve fakat tam olarak, o ilk, her neyse işte, o ilk’in tam olarak ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Aslında anladı da anladığı şeyin ne veya neler olduğunu anlatmaya ilmi kifayet etmedi, belki de…

            Bilenler mutlaka biliyorlardır o ilk şeyin ne olduğunu elbette; hayır, kesinlikle Fenerbahçeliliğinden bahsetmiyorum ki bu bahs-i diğerdir. Ve yine hayır, kesinlikle kelliğinden de bahsetmiyorum ki bu da alâmet-i fârikasıdır yâr’imin; ve yine hayır, kesinlikle ağır ceza reislerinde olduğunu düşündüğüm, ‘oturduğu koltuğu dolduran oturaklı oturuş’ falan da değil bahsetmeye çalıştığım o şey ki işte bu oturaklı oturuş da ayrı bir tür haşmet katmıyor da değil kendisine, ne yalan söyleyeyim…

            Başka bir şey işte o, ne olduğunu tam olarak bilemediğim fakat el’an da kendisinden sâkıt olmayan, olacağını da düşünmediğim o şey veya şeyler; bir defa, muhatabına itimat telkin eden o güler yüzlü bakış; karşılaştığınızda sohbete kesinlikle 1-0 mağlup başladığınız o haşmet, vakar ve azamet; sizin dudağınızı uçuklaştıracak derecede Anadolu edebiyatına hakimiyeti ve elbette adamlığı; ve kesinlikle hep bir tarafının -kendi tabiriyle- alacakaranlık oluşu, evet alacakaranlık, işte sihirli kelime bu…        

            Dalgalı edebiyat dünyasında binecek bir gemi bulamamışları, hasbelkader bir gemi bulmuş fakat ilk fırtınada sığınacak bir liman bulamamışları arar bulur, onlara kâh gemi kâh liman olur, kendisini de gemi ve limansız addettiği için dertlerinden anlar, dert-dâş olur; kıyıda köşede kaldığı varsayılan Anadolu’daki edebiyat dergileriyle sürekli bir irtibat halindedir ki İsa Beye göre onlar değil, kendisini merkezde sananlar kıyıda köşede kalmışlardır aslında…

            Sürekli bir okuma halindedir, bıkmadan usanmadan okur ha okur, aşk ile vecd ile okur… Elinden kitap-dergi eksik olmaz, elinden kitap-dergi eksik olsa mutlaka İsa Abi eksik olurdu, gerisini siz varsayın artık… Bazen siz bıkarsınız okuma seanslarından, elindeki kitaptan-dergiden başını kaldırsa da son siyasi dedikodulara sizinle beraber girse diye bakarsınız ama, ııh, hiç oralı olmaz…

            Hani bir de sîgâya çekmesi vardır ki ağabeyler, düşman başına; sohbet halkasındakilerden en pervasızı bu fakir olmasına rağmen, mahalle mektebindeki akşam dersleri edasıyla sorgular başlayınca fakirin de dizleri titremeye başlar tırsık tırsık, hele o titremeleri göstermemek için attığı terlere mazeret bulmak için, bir de zemherinin ortasında, ‘ya, bu akşam da çok yaktılar sobayı’ gibi saçma cümlesi herkesi gülümsetir çünkü hem mıkır hem de cıbır olan çaycının sobayı yaktığı pek görülmüş şey değildir…

            Favori şairleri vardır favori yazarları olduğu gibi, en ilginci ise, ‘o kadar da değil, bu yazıyı okumamıştır artık’ dediğiniz yazılardan da haberinin olması, hangi aralık okumuştur bilemezsiniz… İlgisini çekmediğini düşündüğüm bir bahis açar, göz ucuyla da üstadı keserim tepkisini ölçmek için, ‘tamam’ derim içimden, ‘tamam oğlum, bu gün senin günün, gelen muz ortaya vur kafayı, hoop, top doksanda işte’ der demez, en panter kaleci edasıyla süzülerek, ağlarla buluşacak olan o içi hava dolu meşin yuvarlağı tam doksandan çıkarmaz mı bizim kaleci; gel de ifrit olma, hele o muzip gülüşü yok mu, çıldırtır abi insanı…

            Bir bakarsınız şairlik yönü ağırdır, bir bakarsınız yazarlık yönü; felsefeyle pek ilgilenmez, siz ilgilenmez dediğime inanmayın, konuşmaya değer bulmaz, fakat ‘İslâm Felsefesi’ dendi mi handiyse deliye döner, felsefeyle İslâm kelimesi yan yana gelmemeli kendisine göre; Cemil Meriç’i ıncığına cıncığına kadar okumuştur ama, hem de Meriç’le ilgili yazılmış bütün külliyatı…

            Biz’i yazan, biz’i anlatan hemen herkes ilgi alanındadır, tek kıstası vardır; ‘meselesi olmak,’ meselesi olanların hangi tarafta olduğuna bakmaz… ‘Doğu’ya gide gide Batı’ya ulaşanlar’ ve ‘Batı’ya gide gide Doğu’ya ulaşanlar’ şeklinde entelektüel kategorize bir yazı okuduğumu hatırlıyorum, fakat bendeniz, bir kategori daha ilâve ettim bu kifayetsiz ilmimle, ‘Batı’nın farkında olup da Doğu’ya gide gide Doğu’ya ulaşanlar’ kategorisi; bu kıt aklıma göre, tam da İsa Yar’ı formüle eden bir kategori işte; İsa Bey’in ‘Doğu’nun farkında olup Batı’ya gide gide Batı’ya ulaşanları’ da asla es geçmeyeceğini düşünürüm, zira önemli olan farkında olmaktır çünkü ve farkındalık dediğimiz şey İsa Yar’e göre önemlidir, gerçi henüz benim farkımda değildir ama bekliyorum keşfedileceğim günleri umutla…

Şiirin kategorize edilmesine çok sıcak bakmaz, kategorize edilmiş şiirin şiir olmadığına inanır nerdeyse; şiirlerinde her kategoriden ve her dönemden mısralar bulabilirsiniz, kelimelerle oynamayı sever ve okuyucuyu ters köşeye yatırdığı cümleler genellikle düz yazılarındadır.

            Şiir denilen o efsunlar deryasını bilenler -ki bendeniz onlardan değilim- şiirindeki gelişmeyi iç dünyadaki gelişme ve değişmeyle birlikte yorumlarlar; hiç şüphe yok ki şairin onbeşindeki dünyayla ellisindeki dünya arasında dağlar kadar fark vardır ve bizim şairimizin farkı, onbeşinde de ellisinde de şaşılacak derecede arafta bulunuşudur ve şahsen alacakaranlıkla anlatmaya çalıştığım şey de tam budur.

            Şairin ilk şiirlerindeki dünya algısıyla son şiirlerindeki dünya algısı arasında ise temelde hiç fark yoktur; olan fark, algının kelimelere ve cümlelere bürünüş şeklinde, şiirin formatında, duygunun terennümünde, hissin aktarılma kuvvetinde, kelimelerle birlikte anlam zenginliğinin çoğalmasındadır ki bahse konu bu fark aynı zamanda süreç içinde şairin kendine has bir deyiş, bir üslup, bir söyleyiş ve bir dil geliştirdiğinin de ispatıdır.

            Aynı temel kaynaktan beslenen, aynı meselelere kafa yoran, aynı dünya algıları bulunan zevâtın aynı söyleyişleri farklı üslup ve vurgularla dile getirmeleri kadar tabiî bir şey olamaz; aslında, bir dostumun dediği gibi, hikmetin peşinde olan herkes zaten aynı şeyleri söyler zira hikmet tektir, söylenen şey çok, söylenilen aynıdır; daha da aslı, söylenilen de tektir söylenen de…

            Kendi tabiriyle, ‘yürümeyi öğrenmeden yüzmeyi öğrenmiş’ olan İsa Yar kelimenin tam anlamıyla bir deniz çocuğudur ve bunun eserlerine yansımaması zaten mümkün değildir; buna rağmen, şiirlerinde her coğrafyadan sesler ve duyuşlar bulunması -ki buna çok kızacağını bile bile- şairin kerametidir netekim…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İsa Yar’ın Eserlerinde Sükût

Zeki ORDU

           Şair-yazar dostum İsa Yar’ın 2012 Martında iki kitabı okurlarıyla buluştu. Yarım asır aynı kültür iklimini paylaşmış, aynı coğrafyada yaşamış, hemen hemen aynı kişilerle dostluk kurmuş olmanın verdiği imtiyaz ve yakınlık ile; vücuda gelmiş olan iki kitabı hakkında birkaç söz söyle hakkına sahip miyim bilmiyorum. ‘Saklı sözler’ isimli deneme ve ‘Hüzün ve Sağanak’ isimli şiir kitabı neşredilince, kendisi dışında en sevinenlerden biri olduğumu düşünüyorum.

            Yarım asırlık tecrübenin ve bir o kadar da ‘hayat’ denilen notsuz imtihan mektebini alnının

akıyla ve hakkıyla okumaktadır. İnsanoğlunun başına gelecek olan hemen hemen her şeyle karşılaştı, karşılaştık…

            Aynı mahallede dünyaya gözlerini açan ikimiz şu satırların yazıldığı ana kadar aynı dünyaya bakmaktayız. Ancak dünya ne coğrafi, ne ahlaki, ne insani ve ne de medeni olarak aynı dünya olmadığının da farkındayız. Bu farkındalık İsa Yar’ın eserlerinde de kendini göstermektedir. Bu farkındalık kalemi ve kitabı dost eylemiştir.

            “Saklı Sözler” ‘içinin tenhasını’ bir yere kadar aşikâr etmiştir. Biz biliriz ki onun içinin tenhasında/derununda çok şeyler vardır. Şairin, “zalım söyletme beni/ derunumda neler var” var demesi gibi; söylenecek olanı söylenmiştir. “Söylenmedik cümlenin hasreti dudağında” kalarak…

            “Hüzün ve sağanak” ‘içinin sahilinin” dışa yansımasıdır. Enfüsten/içten, afaka/dışa sesleniştir. Biz sadece çıkan sesleri duyuyor, duyduklarımız kadarıyla hüküm veriyoruz. Bunlarda da ne kadar isabetli oluyoruz bilinmez. İçte olanlar, şairle kendi arsında kalanlardır.

Biz İsa Yar’a ait kitapları bir başka açıdan ele alacağız. Bu bir tahlil değil. Tenkit değil. Ne şerh ne reddiye. Belki kitaplara ait bir ‘cüz’ün açıklanmaya çalışılması. Yani bütüne ait fikirler değil. Zaten onu yapabilecek hususiyete sahip değiliz.

Bazı yazar ve şairlerin çok kullandıkları kelimeler vardır. Siz o kelimeyi duyduğunuzda o yazar ve şairi hatırlarsınız. Belki o kelimenin şair ve yazar üzerinde bizim bilmediğimiz bir tesiri vardır. Belki de cümlenin gelişi onu o kelimeleri kullanmaya itmiştir. Bunu bilemeyiz. Bilinen şudur ki kelime harflerle ifade edildiğinde okuyucu bunu sezer. Mesela ‘muhayyile ve dikkat’ kelimesi bana Tanpınar’ı hatırlatır. Zaman kavramı da… Tanpınar ‘dikkat’ kelimesini çok farklı kullanır. ‘Muhayyile’ ise bir başka. Necip Fazıl’ın aynı kelimeleri iki kere kullanmasını nerde iki kelime kullanan varsa üstadı hatırlatır bana. Ayrıca ‘müthiş ve dehşet’ kelimeleri de…

Bu kadar girişten sonra gelelim bahsi geçen kitaplarımıza…

Önce “Hüzün ve Sağanak’tan başlamak istiyorum.

Şair bu kitabında ‘sükût’ kelimesini dikkat çekecek kadar kullanmış. Belki de benim bu kelimeye olan aşinalığımdan gelmekte bu dikkat. Ancak bu sihirli kelime belli kültür iklimindeki kişiler için çok mühim. Sadece bir kelimeden ve lügatte açıklananın çok fevkinde bir mana ifade etmektedir. Bu hususta İsa Yar sükût hakkında bakın ne diyor: “Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime… Bütün konuşmalarımız ve susmalarımız sükûta dairdir. Şiir ve yazılarımız da öyle…” ( Saklı Sözler sayfa 208)

Sükût hususunda Osman Akkuşak 04 şubat 2007 sayılı Yeni şafak Gazetesinde Sükût Dergisi için yazdığı bir yazıda ‘sükût’ kelimesi için şöyle diyor:

“Edebiyatın imtiyazlı kelimeleri vardır.. “sükût” işte onlardan biridir.. anlamının derinliğini ve genişliğini hemen ölçemezsiniz.. muhtevasının ve şumûlünün hududları, yeni kelimelerle söyleyecek olursak, içeriğinin ve kapsamının sınırları; insan hayatının binbir haline ve ahvaline yetecek ve onları mükemmel ifade edecek zenginliktedir.. insanın gönlünde yarattığı çağrışımlarda, büyüklü küçüklü bütün tedaîlerinde bir güzellik, bir asalet, bir fazilet vardır. sükût, aşkla beraberdir; sükût; erdemin, alçakgönüllülüğün, mazlûmiyetin, masûmiyetin, haklılığın, dostluğun, barışın, hattâ haklı gururun ve de kararlılığın ve azmin sembolüdür.. sükût.. ne kadar güzeldir.. ne kadar güçlüdür..”

Biz bu kelimeyi merkeze alarak şimdi sizlere Hüzün ve sağanak kitabında bu kelimenin hangi mısralarda kullanıldığına misaller verelim. Ve mısra hakkında ki yorumu okuyucuya bırakalım.

Kitapta tam on beş kere kullanılan bu kelime on beş mısraya ve o mısraın bulunduğu şiire ayrı bir ahenk kazandırmıştır.

Kitabın on birinci sayfasında “Dibace” adlı şiirde “ağladı kelimelerim, söz tükendi, şimdi sükût ar’dı” mısraı olarak karşımıza çıkıyor. On üçüncü sayfada “Sıkı Dostlardık” şiirinde “şimdi, konuşan bir sükûta bürünür/ ” mısraında ‘sükûta’ yer verilmiş.

Burada biz mısraları tek tek yazarken mısraların önünde ve ardındaki mısralara yer verilmemesi bir kopukluk gibi algılanabilir. Konumuz bahsi geçen kelime olduğundan sadece adı geçen mısra yerine bağlantılı mısraları da yazımıza ilave ettiğimiz oldu.

“Bu Şehirde Sen” adlı şiirin “ zamanaşımı düşer sükûta” mısrada aynı kelimeye rastlıyoruz. Kitabın yirmi beşinci sayfasında olan bu şiir ‘içimizin de, dışımızın da’ zaman içinde ne hale geldiğini manzum olarak anlatan güzel bir eser.  

Yirmi yedinci sayfada bulunan “Güzel Gözlü Körler” şiirinin “Sükûtu çeker sizi, sözü dikkatinizi” mısraında da yerini almış sükût…

Sükût en güzel manayı belki de yirmi sekizinci sayfada bulunan “Sükûtum İhtişamımdır” şiirinde bulmuştur. Zaten konu itibariyle sükûtu işleyen bu şiir adının ne olduğuna bakılmaksızın ‘muhteşem’ bir şiir. “Sükûtum bundandır/ Sükûtum ummandır” mısraları ile varlığını gösterdikten sonra başlığı taşıyan bir mısra ile sona ermektedir: “Sükûtum İhtişamımdır.”

Sayfa otuz ve “Kar Yağar Yüreğime” adlı şiirin bir yerinde “sükûtumu duyar gibi” diyor şair. Biz de duymaya çalışıyoruz. Yine otuz birinci sayfada “Ne Tahammül Ne Sefer…” şiirinde “Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda” mısraı ‘sükût’ ile süslenmiş…

Otuz dördüncü sayfada “ sözün Bittiği Yer” e sükût ile başlıyor şair. Daha birinci mısrada “Söz tükenir bir yerde, konuşan sükûttur.” ifadesi birçok manayı birden taşır üstünde.

Ve kırk sekizinci sayfa… Şiir başlığı “Huzur.” Mısra çok manidar: “Sükûtun lûgatından!” Eh! Şair bu. Her şeyin bir lûgatı oluyor demek ki… Yine benzer bir ifade de elli üçüncü sayfada kullanılmış. “Sükûtun lisan olduğu” şeklinde kurulmuş mısra “Usandım” adlı şiirde…

            “Ve Gece” şiiri. Sayfa elli altı. “düşünmek sükûttur” şair… Ya konuşmak?

            “Ve Gece”nin ardında yine “Gece” ye geliyoruz. Sayfa altmış altı. İlk mısra. “gecenin içinden seslenir sükût;” diye devam ediyor şiir. Ve geceyle birlikte karanlığa bürünüyor belki. Kitabın ‘sükût’ şeklinde ifadesiyle son şiir kitapta. Ancak her şey bununla bitmiyor. Tam on altı yerde de ‘susmak’la ilgili kelime geçiyor kitapta… Ayrıca yedi tane ‘tenha’ kelimesi kullanılmış. Bunun yanı sıra; münzevi, sükûnet, sakinlik gibi mana itibariyle bir diğerini andıran kelimeler…

            Bir bakıma “içimin tenhasında” diye de adlandırdığı “Saklı Sözler” kitabında kırka yakın ‘sükût’ kullanılmış. Yine yukarıda zikredilen kelimeler de… Ancak nesir cümleleri hem uzun hem de tek başına fazla mana çıkarmadığından buraya almadık. Zaten yazar kitabın adının üstüne “içimin tenhasında” ifadesini koymakla derunu hakkında bilgi vermiştir kısmen.

            Başta da ifade ettiğimiz gibi bu bir tahlil değildir. Başkaları da, farklı bir cihetten bir eseri araştırabilir. Yazılanların, söylenenlerin yekûnu bir araya gelince daha anlaşılır hale gelir. Şimdilik sükût edelim…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İsa Yar ve Eserlerine Dair 

Mehmet Nuri YARDIM

            İsa Yar, Ordu Ünye’de yaşayan bir edebiyat, sanat ve kültür adamı. Ne yazık ki, biz İstanbul’da oturanlar, Anadolu’da eser veren, yazı ve şiir kaleme alan değerli kişilerle yakından ilgilenemiyor, güçlü dostluklar kuramıyoruz. O eksiklik bizim. O kusur bize ait. Biraz İstanbul’un hiç bitmeyen telâşı buna sebeptir diyebilir miyiz? Belki, ama bu da tam mazeret sayılmamalı. Köklü dostluklar sınırları da aşar, ülkeleri de…

Anadolu’da edebiyat dergileri çıkıyor dört bir yanda. Bu dergilerde yazan şairler ve yazarlar var. Daha sonra kitap çıkarıyorlar bin bir zahmetle. Sonra telif ettikleri bu eserleri İstanbul’daki gazeteci yazar dostlarına gönderiyorlar. Haklı olarak biraz ilgi, kitapları hakkında bir kaç satır bekliyorlar. Ama bu konuda İstanbul matbuatının görevini hakkıyla yaptığını söylemek zor. Duyarlı olduğu sanılan benim gibiler bile bazen aylar sonra bu tür değerli eserlerden söz edebiliyoruz. Bu yazı da Vedat Ali Tok Beyin himmeti ve takdir edilesi fikr-i takibi olmasaydı herhalde yayımlanmazdı. Sağolsun, var olsun.

Bir yazardan söz ediyorsanız, tanımayanlar için, eserlerini ve ismini ilk defa duyanlar için birkaç satır da olsa biyografisinden söz etmek gerekiyor. Öyleyse bu kurala ben de uyayım.

            İsa Yar, 1961 Ordu Perşembe Okçulu köyünde, ailesinin ilk çocuğu olarak doğdu. İlk ve ortaokulu (Büyükağız) Kovanlı’da okudu. Denizcilik Lisesi, Sağlık Koleji ve Öğretmen Okulu sınavlarını kazandı. Kısa süre Perşembe Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra (1975), oradan ayrılarak Sağlık Koleji’ne kaydoldu. Koleji yatılı olarak Çankırı ve Ankara’da 1979’da ve Yüksek öğrenimini 1993’te tamamladı. Kamuda sağlık memuru olarak Ankara, Adana, Ordu’da görev yaptı. Evli ve dört çocuk sahibi.

            Şiir ve yazılarını Milli Fikir, İnsan ve Kâinat, Türk Edebiyatı, Berceste, Bizim Külliye, Sükût, Yakamoz, Yedi İklim, Somuncu Baba, Sızıntı, Lamure, Yağmur, Dil ve Kültür, Kadıköy Life, Canik dergilerinde yayınladı. Bazı gazetelerde köşe yazıları kaleme aldı. Erciyes Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı bölümünde Bekir Oğuzbaşaran danışmanlığında hakkında bir tez çalışması yapıldı.

                        SELÂMET DER KENAREST

            İsa Yar, bazı dergilerde şiir ve yazılarını yayımladı. Bunları okuduk. Ama edebî ürünleri kitaplaştırma safhası biraz gecikti gibi. Bunu yeni yayımlanan şiir kitabı Hüzün ve Sağanak’ta kendisi de söylüyor ve şöyle diyor:

            “Biz erteleyen/ertelenen bir nesle mensubuz! Bu sebepledir ki şiirimiz edebiyat dergilerinde görünmekle beraber, kitaplaşmasını çok geciktirdik. Belki de nisyana müptela bir çağa isyandı bekletmemiz…”

            Haklı bir serzeniş, yerinde bir sitem İsa Yar’ınki… Neyse ki bir geldi eserleri ve pîr geldi. Bet bereket getirdi. Hüzün ve Sağanak, şiirlerden oluşuyor. İçimin Tenhasında Saklı Sözler ise denemelerden meydana geliyor. İnşallah sırada başka eserler vardır.

            Hüzün ve Sağanak’ın başında Bekir Oğuzbaşaran’ın manzum “İsa Yar” portresi var. Oğuzbaşaran vefa yüklü kocaman bir yüreğe sahiptir. Daha önce de birçok yaşayan şair ve yazar için portre şiirleri yazdı. Kısa şiirlerde, dörtlüklerde bahsettiği edebiyatçının âdeta bütün hususiyetlerini, fikir ve ruh dünyasını topladı. Hem dosta bir selâmdır bu şiirler hem de bir geleceğe kayıt düşme. Sanırım İsa Yar’ınki biraz daha fazla takdirlerle dolu. Ama İsa Yar bunu hak ediyor. İşte Bekir Oğuzbaşaran’ın o şiiri:

Türk’e yâr…

İslâm’a yâr…

İnsana yâr…

Fikre yâr…

Şiire yâr…

Edebiyata yâr…

Kültüre, irfâna yâr…

Ülkeye yâr

Gerçek üstadlara yâr…

Okumaya yâr…

Düşünmeye yâr…

Üretmeye yâr…

Sohbete yâr…

Yazmaya yâr…

Berceste’ye yâr…

Dostluğa yâr…

Karadeniz’e, Ordu’ya, Ünye’ye yâr…

Duyguya yâr…

Kaliteye yâr…

Üslûba yâr…

Yeniliğe yâr…

Geleneğe yâr…

Birikime yâr…

Güzele ve güzelliğe yâr…

Yazara, şaire, düşünüre yâr…

Çay gibi demlenmeye yâr…

Nefs muhasebesine, nefs murakabesine yâr…

Kitaba yâr, kaleme yâr, kelâma yâr…

Allah yâr ve yardımcısı olsun…

Saklı Sözler’deki denemeleri ben büyük bir zevkle okudum. İnsanın kalbine dokunan has kelimeler, saf cümlelerle örülmüş metinler kitabı. O kadar ki şu satırlar bile o güzelliklerden bir nebze bir his veriyor.

            Ben İsa Yar’ın şiirlerini severim. Hasbi bir söyleyişe sahiptir şair. Mısralar arasında bir yakınlık, duygular arasında bir akrabalık sezersiniz. Akar gider ardın sıra. Meselâ o şiirlerden biri de “Bendedir” ismini taşıyor. Bir bölümünü paylaşayım sizinle.

 

Yar bendedir

Âşığın aradığı o yâr bendedir.

Meydanında yığın gezer, yolların

Hepsinin gittiği diyar bendedir.

Tenhada dolaşır nice yalnızlar

Onları bir kulak duyar, bendedir.

Sanırlar uçurum şu yeryüzünde

Görseler içimi, o yar bendedir.

İçim ki, kaybolur düşen içine

İçim ki o yâr’a gizli bende’dir.

Yara bendedir

Bir doğuş sancısı yara bendedir.

“Babam” şiiri hasret dolu, sevgi yüklü bir şiirdir ki, orada hepimiz az çok kendi babamızı buluruz. Dipnotta ki şu satır ne kadar mânidar: “20 Ekim 2011 babam öldü, ben büyüdüm…”

Şiirin son kıtası ise şöyle:

Şimdi

Ömrünün yorgun ikindisinde

Gölgesinde dinlendiğim bir dağdır babam

Çocuklarım bilmese de

Babam,

Yanında çocuklaştığım adam…

            “Ne tahammül ne sefer…” Mustafa Kutlu’nun hikâyesini andırıyor. Malum Ya Tahammül Ya Sefer isimli bir eseri de var değerli hikâyecimizin. Ama bu şiirdeki mısralar başka:

                       

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,

Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;

Sükutum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda.

            Önce sırayla okuyorum, sonra da tefeül ediyorum. Sayfa 38’de Vedat Ali Tok’a adanmış “Biliriz” şiiri var, hemen peşinde “Kuşdili” bize gülümsüyor:

Akşamla çekilip kuytularına

Hüzne tünemişler gece kuşları

Gâm ki geçit vermez uykularına;

Mantıku’t-tayr gibi ah susuşları.

Akşamla çekilip kuytularına

Gâhî gece söyler, gâh duruşları…

 

‘ah beni vursalar bir kuş yerine’

Bende yürüseler yokuş yerine

Daha birçok şiir var, hepsinden bahsetmeyeyim, hepsinden iktibaslar yapmayayım. Biraz da kitabı edinip okusun meraklılar istiyorum.

 

                        VEDAT ALİ TOK ANLATIYOR

            Bir yazarı en iyi, onu yakından tanıyan bir başka yazar anlatabilir. İsa Yar’ı da bir farklı değerli kalem sahibi Vedat Ali Tok’tan okuyoruz:

            “Fikir sancısı çekmeden eline kalemini almayan, günümüzün sahih yazarlarından şair ve yazar, İsa Yar…

            İsa Yar, gürültüsüz, şamatasız; kendi kozasında ağını örmekte… Onu kendine yakın bulduğu dergilerde, gazetelerde bazen de radyolarda görebilirsiniz; fakat her yerde görünme heveslisi değildir. Biz böyle insanları severiz; çilesini kelama, kaleme yükledikten sonra bir tarafa çekilip yankısını dinlerken beklediği ne alkıştır ne medih…

            Yazılarında, şiirlerinde sükûtun ezelî çığlığını duyduğum İsa Yar’ın yazıları ve şiirleri ebediyete bir hoş sadâ bırakacak derinlikte…”

            Ne kadirbilir ifadeler, ne güzel anlamlandırma, adlandırma, hatta yürek okuma… İşte ben biraz da bu yüzden Anadolu yazarlarını çok severim. Sevdiler mi kalpten severler, kalıptan değil… Bir tuttuklarını bir daha bırakmazlar. Vefa da onlardan öğrenilir kadirbilirlik de…

            İsa Yar’ın Önsöz’ü bir bakıma ruh derinliklerinden bize ışık huzmeleri taşıyor. Daha bir anlamaya çalışıyoruz yazarımızı. “İnsanın dünyevileştiği, kalabalıklaşan mekânlardan herkesin yalnızlığını kuşandığı, konuşulacak, paylaşılacak değerlerin popüler metalar tarafından ötelendiği bir garip zaman diliminde, biz d e kelâma ve kitaba sığındık.” diyen bir yazar bizim fikir kumaşımızı ölçüp biçebilen derinliklere ve geniş ufuklara sahiptir. Son satırlarında gönül ehli dostlara el eder, selâm söyler:

“Demem o ki, yeryüzü gurbetinde yaşadığıma dair, ruhumun hasretini çektiği ötelere varmadan önce, ardımda bir ses kalsın istedim… Hüzün dostumdur diyenlere selâm olsun.”

            Ne denir? Ve aleyküm selâm!

            “GÜNLER GEÇİYOR”

            Yazılar türlü türlü… Şiirden bahseden de var, tarihten dem vuran da… Sosyal hayatın acılı sahnelerine tanık olabildiğiniz gibi kır çiçeklerini doya doya da koklayabilirsiniz. Cemil Meriç’in birer sayha olan sözleri çınlıyor kulaklarımızda. Bazen de iç dünyanın güzelliklerini satıraralarında devşiriyoruz. Velhâsıl-ı kelâm İsa Yar’ın Saklı Sözler kitabında saklanamayan duygular destesi, gizlenemeyen mânâlar bohçası önümüzde, yanıbaşımızda.

            “Yazı Atölyemden” yazısında bir yazarın samimi ifadelerini okurken hepimiz az çok kendimizden bir şeyler buluyoruz. Bu yüzdendir yazarın sıcak ifadelerinin benliğimizi sarması, bizi alıp güzel iklimlere taşıması…

            “Ne haber. Dönüp yazdıklarımı yeniden okuyorum.

            Yaşadıklarımı yeniden yaşamak istediğim anlamına gelmeyen bir okuma bu. Dönüp izlerime bakıyorum. Aynadaki yüzümüz değil bizi en iyi anlatan, biliyorum. Yüzünü sadece aynada görebilecek bir yüzsüzlüğümüz ya da hangi yüzü taşıdığımıza dair bir şüphemiz de olmadı hiç. Yazmak ve yaşamaktı ve hayatın üzerimizdeki tasarrufu yazdıklarımızdaydı.”

            İsa Yar ve eserleri hakkında yazılanları okuyoruz. Fatih Ordu, Muammer Yeşilyurt, Zeki Ordu, Senem Gezeroğlu, Kadir Toprakkaya, Durmuş Bal anlatıyorlar. Güzel insanlar, iyi bir yazarın sevgi çemberinde buluşmuşlar.

            Bu yazı daha çok uzar gider. Ama İsa Yar’ın bir nesriyle taçlandırmazsak vebal alırız. Sizi iyi bir edebiyatçının gönül telimizi titreten müstesna satırlarıyla baş başa bırakıyorum aziz dostlar:

“Günler geçiyor.

Mevsimler, belki yıllar geçiyor.

İstasyondan trenler, açıktan gemiler, yanımdan insanlar geçiyor.

Her birinin içinden kim bilir neler geçiyor… 

Yakın uzak, hısım hasım, tenha kalabalık ne fark eder ki herkes yolunu kendi seçiyor. Seçtiğini zannediyor. Bir Mustafa Kutlu hikâyesindeyiz hepimiz; ne Kutlu tanır bizi, ne biz kendimizi… 

Her insan bir coğrafya! Zirve de içinde, çukur da…

Hiçbir belgeselde göremedik iç insanı, hiçbir haritada çizilemedi içinin coğrafyası; kimyası damıtılamadı devasa laboratuarda, karekökünü hesaplayamadı Nobellik matematikçi… Filozof aklını yitirdi düşünmekten, psikanalist aynadaki yalana kandı. Bütün izm’ler yalandı. Kimi bile isteye aldandı, kimi gölgeyi gerçek sandı. Oysa coğrafyası insanın bir iç mekândı.”

            İsa Yar’ın eserleri aşağıdaki adreslerden temin edilebilir:

Ünye Serüven Sahaf Kitap Kültür Merkezi, Cücür-Fatih ve Zambak Kitap ve Kırtasiye, Endülüs Kitabevi/Samsun

e-posta adresi: isayar@isayar.net; isayar@isayar.com)

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İki Güzel Eser Münâsebetiyle
Ahmet ŞAHİN

       Türkiye’mizin yetiştirdiği değerli şair ve yazarlarımızdan İsa Yar;  “Hüzün ve Sağanak”, “Saklı Sözler” adlı kitapları ile Türk edebiyatına iki güzide eser kazandırmıştır. Türkiye o’nu,  Berceste Dergi’miz ile birlikte Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Bizim Külliye, Somuncu Baba, Lamure, Sükût… gibi Türk umûmî efkârına neşriyât yapan dergilerdeki ve kendi adını taşıyan “internet kürsüsü”ndeki şiir ve yazılarından tanımaktadır.  Velûd kaleminden daha nice güzel eserler beklediğimiz ve şiir ve nesirlerinden istifade edilmek üzere her derece ve türdeki mektep talebelerinin,  geniş çapta da memleket gençliğinin en kısa zamanda bu güzide eserlerle buluşmasını cân-ı gönülden dilediğimiz İsa Yar’ın; bu eserlerinden ilkinde çeşitli mevzûları ihtivâ eden şiirleri, diğerinde ise umûmî ahvâlimize ait müşâhedeleri yer almaktadır.
        Her iki eser de “Şiir Vakti Yayınları”ndan okuyucu ile buluşmuştur. Eserler, yayınevinin ilk eserlerinden olma husûsîliğini de taşımaktadırlar. Türk edebiyatına böylesi iki değerli eser kazandıran İsa Yar dostumuzu can-ı gönülden tebrik ederiz… 
 İsa Yar, maddî ve mânevî olarak kalemini milletinin emrine hasretmiş kadirbilir hakikî münevverlerimizdendir. İsa Yar, şirin vatan köşelerinden Ünye’mizin “Küllük” ve “Buhara” adlarıyla bilinen mekânlarının sürekli müdâvimlerinden; “gözyaşı medeniyeti”mizin sevdalısı has evlâtlarından birisidir. İsa Yar’ın kalemi milletinin bütün dertleriyle hem-hâldir ve bu yüzden memleket mes’elelerine karşı bî-gâne değildir. O, bu toprağın yiğit bir evlâdı ve ‘bizden biri’ olarak meydan yerine atılmıştır. Dahası biz o‘nu, hep mefkûresi olan bir “dâvâ adamlığı” mes’ûliyeti ve tevâzusu içerisinde her zaman samîmî bulmuşuzdur. Zaten, o’nun eserlerinde de bu durumu görmemiz mümkündür. Biz bu yazımızda, o’nun eserlerinden bir-iki misâl zikrederek eserleri hakkında kısmî bir fikir vermiş olacağız.
       İsa Yar, “Hüzün ve Sağanak” adlı kitabındaki Hazreti Peygamber Efendimiz’e (Sellallahü Aleyhi Vesellem) hitaben yazmış olduğu “Efendim” başlıklı [“Na’t-ı Şerîf”] şiirinde; O’na olan aşk ve muhabbetinin hudutsuzluğunu çok güzel ortaya koymuştur. Şairimiz, bu gelimli gidimli dünyada bir “gönül gurbet”çisi olarak çıkmış olduğumuz hicrânlı hayat yolculuğunda elde etmiş olduğumuz sermayemizin ancak bir “beyaz kefen bezi”ne müsâvî olduğunu; yanık bir kalbin, hasret yüklü, öteler işaretli ve hikmet incelikli kelâmı ile pek güzel şiirleştirmiştir:


 Dünya gurbetinde mahzun gönlümüz.
 Terk edip neşveyi, hüzüne geldim. 
 Efendim sen bizim baharımızsın.
 Ah, ahir zamanın güzüne geldim.
 Çevirip yüzümü bütün yüzlerden;
 Yüzümüz yok ama yüzüne geldim.
 Unutup lisanım, sözü tüketip;
 Hep doğru söyleyen sözüne geldim.
 Arası Leyla’yı Mecnun çöllerde;
 Ben aşkın sendeki özüne geldim.
 Denizler gidermez susuzluğumu,
 Gül kokulu suyun gözüne geldim.
Yaktım gemileri, yorgan-döşeği;
Başımı koyacak dizine geldim.
Karışık yollardan, yorgun yıllardan
O kutlu, mübarek izine geldim.
Nefsim ‘varım’ sansın gölge hayatta
Ben ‘beni’ bırakıp ‘bizine’ geldim.

Ömür sermayemi satıp pazarda,
Bir beyaz kefenin bezine geldim…(s.37)

Bizim hiçbir milletle kıyâs kabul etmez şan ve şereflerle dolu bir tarihimiz vardır. İşte o tarihin, muhayyilemizden silinmeyen, nice “şimşek atlarının” ve “nal sesleri”nin gök gürültüsünü andıran yankısı, bugün de bütün canlılığı ile içimizde ve ruhumuzda yaşamaktadır.  Şairimiz İsa Yar, o azamet dolu heybetli tarihin, atalarından tevarüs eden bir evlâdı olarak şanlı mazi’yi bir akıncı ruhuyla hatırlamış ve selâmlamıştır.  Günümüze bakıp derinden derine hayıflanmıştır. Öyle ki; “o atların” sanki bir yerlerde “gizlenmiş” olduklarına vehmederek teselli bulmuştur. Şâirimiz, bu atların zamanı gelince mutlaka ortaya çıkacaklarını hayâllenmiştir. Şâirimiz, bu halet-i ruhiye içerisinde yeniden ulu rüyâ’lar görmüş ve bizlere de bu rüyâ’ları gördürmüştür… Bizce ve aziz milletimizin kavlince de bilinsin ki, milletine ulu rüyâ’lar gördürmeyen şâir, nazarımızda “sahîh şâir” değildir… İşte İsa Yar’ın “O Atlar” adlı, memleket evlâtlarına güzel ümitler hissettiren ve bizi top-yekun şâha kaldıran bir diğer şiiri:

 Kulak ver toprağa nal sesleri var;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.
Rüzgârda derinden nefesleri var;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

Gâhî Bedir, Uhud, gâhî Malazgirt,
Selçukî, Osmanlı, Hâlid Bin Velid;
Yeryüzü boşalmış, akıncı şehid!
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

İçmişler Fırat’tan, Tuna suyundan;
Kayı’dan, Kınık’tan, Türkmen boyundan
Yiğitler tanımış, Oğuz soyundan;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

O rüya yeniden görülemez mi?
Yıkılan hisarlar örülemez mi?
Doludizgin tekrar sürülemez mi?
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

Bekliyor kendinden geçecek yiğit;
Bekliyor bir yerden doğacak ümit;
Genç adam! hazırlan durma, haydi git;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.
O atlar, yarına şahlanmış gibi… (s.24)

İsa Yar, “Saklı Sözler” kitabındaki  “Şiirden Uzaklaşmak” başlıklı yazısında; içinde bulunduğumuz ahvâlimizi “öfke ve hiciv” arası bir ifâde ile çok güzel resmetmiştir. O’nun bu “öfke ve hiciv”inde, dünden bu-güne gelişimizdeki umursamaz tavrımıza bir serzenişli “sitem”, cemiyeti bu hale düşüren mes’uliyet sahibi  “devletlülere” de bir “alarımlı îkâz” mevcuttur:
“Günler geçerken, yaşamak telâkki ettiğimiz sıradanlıktan bize kalan: tortular, yorgunluklar ve sükût-u hayaller… Sığ, sıradan ve renksiz bir hayatı yaşıyoruz.
Hayatın şiiriyeti mi kayboldu; yoksa biz mi şiirden uzaklaştık? Oysa aharlanmış kâğıda ‘mor mürekkep’ ile ‘mavi lale’ çizmek vardı. Mecnunu ve tahammülü çölde bırakıp, ‘kalbi kuşanarak’ yeni seferlere çıkmak vardı. Ef’âlimizi yeni bir lisana tebdil ile kekeme dilimizi beliğ bir avaza icbar edebilirdik. Mutedil olamadı öfkelerimiz. Öfkelerimizi yumuşatacak alanlarımız yok. Mesele/çare arasında mutemet bir sahamız kalmadı. (Bu:  bir dost, insan-ı kâmil veya kendimizle baş başa kalabilmek olabilirdi.) Yani fren mesafemiz yok. Ve tosluyoruz! Çarpıyor; kırıyor, kırılıyor, incitiyor, inciniyoruz…
Hamlelerimiz yarım, irademiz zayıf, sabrımız kısa. Bizi dışımızdan kuşatan, ‘dayatılan’ tarza mukabil; içimizde derin ve sakin bir tevekkülle direnç yok. İç âlemimizi de biz daraltıyoruz. Eşyalaşmış duygularımız var! Nefsimizin dışında her şeyle kavgalıyız.

Güzel ve çirkin hep vardı; lâkin çirkin güzeli böyle perdelememişti. Madde mânâyı, basit mükemmeli, yanlış, doğruyu bu kadar kuşatmamıştı. Bu günün gündüzleri dünün gecelerinden daha mı karanlık; yoksa biz mi kör olduk? O halde, ‘hem tahammül, hem sefer’…
Edepten bihaber edebiyat dersi vermeye kalkan ‘post-modernlerden’ ne kadar bizar olduk. Popüler ‘nesebi gayr-ı sahih’ kültürle hafızası mankurtlaşmış olanlara sözümüz yok! Kelimesi olmayanın düşüncesi, kelâmı nakıstır. ‘sözcüklerle’  kekeleyenler şiiri ‘imge’ye,  metni ‘simge’ye feda ettiler. Bize sesimizi geri verin. Biz şarkın, çocuğuyuz ve gözyaşı medeniyetinin garip varisiyiz. Alın ‘malumatfuruşlukla’ mülemma aklımızı; bize gönlümüzü geri verin! Ve o zaman görün; aşk ne imiş..” (s.32)
Görüldüğü üzere, İsa Yar’ın eserlerinde kullandığı dil yaşayan Türkçe’dir. Her iki eserinde de, derviş meşrep bir gönülden milletimizin gönlüne “sağanak” hâlinde yağan ve gönülleri mesrûr edecek güzellikte pek çok “saklı söz” vardır. Bizce bu sözler, “hakikate erdirici” mahiyet taşıyan ve milletimizin dinî, ahlâkî, edebî, irfânî, millî…his ve hassasiyetlerine uygun birer inci demeti nev’înden mâşerî vicdânın ruhuna fısıldanmışlardır.

Eserlerin Künyeleri

Eserin Adı: Hüzün ve Sağanak
Eserin Yazarı: İsa Yar
Eserin Çeşidi: Şiir
Eserin Dili: Türkçe
Baskı tarihi: Birinci Baskı Mart 2012 tarihini taşıyor. Harika tasarımlı, Şiir Vakti Yayınları arasından çıkan bu kitabın milletlerarası seri numarası: ISBN-978-605-87182-1-0’dır. Eser, 4 bölüm, 82 şiir başlığı ve 80 sayfadan ibarettir. Baskıda gözü yormayan hafif sarı renkli A5 14,8x 21 ebadında kâğıt kullanılmıştır.

Eserin Adı: Saklı Sözler
Eserin Yazarı: İsa Yar
Eserin Çeşidi: Deneme
Eserin Dili: Türkçe
Baskı tarihi: Birinci Baskı Şubat 2012 tarihini taşıyor. Harika tasarımlı, Şiir Vakti Yayınları arasından çıkan bu kitabın milletlerarası seri numarası: ISBN-978-605-87182-0-3’dür. Eser, 3 bölüm, 60 konu başlığı ve 222  sayfadan ibarettir. Baskıda gözü yormayan hafif sarı renkli A5 14,8x 21 ebadında kâğıt kullanılmıştır.

 
*Berceste dergisi / Haziran 2012


SÜKÛT VE YALNIZLIK
Sergül VURAL

Yüreğimiz gizli kalmış bir hazinedir. Bu hazinede sakladığımız nice sırlar, duygular, mutluluklar, umutlar, hüzünler, kederler vb. saklıdır. İçimizde birikenler sözlerle buluşmak için ya bir dost ararız kendimize ya da yazmanın dostluğuna sığınırız. Açığa çıkan “Hüzün ve Sağanak”tan damla damla duygu, düşünce ve sezgisel bir güç yağar üzerimize. Hele kalemi tutan el bir erkeğinse gözyaşları donar kalır gözlerinde. İşte İsa Yar da ilk şiir kitabını böylesi bir halde kaleme almış.
Ben Giderim Yol Kalır( 2000-2010), A’raf(1990-1999), İçimin Sahilinde (1980- 1989), Rubailer ve Mısralar (1980-1983) olarak 4 bölüme ayrılmış 80 sayfalık kitap. Her bölümün yazıldığı tarih aralığından şairin şiir yolculuğunu keşfetmek hiç de zor değil. Çünkü şiirler oldukça samimi ve içten. Kitabın takrizini bir şiirle Bekir Oğuzbaşaran yapmış.
İsa Yar; yâre kavuşamayınca yaralanır, doğuş sancısıyla kıvranır duygu ve düşünce ikliminde. Beyhude çabalarının sonunda gidilecek yerin yine yâr otağı olacağını bilir. Okyanuslara açılır kulaç kulaç. Bilinmeyen bir zamanda “Dibace”(s: 11) ile hasbihal eder, ateş kıvamında. Sabır tükenir, takat kalmaz gönlünde. Sabaha gece artığı düşlerle uyanır.
Mısraların arasındaki sıkı dostlar kimi zaman su sızdırmaz aradan. Kimi zaman sükûta gebe kalır muhabbet, kimi zaman da ürkek bir ceylan gibi çekip gider ardına bile bakmadan. Geriye sadece hatıralar kalır.
Özlemini lime lime eder makasla. Üryan kalır duyguları sevgisizlik denizinde. Yorgun yüzlerde sona erer yol hikâyeleri. Yolculuklar tükenir; istasyonlarda beklemelerin sona ermesi ise yine bir makasçının insafına kalır!
Yalnızlık; demli bir çay kıvamındadır şiirlerin genelinde. Bazen sancılı bir kitapla baş başa konuşur yeni yolculuklarda. Bazen de maziden atiye nice binekler gelse taşıyamaz yalnızlığını. Mâsivâda mâverasız bakışları körleşir. Mescitlerde dua çiçekleri açar ellerinde. Ve şehirler kalır yolculardan geriye. Gün yorgunu, güz yorgunu şehirler… Hafızası, silinmeyen izlerle dolup taşar. Gelip geçenler farkına dahi varmaz şehrin genç kaldığını. Kandillerle aydınlanır “Orta Çarşı”
( s:17).
Heybetli babalar yürür dağ gibi gölgelerde, elleri yılların buruşuğu… Gurbet yorgunu yüreğiyle ömrünün kozasını bitik ikindilerde örer çocuklarıyla.
Sorgular başlar kaleme ve kelama dair. Gömülü kelimelerini çıkarır dil kazmasıyla. Çatışma içinde çatışma, yangın içinde yangın, öfke içinde öfke kaybolur. Gün olur suskunluklar isyana dönüşür, denize bıraktığı bir şişeden umut bekler. Gün olur kumdan kalelerle hayat inşa eder. Sahiller ıssız, limanlar sessiz, şair yine yalnızdır.
“ Doğumla başlayan sancı”(s:21) ölüme dek sürer gider. İlk nefes, ilk ağıt, ilk müjde… Hep yeni bir hayatın uyanışına şahitlik eder anne-babalar. Yoksulluk, yoksunluk… Kardeş otağında “bahar gözlü çocuklar” (s:23)  büyür, biraz akıncı biraz ateşli. Çocukluk terk etmez kimilerini ölüme kadar.
Bedir’den Uhut’a, Fırat’tan Tuna’ya kadar “O Atlar”(s:24)  koşar doludizgin. Rüzgârın bağrında birleşir nefesleri. Toprağın duyduğudur nal sesleri sarsar yeryüzünü. Akıncılar şehittir, akıncılar gazi… Rüya gibi gelir geçerler göklerin altından dörtnala atlar. Doludizgin sürülmeyi bekleyen yenilerini bekler insanlık. Kâh şahlanırlar kâh rahvan…
Uğultulu teselliler çare değildir artık. Şehirler kuytulaşmış sükûtun tenhasıdır, kalabalıkların içinde. Çocukların hikâyesini dinlemez kimseler. İşte bu zamanlarda nehirler öksüz akar.
Yine görmeyen gözler yine sükûta alışık kulaklar, yine yalnızlık. Sonra birden mırıldanır:
“ Sükûtum ihtişamımdır” (s:28)
Kendi derinliğinde kaybolurken kar yağan yüreğini annesinin şefkatiyle ısıtır. Avuçlarında kalan tortulanmış duygular çığlık çığlığadır. Fısıldar:
“Ah! Artık susmalıyım kim anlar lisanımı” (s: 32)
Sonra nesli han gelişli, büşra bakışlı, uzun dalgalı saçlı bir kızla “bahar gözlü çocuklar” bakışır derbeder dünyasına. Kahır yükü hafifler sabrın kucağında. Kendi içinde kendisi eksilir çoğalarak. Hazana doğru yürüdüğünün farkındadır. Baharını saklar hayallerine ve öfkesini yener kendince. Yüzlerden okur okunası ne varsa. Bir merhaba ve bir elvedadır çarpıp böldüğü düşünceler.
Dünya gurbetinde rahmanın sevgilisine dayar gönlünü. O’na sığınır arınmış kefeniyle. İnce sızılarla kanar, damarlarındaki gül kokulu baharla.
A’raf’ta ay ışığıyla aydınlanır tövbesi. Hiçliğe gizlenir varlığı. Loş odasında, yalnızlığına yoldaş olur kitapları, kalemi ve çayı. Cesedinden sıyrılarak huzur arar ruhunun kıvrımlarında. Sevdiklerinden helallik alır. Emeğini helal eder evlatlarına. Bir tek “Aldanış”(s:52)lara sitem eder. Yüzlerdeki maskelerden şikâyet eder; yalan sözlerden, aldatan dillerden rüyalara sığınır. Kaçmak ister yaşadığı taşlaşan şehirden. Usanmıştır sahteliklerden; bu yüzden karmaşasız bir dünyayı arzular. İçinin sahilinde hüzzam şarkıları çalar dalgalar. Aynalarda değişen mevsimleri tefekkür eder ve yineüşür yalnızlıkla.
İçinde yaşattığı dostları vardır, şiirlerini hediye ettiği dostlar… Bekir Dervişoğlu, Vedat Ali Tok, Bekir Oğuzbaşaran, N. Fazıl, Özcan Ünlü…
Sevda acı çekmektir, kavuşmaksa ümit. Sessiz düşüncelere mahkûm eder kendini. Rüzgârında savrulur sırların. “Kıskaç”(s:72)ta kıvranan “fikir arısı”yla tenha bir yerde boşluğa bakarcasına ölmek ister.
“Hüzün ve Sağanak”sona erdikçe geriye derin bir sükût ve yalnızlık bırakır İsa Yar…
***
(Hüzün ve sağanak, İsa Yar, Şiir Vakti Yayınları, Mart 2012, 80 Sayfa, ISBN: 978-605-87182-1-0) 

Berceste dergisi / Mayıs 2102


 


Musa KIROĞLU’nun yazısı 

İyi derecede okur-yazar birisi olabilirsiniz… Eliniz kalemi güzel tutar, harfleri güzel yazabilir… Elinize geçen bir yazıyı su gibi bir çırpıda okuyup bitirebilirsiniz.

İleri derecede kitap okuyan, haftada bir iki kitap deviren iyi bir okur da olabilirsiniz…

Okur-yazar olmak ta, sıkı bir kitap okuyucusu olmak ta çok önemlidir elbette.

Ama bu ikisinin sonrasında bir adım daha vardır ki o çok daha önemlidir… 

Yazmak… Duygularını, düşüncelerini kaleme almak… Kağıda dökmek.

Bunu yaparken de öyle çalakalem değil, başkalarının rahatlıkla okuyabileceği… Okurken beğendiği, okumaktan zevk aldığı şekilde yazmak… 

Okuyucusunun beğendiği, okumaktan zevk aldığı kişi ise artık YAZAR olmuştur.

 Bir İngiliz sözü şöyle der: 

“Bir ülkenin asıl gücünü asker sayısının fazlalığı değil yazar sayısının fazlalığı gösterir.”

Yazar, toplumda önemsenmesi gereken kişidir. Emeğine mutlak surette değer verilmesi gereken, saygı gösterilmesi gereken kişidir. 

İstanbul’da yaşayan bir yazara nasıl saygı gösterilebilir? Alınır kitabı, okunur… Başkalarına da tavsiye edilir. Ancak böyle gösterilir…

Ama bu yazar bizim içimizde, bizimle birlikteyse… Tanışımızsa, tanıdığımız birisi… Aynı yerde yaşadığımız bir hemşerimizse durum değişir… 

Kitabı alınmalıdır, okunmalıdır tabi… Ama gün içinde, saygı ve muhabbeti herkesten daha fazla görmelidir. Sohbetine katılınmalı, sohbetlere davet edilmelidir.

Ben, bizimle birlikte yaşayan yazarlarımızın yeni kitabı çıkanlardan bana ulaşanları bu köşemde zaman zaman ele alıyorum. 

Gelelim Üstat İsa Yar’ın iki kitabına… 

Sn. Yar’ın Hüzün ve Sağanak adlı şiir kitabında duyguları coşmuş… Nehir olmuş akıyor, rüzgâr olmuş esiyor… Bakın bunu nasıl dile getiriyor bir dörtlüğünde;

“Bir volkan kudurur sanki içimde – Yakar şu gönlümü kül eder gibi – Her şey bilinenden başka biçimde – Yaşamak, ölmekten de beter gibi…” 

İsa Yar’ın diğer kitabı Saklı Sözler edebiyatımızdaki sayısı as olan ‘deneme’ türünde bir eser.

Deneme, benim de yazmak istediğim ama bir türlü girmeyi beceremediğim bir türdür. Her ne kadar yazarın özgür olduğu bir tür olarak ifade edilse de dünya edebiyatında deneme yazan yazar sayısı azdır. 

Sn. Yar, cesaret göstermiş bu alanda yazmış. İyi ki de yazmış, harika bir eser çıkmış ortaya…

 

“Her insan bir coğrafya! Zirve de içinde, çukur da… Hiçbir belgeselde göremedik iç insanı, hiçbir haritada çizilemedi içinin coğrafyası; kimyası damıtılamadı devasa laboratuarda, karekökünü hesaplayamadı Nobellik matematikçi… Filozof aklını yitirdi düşünmekten, psikanalist aynadaki yalana kandı. Bütün izm’ler yalandı. Kimi bile isteye aldandı, kimi gölgeyi gerçek sandı. Oysa coğrafyası insanın bir iç mekândı.” 

Denemelerinden bir kesit olarak sunduğum yukarıdaki cümleler Sn. Yar’ın kaleminin bu alanda ne kadar güçlü olduğunu göstermeye yetiyor da artıyor ve İsa Yar Üstadımız içimizdeki hemen yanı başımızdaki değerlerimizden…

 

Yeni çıkan kitaplarından imzalayıp şahsıma da gönderdikleri için teşekkür ediyorum. Ellerine, kalemlerine sağlık…

 

*Ünye Kent Gazetesi

21.03.2012


HABER İSTANBUL

ÜNYEHABER

TÜRKÇESİ

ÜNYEKENT

HABERÜNYE

KADIKÖY LİFE

HİZMET TV

Zeki ORDU “SKLI SÖZLER”     “HÜZÜN VE SAĞANAK”

TAP-EVİ 

Türkiye Gazetesi

gazete6

gazete5

gazete4

gazete3

gazete2

gazete1

 

DARP EDİLEN ŞİİR


.
.

            ”12 Eylül darbesinin siyasi ve toplumsal analizleri pek çok yazıya, romana ve filme yansıdı. Darbenin tekil insan hayatına etkileri üzerinde fazla durulmadı. Oysa bu darbe pek çok insanın hayatında ciddi bir travmaya denk düşüyordu ve insan ruhunun örselenmesi, beraberinde bir dizi psikiyatrik meseleyi getiriyordu.” Böyle diyor şair psikiyatr Kemal Sayar, hüzün hastalığı adlı kitabının “eylül yorgunluğu” bahsinde…

 

            Soruşturmanın merkezini şiir teşkil etmekle beraber, sorularınızın ortak paydası, darbenin, belki iki asırdır nesilleri ve dolayısı ile toplumu etkileyen bir ülke gerçeği olduğudur. Çünkü “darp” edilen şey idari (siyasi) yapı gibi görünse de aslında bütün geçmişi ve geleceğiyle sosyal yapıdır. Toplum, darbenin şokunu zamanla üzerinden atsa bile darbe kalıcı tesirini nesiller boyu sürdürüyor. İtiraf edilmeyen bir korkuyu adeta genetik kodlarla yeni nesiller devralıyor. Adeta darphaneden çıkmış birbirinin tıpkısı banknotlar gibi formatlanmış nesiller, öğrenilmiş çaresizlikle olan biteni umursamadan “birey” olarak hayatlarını “sorgulamadan” sürdürürken, tarihi malumatı iyi “çözümleyen” bazı sancılı kafalar her şeye rağmen farkındalıklarını göstermiyor değil. Bu itirazı ise daha çok şairlerin dilinden takip edebiliriz çünkü şiir bu imkânı barındırıyor. Elbette darbeden kastettiğimiz sadece neslimizin şahitlik ettiği müdahaleler değil, batılılaşmanın önünü açan hamlelerden, mesela “ıslahat fermanından” başlatabileceğimiz uzun süreçte yaşanılan çok şeydir. Biz imparatorluk kaybetmiş bir milletiz…

            Şairlerin rahat insanlar olmadıklarını biliyoruz. Dolayısı ile zaten olmayan rahatının kaçmasından en az şairler çekinir. Öte yandan şair, içinde yaşadığı toplumun iç sesidir. Ancak bu ses darp edilmiş bir toplumda ne ölçüde karşılık bulabilir? “Cenaze olan yerde şarkı söylenmez” diyor Cemil Meriç. Darp edilmiş toplumda rikkatli sesleri işitme, şairin/şiirin mukavemetini dinleme/anlama kabiliyeti adeta palet altında zedelenmiştir. Bu demektir ki şiir darbeden nasibini almıştır. Ortaya “birey şiiri” çıkmıştır. Çünkü insan acı çekmiştir. Şiir zaten “bireyseldir” diyenlere bir sözüm yok ama bu, şiirin neredeyse aidiyetsiz, milletsiz hal aldığını ifade etmemize engel değil. Dil de darp edildiğinden vezin (kafiye değil) ve manadan kopuk, “her anlamda serbest” bir şiir anlayışı dergileri doldurmuştur.

            Yozlaşma zaten bir toplum gerçeğidir! İki asırdır şu ya da bu şekilde darp edilen bir toplum ister istemez beyin/algı sersemliğine uğramıştır. Geçici hafıza kayıpları, mankurtlaşma, değişip dönüşme ya da melezleşme vakidir. Doğal refleksler mefluç olmuş, aykırılıklar kanıksanmış, doğru ve yanlış kavramları istinadını yitirerek yeniden tanımlanmış ya da sorgulanmadan kabul görmüştür. Öte yandan toplum uzun süreli baskı ve tanımlanmamış korkulara direncini manevi dinamiklere yönelerek ve fakat mevcut şartlara da uyum göstermeye çalışarak karşı koyabilmiştir. Bu uyum ise her zaman ve her hususta mümkün olmadığından toplumun dokusu biraz kanserojen özellik göstermektedir. Darbelerle yüzleşme ise derin ve hakiki anlamıyla yapılamamıştır. Aslında bir tabudur…

            Türk şiirinde kuşak kavramı ya da dönemler kesin bir şekilde tasnif edilebilir mi? Edebiyat araştırmalarında, kitaplarda kabul görmüş tasniflere ilave edilecek yeni bir tasnifi edebiyat dergilerine baktığımızda göremiyoruz. En azından şiire dair bir uzlaşma göremiyoruz. Toplum mutabakat ölçülerini yitirdi; her şeyle kavgalıyız, kendimizle bile. Şiirin ne olup olmadığına dair herkes kendince bir şey söyleyebiliyor. Bu tabloda darbelerin tesiri olmadığını söyleyemeyiz çünkü darbe asıl travmayı ferde yaşatır, dolayısı ile şiirin toparlayıcı vasfını darbeler neredeyse bertaraf etmiştir. Darbeseverler insanların marketlerde, konserlerde, stadyumlarda, tatil yerlerinde kalabalık oluşturmalarını kolaylaştırılırken, mesela fikirde, şiirde buluşmalarını tasvip etmemişlerdir. Şairden/şiirden böylece uzak düşen toplumda şiirin kısırlaştığı, ‘şiir gibi’ metinlerin kendine pazar bulduğu söylenebilirse de sahih şiir kendini daima muhafaza etmiştir. Muhafaza etmekle beraber kabuğuna çekilmiştir. Dolayısı ile şair yalnız adamdır ve şiir meydanlardan çekilerek iç sesi duyabilenlerin fark edebildiği bir yerde durmaktadır.

            Türk şiiri, darbelerin dıştan sarstığı ama içten yaraladığı topluma nüfuz ederek, içinden sarsabildiği gün yeni bir tasniften söz edebiliriz…

             İSA YAR

 

Soruşturma Soruları:

Darbeler ülkesi olarak anılmak sanırız toplumu yordu. Hayatımız değiştikçe şüphesiz şiir de ona bağlı değişimler gösterecek. Ümit ederiz hayat kendi mecrasında akarken şiir gelişim gösterir.

Her darbe, toplumun belleğine ve şiire de vurulan bir darbe midir? 

Türkiye gerçeğinde darbeler yozlaşmaya mı yüzleşmeye mi yol açtı? 

Türk şiiri her darbe döneminde kendini yeniden şekillendirmiş midir, yoksa dönüşüm ve değişim tabii olamamış, darbelerin tesiriyle mi olmuştur?

Darbeler şiirimizi kısırlaştırmış mıdır, zenginleştirmiş midir? Darbelerin tesiriyle şiir piyasaya mı inmiştir. Darbeler şiirimizi de toplumu da arabeskleştirmiş midir?

Darbeler, toplumları; korkuyla, tanrıya yaklaştırıyorlar mı yoksa bu toplumsal dönüşümün tabii sonucu mu? 

Türk şiirinde kuşak kavramı üzerinde duranlar demokrasimizde yaşanan kesintilere bağlı bir sınıflama yapamayacaklar. Kuşak kavramı neredeyse darbelerle ayniyet arz eder hal almıştı. şimdi şiirimiz neye göre dönemlere ayrılıp tasnif edilecek, bu gruplandırmadan öte tasnif niteliğini önemli hale getirir mi?  

 Şiir Vakti Dergisi

ŞEFİK ABİ


varsayilan

Gülser abla sitem etmese, belki bu yazı doğmayacaktı. “-Kitaplarını okudum… Şefik abinden bahsetmeni de isterdim.”

Bu söz üzerine düşündüm: hayatımızda iz bırakan ve fakat kendimize yakın bulduğumuz için mi yoksa mahremiyetimizden saydığımızdan mı bilmiyorum, hayatı kayda değer pek çok ismi içimizde sırlıyoruz. Oysa sıradan zannettiğimiz bir hayat hikâyesinin içinde bazen çok güçlü bir karakterin yaşadığını göremiyoruz bile. Belki de her birimiz bir hikâyenin karakteri olduğumuzdandır, kim bilir…

Şefik ağabey, benden birkaç yaş büyüktü.

Bu birkaç yaş farkı ömrün ilerleyen yıllarında kapansa dahi çocukluğumuzda neredeyse boyumuzu aşan bir mesafe demekti. Dolayısı ile çocukluk akranım değildi ama deniz kıyısında yer alan ve o yıllarda birkaç evden teşekkül eden yalı mahallesinin parmakla sayılabilecek ele avuca sığmaz çocukları olarak, “abi” diyebileceğimiz üç-dört isimden birisiydi.

İnsan, zaman ve mekânla kuşatılmış olduğundan, zamanı ve mekânı dikkate almadan yapılan değerlendirmeler eksik kalır. Yalı mahallesi, okçulu ve kovanlı köylerini ayıran derenin denizle birleştiği koyda, her iki köyden sahile ilk yerleşen birkaç ailenin yaşadığı küçük fakat önemli bir yerdi/r. Şefik ağabeyin ailesi de ilk yerleşenlerdendi. Yalı bir mekân olarak, stratejik-coğrafi imtiyazı ile birçok imkânı barındırıyor ve sosyal hayat neredeyse kasaba hüviyeti taşıyordu. Karadeniz sahil yolunun sağladığı ulaşım imkânı önemliydi. İlk ve ortaokulun yanı sıra Kemal amcanın fırını, bakkallar, gazete bayii, hızar atölyeleri, terzi, lokanta, berber, dişçi, köfteci, dondurmacı, ayakkabıcı, demirci, cami, kahvehaneler, balıkçı kayıkları ve çekeği gibi pek çok unsuru bu arada sayabiliriz ki altmışların sonu-yetmişli yılların başlarında bu tablo her yere nasip olmamıştır.

Şefik ağabey, fırıncı Kemal amcanın oğluydu. Altında fırın ve bakkalın yer aldığı konakvarî, enlemesine uzun iki katlı evin meydana bakan bir odası sanırım ona tahsis edilmişti. (Milli bayramlarda okul öğrencilerine heyecanla hamasi şiirler okuyan dedesi Dursun emminin renkli kişiliği bir yana, babası Kemal amca çocukların pek sevdiği bir isimdi ki fırın, belki de bunun için sık uğradığımız bir mekândı. Kemal amca bizi çok mu severdi bilmiyorum ama gelmemize memnun olur, bize şakalar yapar, buna karşılık biz de sıcak ekmekleri rafa dizerek ona yardımcı olmaktan çocukça zevk alırdık. Hamur yoğurma bölümü, pasa bezleri, un çuvalları, kısaca ekmek pişirme ameliyesinin bütün safhalarına Kemal amcanın şefkatiyle vakıf olmuştuk. Teneffüslerde fırınla bitişik bakkala uğrar, elli kuruşa çeyrek ekmek arası helva ve üzerine kaşık ucuyla sürülmüş reçeli afiyetle yer, karnımız doyunca okul bahçesine koştururduk…) Hareketli bir yapısı olan Şefik ağabeyi ise fırında ve bakkalda pek göremezdik nedense. Coşkulu, her an bir kavgaya hazır ataklığı yanı sıra sanırım hassas bir ruha sahipti. Sahilde karavanla kamp kurmuş turistlerle gitar çalarak “muhabbet” eden, birkaç arkadaşıyla okulların açılmasına yakın kırtasiye malzemesi satarak ticarî faaliyet gösteren, yerinde duramayan bir karakterdi.

Ortaokul sonrası ancak bir ay süren, Perşembe Öğretmen Okulunda öğrenciliğim esnasında, Şefik ağabey son sınıfta okuyordu. Aslında daha önce mezun olması gerekirken haşarılığından okulu uzatmıştı. Dolayısı ile kısa süreli de olsa okul arkadaşım sayılır. Onunla ciddi manada irtibatımız sonraki yıllara tekabül eder. Öğretmen okulundan ayrılıp sağlık kolejine geçiş yapınca, köy ile irtibatım ancak tatillerde sürdü. Şefik ağabey ise öğretmen olarak Çayeli’ne atanmıştı. Bu arada 1980 öncesinin bilinen sosyal şartları memleketi öylesine sarmıştı ki, birkaç arkadaşı ile köyde “ülkü ocağı” bile kurmuştu ki mekânın şöhreti mahallin sınırlarını aşmış, haniyse devlet Fatsa’dan, karşı yakadaki Fatsa da bu köyden rahatsız olmuştu. Ben okulu bitirip Ankara’da göreve başlayınca, yine izinli geldiğim zamanlarda denk gelirse görüşebiliyorduk.

Şefik ağabey kendisiydi. Herkes ve her kesimle kolayca kaynaşır, ancak milliyetçiliğini bir kimlik gibi gururla taşırdı. Tanımlamaların ölçeğinde bir dava adamı değildi; adamdı. Hiç değişmeyen yanı bu adamlığıydı. Oysa (meselesi ne olursa olsun) nice dava adamları gömüşlüğümüz vardır ki ortada dava kalmayınca, adamlığı da kalmıyordu! Dolayısı ile Şefik ağabey davadan geçinen, dava alıp satan sıradanlardan değildi. Birkaç yaş küçük olmama rağmen nedense beni görünce önemli biriymişim gibi hürmet ve samimi yakınlık gösterirdi ya da bana öyle gelirdi. Benimle sanki daha çok fikrî mevzularda konuşmak ister, hızla girdiği muhabbetten aynı hızla çıkar, “-yine görüşelim.” der, hareketli sosyal hayatın doğallığına dönerdi. Zaten kimseyle laf yarışına girmez, fikrini kafasında imanını kalbinde taşır, bulunduğu ortamı adeta rahatlatır, herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabullenmiş görünürdü. Bu sebeple hatırı sayılır geniş bir çevresi vardı. Hiç değişmeyen bir özelliği ise mütevazı oluşuydu. Dost, ahbap, tanıdık kim olursa olsun her zaman samimiyetle yaklaşır, yakınlığı muhafaza ederdi. Görevi gereği bir statüsü ve buna bağlı çevresine rağmen o hiç büyümeyen bir çocuktu. Oysa geldiği makamlarda kendisini bir şey zannederek, küçülerek değişen nice tanıdık da gördü bu gözler…

Akranlarına göre geç evlendi; kendisi gibi öğretmen olan, dayımın kızı Gülser abla ile. “Muhtar” Mehmet dayım, Şefik ağabeyin haşarılığının yatışmasını diledi diyelim, nihayet izin verince Leyla ve Mecnun hikâyesine dönüşmesine ramak kala evlenebildiler… Samsun sahra sıhhiye okuluna askeri birliğime teslim olmaya giderken (babamın ricası üzerine) bana refakat etmesi yâd etmeden geçemeyeceğim bir hatıradır. Beni subay akrabasıyla tanıştırmış, güya emanet etmişti. Bir başka hatıra ise, yıllar sonra düğünümüzün (bekârlığıma darbe vuran yıl farklı olmakla beraber, gün 12 Eylüldü) Perşembe halk eğitim merkezi salonunda olmasıdır ki kendisi ile alakası oranın müdürü olmasıdır.

Adana’dan nihayet Ordu’ya atandığımda daha sık görüşür olduk. Bir gün kendisini makamında ziyaret etmiştim. Hoş-beşten sonra heyecanla masasının üzerindeki kitapları göstererek:

“-Senin kadar olmasa da biz de kitaptan kopamıyoruz. Gerçi tamamını okuyamıyorum ama kitap görünce dayanamıyor, alıyorum” derken gözlerinin içi gülüyordu. Çizgisini kitap tercihinde devam ettiriyordu. Bu orta boylu, nispeten zayıf, yerinde duramayan adam, alışılmış “memur/amir” karakterlerine benzemez, statüyü adeta önemsemez, herkese yardımcı olmaya çalışmak bir yana hakikaten yardımcı olur, sahip olduğu vefa duygusunun pek çok eski dostta aşındığını görmenin hüznünü de saklamazdı. Son zamanlarda iyice zayıfladığını fark etmiştim. Bünyesi hassastı, uzun zamandır rahatsız olduğunu lakin umursamadığını biliyordum ama rahatsızlığının ciddileştiğini sonra öğrendim.

Şefik ağabey, ardında iki evlat ve genç bir hayat arkadaşı bırakarak kırklı yaşlarının başında aramızdan ayrıldı. Cenazesine katılan vekil, bürokrat, protokol mensupları, arkadaşları, köylüleri ne hissettiler bilmem ama ıslak bir ılıklıkla bir hatıra gibi kaydı gözlerimden Şefik ağabey. “Büyükağız” dediğimiz yerleşim yeri onun vefatından sonra haniyse tatsızlaştı, tenhalaştı, şevkini kaybetti. Adam gibi adamların bıraktığı boşluk günümüzde daha çok derinleşiyor, sanki. Vefatının üzerinden oniki yıl geçse de “Şefik Uçar” bu isimlerden birisi olarak hafıza ve hatıramızda yerini bütün tazeliğiyle koruyor…

İsa YAR

     

        

SÜKÛT DERGİSİ VESİLESİYLE…


.
.

Ahmet ŞAHİN

 

       Bu fâkiri etraflıca tanıyanlar, millî mukaddesâtımız üzerine kalem oynatmış ve mâşerî vicdânda tâsvip görmüş eski ve yeni her ehl-i kalem sahibini gönülden alkışladığımızı; onlara sahip çıkmayı ve memleket umûmî efkârına tanıtmayı kendimize zevkli bir vazîfe telâkki ettiğimizi yakînen bilirler. Yine bilirler ki, “Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaât” dairesinde ve bu vadide her kim ne söylemişse; o söyleyenin her kelâmından dolayı da kendimizi, kendisinin bir kölesi mevkiînde görebileceğimizi çok iyi bilirler. Bu bakımdan, şahıslar ve onların eserleri ve şahsiyetleri hakkında serdettiğimiz fikirlerimizi mübâlâğalı bulanlar, bizi yeterince tanımamış ve maksadımızı anlamamış olanlardır. Çünkü bu azîz millet, bir türlü “münevver” olamayan “defolu-sahte-aydın”dan ve onların kökü dışarıdaki “kokuşmuş ideolojileri”nden çok çekmiştir. Elbette, millî irfânın yoğurucu gönüllüsü “hakîki münevver”lere sahip çıkmak ise, her şeyden en evvel; millî vicdânın emrettiği millî bir vazîfedir. Şahıslar ve eserleri hakkındaki yergimizin de, övgümüzün de kıstasını belirleyen şey, milletin mukaddesleridir. Bilinmelidir ki biz; bu millete, onun dinine, diline tarîhî örfüne ve an’ânesine gönülden bağlı olan herkesin dostuyuz. Bu sebeple, bir kere daha söyleyelim ki biz; millet aynasından gördüklerimizi olduğu gibi yazıp haykıran hakîkatli bir kalemiz ve inşâ-Allah son nefesimize kadar da böyle kalmaya devam edeceğiz!..

       Ünye’nin Sükûtî kalemlerimizden birisi

olan İsa Yar, kendi ifâdesi ile bir “münzevî” yahut bir “tenha köşe mukîmi”dir. Sessiz ve sakin görünmesine rağmen memleket meseleleri söz konusu olduğunda içindeki “iniş ve çıkışları” hâvî fikirlerini samimîyetle serdetmekten de geri durmaz. Mes’eleri gayet geniş ufuk zâvîyeden ele alarak sabırla değerlendirir ve neticeye mimini koyar.

İsa Yar’da konuşamama sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildir. Bilâkis o, konuştukça açılan bir pervâne gibi hareketlenir ve dahi dinleyenler üzerinde müspet heyecân uyandırır. Bu kabına sığmayan ayaklı kütüphâneyi andıran hareketli ve bereketli adam, hemen her zaman elinde dergileri yahut kitapları olduğu halde, boynunda asılı çantası ile “Küllük” mekânından “muzaffer bir komutan” edâsıyla içeri girerek selâmını verir, hoş-beş faslından sonra o anki mevzû’ya dahil olur.

O’nunla tanışmamız Zeki Ordu sayesinde olmuştu. Şöyle ki: Yeni vazîfe yerimiz Ünye olunca ve Ünye’ye yerleşince İhlas’ın o zamanki Ordu (Türkiye Gazetesi) temsilcisi Yaver Eyüpoğlu’na veda için uğradığım zaman, kendisi bana (-ki Yaver Eyüpoğlu şimdi aynı müessesenin Ünye temsilcisidir ve kendisiyle uzun senelere uzanan bir dostluğumuz vardır-) İhlas Ünye Temsilciliğine uğramamı tavsiye etmişti. Takriben 2001 Senesi Ekim Ayı sonları olsa gerek, İhlas Ünye Temsilciliğinde bulunduğum bir esnâda Zeki Ordu dostumuzla tanışmıştım. Kendisi beni oradan Ünye’nin “Küllük” diye tesmiye olunan çay ocağı mekânına götürmüştü. Burada kendisi gibi Perşembeli olan İsa Yar dostumuz ve diğer “Küllük” müdâvimleri ile tanışmıştım. Bu müdâvimlerin her birinde ayrı bir cevher, cevvaliyet ve kabiliyet bulunduğu benim hemen dikkatimi çekmişti. Bende bıraktıkları ilk intiba, buradaki âdemlerin hemen hepsi ile de sanki çok eskilerden gelen bir tanışıklığımızın var gibi oluşuydu. Belliydi ki, aynı iklimin ve irfânın çocuklarıydık ve 12 Eylül evvelsinin sisli ortamından geliyorduk. Fikrîmiz, zikrimiz birdi ve en önemlisi de biz, kitap okuyan bir nesle mensuptuk. Her birimizin tarihî çaplı müşâhedeleri, dünyevî ve uhrevî düşünceleri vardı. Bu memlekette yüksek sesle söylenecek elbet bizim de fikirlerimiz ve sözlerimiz olmalıydı…

Bu sâikle “Küllük” mekânında hemen her gün bir araya gelir, çeşitli mevzuûlara ilişkin uzun soluklu sohbetlerimizi demli çaylarla beraber hararetle devam ettirirdik. Umûmîyetle memleket mes’eleri girizgâhlı olmakla beraber, mevzû kültür ve edebiyat üzerine devam edip giderdi. Ünye’de bu bâbda bir kültür-edebiyat dergisinin çıkmamasından duyduğumuz burukluğu zaman zaman birbirimize ifâde eder, fakat bu külfetli işe girişmeye de cesaret edemezdik. Zaman zaman bu durumu birbirimizin e-posta adresleri marifetiyle de paylaştığımız olurdu. Hatta, bir keresinde Yahya Cumhur Tapçı “Susmak” başlıklı“ yazısıyla bilgece” bir tavır koyarak: “..boş konuşup havanda su dövmektense hiç konuşmamanın daha iyi olacağını ve şimdi ‘sükût’ etme zamanı olduğunu…” ifâde eder yollu ciddi çıkışını yapmıştı. Bu fâkir de kendisine: “ ‘sükût’ edip bir köşeye çekilemeyeceğini, asıl şimdi konuşması gerekenin kendisi olduğunu, zirâ dâvâsı’nın çilesini çekerek gelen Sayın Tapçı’nın hakîki ‘alperenler’ zümresinden olduğunu…” ifâde etmiştik.

Yahya Bey, sessizce ve derinden giderken; “Çınarın Gölgesinde” adlı bize göre çok başarılı ve ses getiren, görüntülü ve seviyeli mülâkatlar serisine de imzasını atıyordu.

Bu arada İsa Yar, Küllük”çülerden olsun veya olmasın eline geçirdiği ve beğendiği şiir ve yazıları “Küllük” mekânının duvarlarına kupür halinde asar, mekâna girenlerin dikkatlerini çekerdi. Kendisinin, “Küllükte Ahval” başlıklı mizâhî şiiri bunların en dikkat çekeniydi ve hâlâ mekânda çerçeveli olarak asılı durmaktadır.

Hüseyin Yıldıran ile İbrahim Ocak da boş durmamışlar, onlar da birbirinin alternatifi olabilecek mizâhî ağırlıklı renkli duvar gazeteleri çıkarmışlardı. Fatih Ordu ise ustaca onları birbirlerine karşı doldurmakta ve rekabet duygularını kamçılamaktaydı.

Türkiye’nin günlük mes’elelerinin tartışıldığı mekânın en renkli simâlarından birisi de hiç şüphesiz İslâm Ürkmez’di. İslâm Ürkmez, geniş çaplı kültürü ile müktesebâtı olan adamdı ve konuşulanların en son hulâsasını o yapardı.

Günler böyle geçip giderken; Zeki Ordu bu dergi çıkarıp çıkarmama mes’elesinde pek lâf etmez, umûmîyetle dinlemede kalır, sükûtu tercih ederdi. Zeki Bey, “Küllük”te kimsenin olmadığı bir esnâda cebinden katlanmış kağıtlardan oluşmuş bir küçücük defter çıkarmış ve “işte bu bizim dergimiz” demişti. Küçük defterin üzerinde “Sükût Dergisi” yazılıydı ve bunu şimdilik Zeki Bey ile ikimiz bilecektik… Kolay kolay dergi ismi beğenmeyen ben, bu işte apışıp kalmış ve “Sükût” adına itiraz bile edememiştim. Öyle ki derginin adı beni sanki büyülemişti…Ben derginin sahibinin de Zeki Bey’in olmasını kendisine söylemiştim; fakat o, mekânın fiili sahibinin olmasında bir mahzurun olmadığını ifâde etmişti…

Derken takaddüm eden günlerden birinde, mevzû “Küllük Ekibi”nce tartışılmış ve derginin çıkarılması kararlaştırılmıştı. Derginin finansman işini Yahya Bey, Genel Yayın Yönetmenliğini de Zeki Bey üstlenmişti. Bizler de dergiye yazılarımızla destek vermiştik… 2006 senesinin ilk günlerinde Samsun’daki bir matbaada ilk sayımızı çıkartmış, almaya gittiğimizde de çok çok heyecânlanmıştık…

İlk ve sonraki sayılar üzerine M.Halistin Kukul Hocamız, övgüsü ve yergisi ile beraber inceden inceye dergi sayılarını incelemiş, yazılardaki hatalarımızı bir münekkitçi gözüyle tek tek göstermişti.

Dergide pek çok eski imzanın yanında yeni imzalara da yer verilmişti. Bekir Oğuzbaşaran, Vedat Ali Tok, Fatih Ordu, İslâm Ürkmez, Hasan Fahri Dural, Mustafa Şıvgın, Recai Keskin, İbrahim Ocak, Hüseyin Yıldıran, Neşet Naim Öner, M.Halistin Kukul… gibi isimler dergiye değerli şiir ve yazıları ile destek vermişlerdi…

Hattat Mustafa Râkım Efendi özel sayısı ise göz kamaştırıcı bir sayı olmuştu.

Sonra olan olmuş ve dergi 5’nci sayısından sonra o gün bu gün yayınına ara vermiştir… Bir müddet İsa Bey ile Zeki Bey mahalli Radyolarda çeşitli sohbet programları yaparak derginin kapanmasından duydukları burukluğu kısmen de olsa ruhlarında giderme yoluna gitmişlerdir.

Sükût’un nabzını tam beş sayı tutabilmiş, nihâyet başlangıçtaki küçük bir ihmâl neticesinde tersine esen bir uğursuz rüzgârla savrulmuş, hep birlikte ebedî sukut’a dûçâr olmuştuk…

Şimdilerde ise “Küllük Ekibi” olarak bir yandan “Semerkand”ın mânevî ikliminde nefes alırken, bir yandan da Buhara’nın içimizi ısıtan sıcak demli çaylarını yudumlamadayız…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012

BERCESTE_122_k

İsa Yar’ın şiir ve nesir serüveni / BERCESTE


.

TAŞRA’DAN BİR ŞAİR SES: İSA YAR İLE ÖTEDEN BERİDEN…/ Yahya Cumhur TAPÇI     2

İsa Yar ve Eserlerine Dair           / Mehmet Nuri YARDIM    7

İsa Yar’ın Eserlerinde Sükût        / Zeki ORDU      10

BENİM YÂR’İM GELİŞİNDEN BELLİDİR       /Hüseyin YILDIRAN    13

SÜKÛT DERGİSİ VESİLESİYLE…   / Ahmet ŞAHİN  14

İçimizden Bir Yazar     / Musa KIROĞLU     16

,,,

iirvakti

Mevsimlik şiirin en güzel vakti


.

Mevsimlik şiirin en güzel vakti
Şiire ve şaire odaklı yeni bir dergi okuyucularına merhaba dedi.

Nitelikli niteliksiz şiir yazanların ve kitaplarının gün geçtikçe arttığı bir zamanda şiire ve şaire odaklı yeni bir dergi okuyucularına merhaba dedi.

,,,

Şiir Vakti’nin birinci sayısında: Mehmet Aycı, Yelda Karataş, Muhammet Ali Ecevit, Eda Karacaaslan, İsa Tunçbilek,Meral Demir, Filiz Yılmaz,Ayşe Sevim,Tozan Alkan,Eyüp Akyüz,Selim Tunçbilek, İsa Yar’ın şiirleri yer alıyor. Türk şiirin ustalarından yakın zamanda kaybettiğimiz Abdurrahim Karakoç ve ayrıca Didem Madak da unutulmamış. Dergide yer alan yazarlar ise: Çiğdem Oflu, Hasbi Metin, Muhsin İlyas Subaşı, Selim Tunçbilek, Osman Aytekin, Sergül Vural, Alper Yüce. Dergide Mehmet Can Doğan ile Dil, Edebiyat, Kültür ve Kitle Kültürü, şair İsa Yar ile de şair’in Mart 2012 de çıkan kitabı “Hüzün ve Sağanak” üzerine yapılmış söyleşi yapılmış.

Şiir Vakti bu sayısını Çocuk ve Edebiyat’a ayırmış ve dergide bu dosyadan olmak üzere Şair ve Çocuklar bölümü de bulunuyor. Dergide ayrıca Kültür ve sanat haberlerine de yer verilmiş.

Şimdi “Şiir Vakti” diyen dergiye uzun ve hayırlı bir ömür diliyoruz.

İSA YAR ile MÜLAKAT (Berceste dergisi)


 

.

TAŞRA’DA BİR ŞAİR SES:

İSA YAR İLE ÖTEDEN BERİDEN…

 

Yahya Cumhur TAPÇI: Biz sizi biyografilerinizden ve yazılarınızdan az çok tanıyoruz. Bu nedenle siz bize kendinizi nasıl tanıtırsınız? Kendi gözüyle İsa YAR kimdir?

İsa YAR: Zor bir soruyla başladınız Yahya Bey. Kısa biyografi kişi hakkında bir fikir verse bile, bir tarafıyla da insanı örter, saklar. Bu sorunuzun cevabı belki mülakatın sonunda kendiliğinden ortaya çıkar diyelim…

TAPÇI: Değişik dergilerde yazılarınız ve şiirleriniz, yerel gazetelerde köşe yazılarınız yayınlandı, yayınlanmaya devam ediyor. Bir süre yerel bir radyoda program da yaptınız. Ayrıca yazılarınızı yayınladığınız kendi adınıza bir de veb siteniz var. Belki birkaç kitap yayınlayacak kadar yazılarınız hazır. İlk kitaplarınızın yayınlanması neden bu kadar gecikti. Yenilerini de yakında görebilecek miyiz?

YAR: Bu gecikme için birçok sebep sayabiliriz. Yirmili yaşlarımda iken şiirlerimi kitaplaştırmak imkânı doğduğunda ‘çok erken’ olduğunu düşünerek vazgeçmiştim. Sonraları ise yazdıklarımı kitaplaştırmak için aceleci olmadım. Yazdıklarımı edebiyat dergilerinde yayınlamaya devam ettim. Bir yerden sonra kaleme aldıklarımı kitaplaştırmayı ciddi olarak düşündüm hatta istedim ve o zaman bu işin bir piyasası olduğunu gördüm. Piyasayı dikkate almak, piyasada olmak hiç hazzetmediğim bir şey. Edebi çevrelere, özellikle yayınevlerine ne yazık ki bir çocuk saflığıyla baktığımı fark ettim! Çünkü ekseriyeti sadece para kazanma peşindeydi. İçimde bir şeyler kırılıp döküldü. Şunu da ifade edeyim, İstanbul’dan, hakikaten abi mesabesinde gördüğüm bir isim, yayınevi adına görüşmek üzere bizi davet ettiyse de biz gidemedik. Sizin de tanıdığınız, Samsun’da matbaa sahibi olan bir yayıncı kitaplarımızı basma sözü vererek gazetesinde yazmamız için pek ısrarcı oldu. Kabul ettik, bir süre yazdık, bir an geldi gazeteye bazı hususlarda tavır aldım sonra da yazmayı kestim. Dolayısı ile bizim kitaplar da basılmadı.

Uzak-yakın dostlarımız da yazdıklarımızın artık kitaplaşması gerektiğini ısrarla belirtiyorlardı. Bu konuda Vedat Ali Tok’un gayretini zikretmeliyim. Netice itibariyle kitabı bastırıp kurtulmak istiyordum. Kayseri’de, şair-yazar Selim Tunçbilek’in kurduğu ŞiirVakti yayıncılık kitaplarımızı bastı. “Saklı Sözler” benim olduğu gibi yayınevinin de ilk kitabı. Yeni kitaplar hakkında bir şey söylemek için erken. Temkinliyim.

TAPÇI: Biliyoruz ki siz, çok iyi bir okuyucu ve yazarsınız. Okumadan yazı yazılamayacağına göre okuma yazma alışkanlığınızın temelini oluşturan etkenler nelerdir? Sizi yazmaya zorlayan asıl sebepler nelerdir?

YAR: Okur olunmadan yazar olunmuyor elbette. Okuma alışkanlığımız için çocukluğuma kadar inebilirsiniz. Sonrası çok daha fazla bir şey; okur olarak, kitap kaçıp sığındığım liman olmuştur bana… Yazmak ise, sancılı bir süreçtir. Şiir ayrı bir yerde duruyor, ayrıcalıklı. Daha iç. Kanaatimce şairlik delilikten bir şubedir! Deliremediğimiz ya da delirmemek için şiir yazarız. Belki de şiir yazdığımız için aklımızı koruyoruz. Bu söylediklerim, niçin yazdığımın ipuçlarıdır.

TAPÇI: Hayatın iniş çıkışları, zorlukları ve yaşayış tarzı insanları belli bir potaya sokuyor. Siz de ülkemizin değişik yörelerinde görev yapmış, badirelerden geçmiş bir kişisiniz. Buna rağmen yazılarınızın pek çoğuna baktığımızda Ünye bunlar içinde müstesna bir yere sahip. Yazılarınızın çoğunun yazıldığı yer ve hakkında yazdığınız bir ilçe. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz?

YAR: Çünkü burada yaşıyorum. Ama şehir derken burayı kastetmiyorum; şehri kastediyorum. Mekânın insana elbette tesiri vardır fakat üzerinizde hayatınızın geçtiği pek çok yerin tesiri vardır. En son bulunduğunuz yerde de yazsanız, yazdığınız hepsini kapsar. Ünye güzel bir sahil kenti ve bu şehre yerleşeli onbeş yıldan fazla oldu. Öte yandan sahil boyunca doğu istikametine doğru yarım saatlik mesafede Perşembe ilçesindenim. Mekân Karadeniz’in ortak özellilerini barındırıyor. Betonlaşma alabildiğine kuşatsa bile yaşanılası bir yerde yaşıyorum. Bu şehirde oturup sohbet edebildiğim dostlarım var. Ayrıca yılların birikimi olsa da kitabımda yer alan yazıların tamamını Ünye’de kaleme aldım diyebilirim. Dolayısı ile hissiyatımda bu şehrin elbette payı var.

Yeri gelmişken yani Ünye ismini bir edebî sohbette zikretmişken özellikle belirtmeliyim ki bu şehirde kültürel bir faaliyet varsa bir şekilde Yahya Cumhur Tapçı ismi karşımıza çıkıyor. İmkânı elinde bulunduranlar yeterli desteği verseler, bu şehirde edebiyat adına çok daha güzel şeyler yapılabilir. “Uçan fener”den daha önemli şeyler olduğunu bilmeleri kaydıyla…

TAPÇI: Ülkemizde “edebiyat” denilince akla gelen ilk şehir İstanbul oluyor. İstanbul, her yönüyle hepimiz için önemli bir yer. Fakat siz bir edebiyat adamı olarak taşradan haykırıyor, sesinizi duyurmaya çalışıyorsunuz edebiyat çevrelerine. Bu taşradan diğer taşralara sesinizin ulaştığını görüyoruz. Peki, İstanbul’a ulaştırabildiniz mi sesinizi? Sesinizin oralardan duyulması, oralarda da görülmeniz, tanınmanız sizin için önemli mi?

YAR: Sesimin İstanbul’a ulaştığını biliyorum… İstanbul uğultular içinde biraz sağır bir şehir, taşranın sesine. Daha doğrusu bu uğultu biraz da İstanbul’daki taşralıların gürültüsüdür. Kendi görünürlüklerine ve seslerine hayran hepsi…

Sesimin her yere ulaşması peşinde olmadım. Bazen en yakınınıza ulaşamazken sesiniz çok uzaklardan duyulabilir. Bu edebiyat için böyledir. Tanınmak kelimesini ‘bilinmek’ anlamının dışında yani ‘kabul edilmek’ manasında kullanırsak tanınan bir kalemiz tabi. Ayrıca herkesin tanıması gerekmiyor. Edebiyat çevrelerinde çok bilinmek ise günümüzde biraz haddinizi aşmanıza bağlı; buna edebimiz müsaade etmiyor. Taşrada insanlar sanki daha samimi oluyor, metropoller ise insanı kendisine yabancılaştırıyor, hesaplı yapıyor. Çok bilinmeniz için kendinizden taviz vermeniz gerekiyor, hayat zaten aşındırıyor, kendimde kalmak ve içimi korumak istiyorum. Bilmesinler beni, ne kaybederler ki…

TAPÇI: Son dönemlerde genellikle taşradan çokça sesler duyuyoruz. Bakıyoruz ki İstanbul’dan gelen sesler de taşradan besleniyor. İstanbul özelliğini kayıp mı ediyor?

YAR: Aslında taşra da İstanbul da değişiyor, dönüşüyor. Bu kaçınılmaz bir şey. İstanbul içinde taşrayı barındırıyor ama taşraya tesirini kaybetti/kaybediyor. Devlet-i âliye tarihe karıştıktan sonra kültürel anlamda devam ettirdi tesirini. Bu tesir İstanbul üzerinden hayata geçiyordu. İmparatorluk terbiyesi almış ince zevkli, geniş ufuklu ve üslûb sahibi edebiyat adamları sahneden çekildikçe bu tesir iyice zayıfladı. Taşra yani Anadolu belki hâlâ hammadde kaynağı bu manada ama İstanbul merkez olmakla beraber bu madeni cevhere çeviren yer değil artık. Taşra bu merhaleyi de mahallinde tamamlamak zorunda. İstanbul mirasyedi. Ama öyle bir tarihi birikime ve temsil imkânına sahip ki haklı olarak hâlâ gözdedir. Kısacası yeni sesler bütün mütevazılığıyla taşrada ve fakat taşralı değil; İstanbul’a kapağı atınca kibirli ve taşralı bir hale dönüşüyor! Anadolu’da şair ‘alamancıya’ benziyor; taşrada iken İstanbul kokuyor, İstanbul’da taşralı oluyor…

TAPÇI: Bazı çevrelerce edebi bir kitap yayınlamak sanki edebiyatla iştigal edenlerin işiymiş gibi görülebiliyor. Siz bir kamu kurumunda çalışıyorsunuz. Aynı zamanda şiir, deneme vb. yazıyorsunuz. Bunları değişik yayın organlarında ve kitaplaştırarak yayınlıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Mesela herkes şiir yazabilir mi?

YAR: Şöyle mi anlamalıyım: sağlık sektöründe çalışıyorum fakat edebiyat yapıyorum… İnsanların ruhunu darp eden ‘patolojilerin’ şahidiyim ve dolayısı ile müşahedem sahih, konu malzemelerim sahici.

Yazarlık belki tercih edilebilen bir şey ve fakat bence şairlik öyle değil. Yani şiiri tercih edebilirsiniz ama tercihen şair olamazsınız. O bir fıtrat, iklim. Herkes şiir yazabilir; niye yazamasın ki; ama şiir olur mu, bilmem!

Yazmak hususunda şunu söylemeliyim: ben her konuda yazan, yazmayı seven birisi değilim. Bende birikenleri iç dünyamda taşıyamaz olduğumda yazıya taşırım. Aslında yazılarım insan denizine ıssızlığımdan bırakılmış şişedir…

TAPÇI: “Edebiyat karın doyurmaz çay içirir” sözünden çok etkilendiğinizi söylüyorsunuz bir yazınızda; bu söz sizi neden bu kadar etkiledi?

YAR: Az önce yazmak konusunda söylediklerimi teyit eden bir söz olduğu için. Edebiyattan geçinemezsiniz, belki edebiyatçı geçinebilirsiniz çünkü bu çağ ve modernitenin şekillendirdiği toplum düşünen kafaya, hisseden kalbe ve bu çerçevede şekillenen edebi tarza uzak düştü. Uzaklaştı. İnsanımız bedenine gösterdiği ilginin pek azını kafasına ve kalbine göstermiyor. Çünkü tüketim pazarında bir meta değil edebi ürünler. Tüketim pazarında pazarlanan/tüketilen kitaplar ise bu pazarı dikkate alan ancak edebî eksenden uzaklaşmış şeyler. İsterseniz sohbetin burasında çayımızı tazeleyelim…

TAPÇI: Yeri gelmişken “ Saklı Sözler” deneme ve “ Hüzün ve Sağanak” şiir kitaplarınız üzerine konuşalım. Öncelikle bu kitaplar uzun süredir hazır bekliyordu. Neden daha önce yayınlamadınız? Beklediğiniz ilgiyi gördü mü? 

YAR: Konuşmamızın başında bu konuya biraz değinmiştik. Şunu ekleyebilirim: biz hayallerini erteleyen bir nesle mensubuz. Yine biz baharına eylül gölgesi düşmüş ve bir kırılmanın tam ortasında kalakalmış çocuklarız. Bizden öncekiler darp edildiler; bizden sonrakilere atılan format bizde tutmadı, bir hafızanın eşliğinde ‘yatağına kırgın akan ırmaklar’ gibi sessizce aktık içimizde. Dışımıza anlatamadık derdimizi, anlatamazdık çünkü biz derinliği olan kelimelerle konuşuyorduk, kelimelerini kaybeden kalabalıkların sağırlığı bizi tedirgin etmiş de olabilir. Neticede yazdıklarımızın kitap halinde bütünleşerek dağınıklıktan kurtulması gerekiyordu. Adeta üzerimden atmam gereken bir yük haline gelmişti. Kitabın doğru okura ulaşabilmesi için dağıtım imkânına sahip yayınevlerince basımını bekledim. Yayınevlerinin piyasaya göre şekillenmiş tavırlarından umudumuzu kesip, kitabı kendimiz bastırdık.

İlgiye gelince… Üç ay önce piyasaya çıkan kitaplarımın ilgi görmediğini söyleyemem ama edebî çevrelerin ilgisini zaman gösterecek. Kitabın doğru okura ulaşması açısından dağıtım mekanizması önemli fakat mesela yemek ve fal kitaplarının bile sahip olduğu bu imkândan mahrumuz. Ancak Sipariş edenin adresine gönderebiliyoruz. Zaten pazarlama derdinde değiliz.

Öte yandan yayınevi vasıtasıyla ve tarafımızdan kitaplar edebî çevrelere ulaştırıldı. Değerlendirmeler nasıl olacak; bekleyip göreceğiz. Ben Tanpınar değilim ki bir ‘sükût suikastından’ bahsedeyim…

 TAPÇI: “Hüzün ve sağanak ” adında topladığınız şiirlerinizin sağlam bir temele dayandığını görüyoruz. Aynı zamanda kendi tarzınızı da oluşturmaya çalıştığınız belli oluyor. Geleneksel Türk şiiri ve günümüz Türk şiiri arasında kendinizi nerede görüyorsunuz? Günümüz Türk şiiri hakkında kısaca neler söylemek istersiniz?

YAR: Kitabın önsözünde belirttiğim gibi, bu konuda bir iddia ile ortaya çıkmadım. Poetikam şu, şiirde tarzım bu derdinde olmadım. Okuma kaynaklı beslenmemizden, beğenilerimizden ve üslûbumuzdan bir tercih kendiliğinden ortaya çıktı. Şiirde yapılan tanımlamaların, tasniflerin ışığında ve mukayese yoluyla şiirimiz bazı tarzlara yakın/uzak bulunabilir. Kurgulayarak yazmadım şiirlerimi; içimden nasıl geldiyse ve fakat elbette bir edebî anlayışın ölçüsüyle ortaya koydum. Şekil olarak karakteri hece ve serbesttir şiirimin ama iç ahenk ve elbette manaya daha önem veriyorum. Bunu değerlendirmeyi size/edebiyat çevrelerine bırakıyorum.

Günümüz Türk şiiri hakkında ne diyebilirim. Tarzı ne olursa olsun bir tarafıyla geleneğe yaslansa da günümüz şiiri ağırlıklı olarak ‘birey’ şiiridir. Çünkü insanı ezen, yalnızlaştıran bir tarafı var çağın. Çağı sorgularsak günümüz şiirini daha iyi anlarız…

TAPCI: Şiir üzerine daha çok konuşmak isterdim fakat değişik dergilere verdiğiniz mülakatlarınızda şiirleriniz üzerinde değerlendirmelerde bulunmuşsunuz zaten. Biraz da “Saklı Sözler” denemeleriniz üzerinde konuşmak istiyorum. “Saklı sözler ” kitabınızdaki yazıları çok mu uzun süre sakladınız? Sakladığınız başka sözler yok mu? Ne zaman aşikâr edeceksiniz?

YAR: Belki saklanan bendim. Taşrada yaşamak da uygun bir zemin teşkil etti. Ben kendimi kendimden bile sakladım bir anlamda ama her şeyi içinizde hapsedemiyorsunuz. Yıllarca işyerinde beraber çalıştığım bir arkadaşım dergide şiirimi görünce çok şaşırmıştı! Çünkü adamla edebiyat üzerine sohbetimiz olmamıştı. Dışarıda ise bizi şair kimliğimizle bilenler mesleğimizi öğrendiklerinde şaşırıyorlar! Demem o ki edebiyat iklimi başka bir şey. O iklimin aşinası olmayana ne söyleseniz anlamsız. Hayatımız böyle bir çevrede geçiyor. İnsanların gündemi başka; Toki’dir mesela, evdir, arabadır, siyaset, spor, işleriyle alakalı basit şeylerdir. Sizin gerçekliğiniz bu çerçevenin dışındaysa divane âşık gibi kalırsınız ortada. Erbabı dışında herkese saklıdır bizim sözlerimiz. Kitaplaştırmak anlamında soruyorsanız, yoğurdu biraz daha üfleyeceğim…

TAPÇI: “Deneme” yazarları ve eserlerine de sıkça rastlıyoruz son zamanlarda. “Saklı Sözler” kitabınız da bunlardan biri. “Deneme” yazma hakkında neler söylemek istersiniz?

YAR: Deneme, yazarın en rahat ve serbest olduğu edebî tarz. Bilindiği gibi yazıda ileri merhale gerektiren ve temsilcisi çok da olmayan bir tarzdır. Gerçi yazdıklarına, hiçbir tanıma uymayınca “deneme” diyenler de yok değil. Belki bu metinlere denemeye yaklaşan metinler demeliyiz. Nesirde “deneme” hakikaten ustalık ve üslubu muciptir. Deneme yazarları bile her yazdıklarına deneme dememişlerdir. Nesirde diğer edebî türler kendi ölçüleri içinde daha kolay tanımlanır ve sınırları bellidir; makale, sohbet, fıkra, hikâye, roman gibi… Deneme düz yazıda daha fazlasıdır. Daha serbest, samimi ve derin. Eğer anlatacağınız şeyi, söylemek istediğiniz meseli bir tabloda hakiki renkleriyle tasvir etmek isterseniz denemenin imkânını kullanacaksınız. Kaleminiz ressamın elindeki fırça gibi olacak, kelimeler, cümleler tasvir edilenin bütün renklerini temsil edebilecek tonda yer alacak yazıda… Deneme böyle bir şey ve ben deneme tarzını seviyorum. Gerisi tabloyu okuyana kalmış.  

 

TAPÇI: Türkçeyi çok iyi kullanan ve Türk diline çok önem veren biri olarak son devir yazılarında ve şiirlerinde kullanılan dil hakkında neler söylemek istersiniz?

YAR: Bir dil yaramız olduğundan bahsedebiliriz. Bu aslında uzun bir bahistir. Kısaca şunu söyleyebilirim: Hitap ettiğiniz toplumun lisanını dikkate alacaksınız lakin aynı zamanda edebî metnin kendi dilini ihmal etmeyeceksiniz. Dilde yapılan tadilatlar ve dolayısı ile kelime kayıplarımız ifade imkânını da daralttı. Doğru kelimelerle uzun/kısa cümleler kurarak ortaya koyduğunuz metin, en derin anlamı dahi anlaşılır kılmalı. Bu manada şahsen derinliği ve çağrışımı olan kelimeleri tercih ediyorum ve dolayısı ile herkes anlasın gibi bir derdim yok. Herkesin anlayabilmesi için sokağın dilini kullanacaksınız ya da belli kesimin anlaması için nesebi bozuk kelimeler seçeceksiniz. Bana göre değil. Mesela: “hayat” gibi diri bir kelime varken niçin “yaşam” sözcüğünü seçeyim? Seçenler gerekçesini bize izah etmeli.

Dil bahsi çok önemli. Daha sade ve güncel sözcüklerle yazabilirim ama o zaman kendimi tam ifade edemeyeceğimi düşünüyorum. Çünkü kelimelerle düşünüyoruz ve yazı düşünceden doğuyor. Yüksek ve derin düşünceyi piyasa sözcükleriyle izah edemezsiniz, anlamı doğru kelimelerle inşa edebilirsiniz ancak. Kelime seçiminde, yazıda dil hassasiyeti göstermeyen piyasa yazarlarına isimleri ne olursa olsun saygı duymuyorum. Bu manada takdir ettiğim kalemlere mukabil saygı duymadığım epey ‘popüler’ kalem var! Önemli bulduğum bir metni dilini tasvip etmesem de sonuna kadar ve dikkatle okurum. Ne söylediği önemlidir benim için. Yazarken ise tercihim dilimdir…

TAPÇI: Her şeye rağmen, yeni nesil okuma yazma heveslisi gençler var. (Allah eksikliğini göstermesin.) Bu gençlerimize neler tavsiye etmek istersiniz?

YAR: Çok kitap okumaktan, hele yazmaktan uzak dursunlar! Şaka bir yana ciddi manada okumak ve yazmak insana bedel ödetir. Bu bedeli göze alamayan gitsin popüler romanlar okusun ve kalemi eline hiç almasın.

Okumayı-yazmayı ciddiye alanlara şunu söyleyebilirim: ‘marifet çok kitap okumak değil, iyi kitabı çok okumaktır’ sözünü yabana atmadan, seçici olmaları, uyanık bir şuurla okumaları, okuduklarını idrak etmeleri öncelikleri olmalı. Haddini bilerek hudutlarını genişletmeleri, önce edepli olmaları, tevazuu bilmeleri ve fakat müktesebatları nispetinde sahip oldukları birikimin hakkını vermeleri… Kalemlerini satmamaları, kiralamamalarını, Üç kuruşluk dünya için takla atmamalarını yani tavır sahibi olmalarını tavsiye ederim. Ama öncelikle ve özellikle lügat okumayı gerektirse bile kelimelerini çoğaltmalarını, lisanlarına hâkim olmalarını tavsiye ederim…

 

TAPÇI: Son olarak ilave etmek istedikleriniz var mı?

YAR: Biz sözümü söyledik. Zamanı gelince söyleriz de. Sizinle mülaki olmanın zevkini bize bahşettiğiniz için teşekkür ediyorum.

TAPÇI: Asıl biz teşekkür ederiz.

*Berceste dergisi / sayı 122 / Ağustos 2012

 

mlakat2

İSA YAR ile MÜLAKAT (ŞiirVakti dergisi)


 

ŞİİRVAKTİ DERGİSİ
İSA YAR’A
“Hüzün ve Sağnak”ı SORDU

1.      ŞiirVakti: İsa Yar’ı okura nasıl tarif etmeli bilemiyorum. Onun İçin Arafta bir münzevi mi demeli, yoksa yolculuklara içiyle konuşurken yaslanarak geriye yanında yalnızlıktan başka bir şey almayan biri mi, ‘özünden bağını keserken’ ‘Yol hikâyesidir yaşamak’  derken şiirlerden yola çıkarak doğuştan başlayalım anlatmaya kendimizi derim. Bize ağır bir yük olan şairin hayatı nasıl yön almış şiire onu elbette okur da merak eder derim?

Bir insanın kendisini anlatmasının pek kolay olmadığını düşünüyorum. Yazdıklarımızdan yola çıkılarak yöneltilen “İsa Yar” kimdir sorusunun cevabı elbette yazdıklarımızda mündemiçtir. Zaten her birimiz cevabını arayan bir soru değil miyiz, yeryüzüne bırakılan? Kundakla kefen arasında temellük ettiğimiz her şeyi ardında bırakıp çekip giden… Biyografik olarak ifade edecek olursak, altmışlı yılların başında 20 Ekim günü dedemin vefatından üç ay sonra ailemin ilk evladı olarak doğmuşum. Karadeniz sahilinde, Ordu’nun Perşembe ilçesi Okçulu köyünde geçti çocukluğum. Deniz ile derenin birleştiği ve “Büyükağız” adıyla meşhur koy’a bakan hafif meyilli arazide, çocukluğumun o uzak ülkesinde, müstakil bir Karadeniz evinde büyüdüm. Denizin mavisi, bahçelerin yeşilliği, fındıklık, mısır tarlası, kırmızı kiremitli –beyaz badanalı evler, dere, kıyıda kayıklar, okul ve sahille beraber kıvrılan karayolu bu tablonun unsurları. Mekânın insana ve insanın mekâna tesirini dikkate alarak söyleyeyim, bu iklimin çocuğuyum.

            İlk ve ortaokulu köyümde okudum. Lise eğitimime Perşembe öğretmen okulunda bir ay kadar devam ettikten sonra oradan ayrılarak yatılı olan Çankırı sağlık kolejine kaydoldum ki o zaman Türkiye’de sahasında eğitim veren üç okuldan birisiydi. Okulu 1979’da Ankara’da tamamladım. Sağlık Bakanlığı kanser daire başkanlığında göreve başladım. Samsun’da askerlik sonrası, Adana ve Ordu’da görevime devam ettim. Yüksek öğrenimi ise mesleki alanda 1993’de tamamladım.

            Ciddî manada Ortaokulda başlayan edebî eserler başta olmak üzere kitap okuma alışkanlığımız hâlâ sürmekle beraber, yazmaya lise yıllarında şiirle başladım. Şiir ve yazılarım o yıllarda İstanbul’da neşredilen dergi ve bir gazetede yayımlanıyordu. 12 Eylül ihtilali sonrası ve hayatın sarkacında galiba içime çekildim. Sadece şiir yazıyor ama artık yayınlamıyordum. O zamanlar günce tuttuğumu da ifade edeyim. Sonra, içimde hapsettiğim adamı artık zapt edemedim. Şiir ve yazılarımızla dergilerde görünür olduk; hâlâ bir tarafımız alacakaranlık devam ediyoruz…

 

2.         ŞiirVakti: Hüzün ve Sağanak ilk şiir kitabı  İsa Yar ismine edebiyat dergilerinden bakınca biraz geç değil mi?

Haklısınız; “o kadar geç ki, erken sayabiliriz” demek geliyor içimden. Vuslat bu güne nasipmiş diyelim. Biz ertelenen bir nesle mensubuz ve erteleyen… Daha önce elbette mümkündü. Yirmiiki yaşımda iken, bir yayıncı şiirlerimi kitaplaştırmak istemiş, çok erken olduğunu düşünerek kabul etmemiştim. Kitaplaştırmayı düşündüğümde ise edebiyat çevresinden dostlarımın tavsiyesi kitaplarımı yayınevi marifetiyle bastırmam yönünde oldu. İstanbul’un bu manada davetine icabet edemedim. Belki mizacım ve yetişme tarzımdan, pazarlıkları, hesaplı davranmayı, kısaca işin siyasasını ve piyasasını sevmiyorum. Bu piyasa bana göre değil. Biraz da “oblomovluk” var tabi! Bu gecikmenin sebebi benim tavrımdan kaynaklanıyor olsa da, ülkemizdeki yayın sektörünün kapital merkezli bakışı ve çıkarını gözetmesinin payı da yok değil. Onlar kazanacağı parayı önceliyor, yazdıklarınızı değil. Popüler olmanız lazım yani… Ya da bir mensubiyetiniz olmalı, bir kadro içinde yer almanız, sırtınızı bir yerlere yaslamanız, ahbap-çavuş münasebetiniz. Bu manada yalnız bir adamım!

Sonra bir yayınevi çıktı, kitaplarımızı basmaya talip oldu. ŞiirVakti yayınları kitabımızın okurla buluşmasına vesile olmuştur. Kitabın basımı öncesi ve esnasında göstermiş oldukları hassasiyet, ciddiyet, yazara ve kitaba verdikleri ehemmiyet takdire şayan. Kim bilir bu işi bu kadar geciktirmemizin hikmetidir; kitabın kaderidir, sanki yayınevi bizi, biz yayınevini beklemişiz…

3.         ŞiirVakti: Şirinizi konuşmaya öncelikle şu tarih algısıyla başlayalım. ‘çekerler elde halat eski hatıraları” derken Yahya Kemal’le bir akrabalık var gibi. Ama söyleyiş ve tespitler size has. Modernite olgusu neden şımarık neden protez bir dolgu. Modernite için Tarihi derinlik bizde yeterince  yok mu? Ya da niçin bu denli yapay görülüyor?

            Hepimizin bir şekilde aidiyetleri var. Mahallinden yeryüzüne, aileden millete, şahsilikten cemiyete, çocukluğumuzdan bu güne bir bütün olarak bakılırsa bunların hepsini öznemizde barındırıyoruz. Şuuraltımıza yerleşenler zamanla şuura yükseliyor. Okumak bir anlamda sesler duymaktır; bu seslerle büyüyorsunuz. Kendi sesinizin bu seslerden unsurlar taşıması bir hafızanız olduğunu gösterir.

            Ben bu kültür ve medeniyetin çocuğuyum. Dolayısı ile aynı düşünce ve hissiyatı taşıyanlarla farklı zamanlarda yaşamış olsak bile özellikle dilin imkânlarını kullanmak bakımından sesimizin yer yer örtüşmesi anlaşılır olsa gerek. Bir manada Türkçe düşünüyoruz. Yahya Kemal yaşadığı dönem itibariyle “bozgunda fetih rüyası” görüyordu. “ezansız semtlerde yetişenleri” dert ediniyordu. Biz ise sonraki merhalelerde, ezanlı semtlerde yetişip de hafızası tahrip edilmişleri görmüş bir nesiliz. Yahya Kemal, dilde ve dolayısı ile sanatta, musikî ve mimaride, ilmin bütün şubelerinde zirveye varmış bir medeniyeti temsil eden ve fakat siyasî ve coğrafî bozgunu yaşamış bir Osmanlıydı; biz ise formatlanmış nesilleriz. Buna rağmen aramızda tahrip edilmiş dahi olsa bir köprü hâlâ var. Dolayısı ile benzeyen yönlerimiz…

            Sorunuza kaynaklık eden “protez orta çarşı” şiiri, Ünye’de şehrin hafızasını kısmen muhafaza eden ve fakat günün renklerini de taşıyan mekândan mülhemdir. Festivalde meydan tepinirken, sükûnet ara sokaklara sığınır. Orta çarşı ise kültürel etkinliklere sahne olur. 40–60 yaş aralığında daüssıla hasreti çeken “beyaz saçlı çocuklar” çocukluk oyunlarını tekrar yaşayarak çocuklaşırlar. Halat çekme bunlardan biridir…

            Araf’tayız. Dedemiz ve babamız, zamanda ve mekânda olan değişimlere bir kopuş yaşamadan şahitlik ettiler. Hayatın yaşanabilirliği ya da anlamı köy-kasaba ve şehirlerde geleneğe yaslanan bir gerçeklikte devam ediyordu. Zahmetliydi hayatları belki ama bizim yaşadığımız anlamda buhranları olmadı. Biz zamanın ve değişimin hızlandığı zamanı yaşadık/yaşıyoruz. Modernite bütün olumsuzlukları ve kimliksizliğiyle toplumu kuşattı ve “bireyi” kendisine ve her şeye yabancılaştırdı. Mekân ve insan hafızasını yitirdi. Yitirilen her değerin yerine protez ve –edebim müsaade etmiyor yoksa başka kelime kullanacağım- nesebi gar-ı sahih unsurlar yerleştirdiler. Modern kavramının bu gün temsil ettiği anlam çok farklı, hatta anlamsız… Modern, klasik olana eklenen yeni bir şey ya da onun yerini alan ve onu geliştirerek temsil ve devam ettiren unsur iken, yani bir evveli var iken artık çığırından çıkan her şeydir. Dolayısı ile sahih değil; suni, yapmacık, köksüz. Farkında olanların yani şairlerin elbette bundan şikâyetçi olmaları çok normal…

4.         ŞiirVakti: Şiirlerinizde ustalarla akrabalıkların izleri belirgin bir biçimde gözüküyor. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Sezai Karakoç izlerini şiirinize bile isteye taşımanızı nasıl yorumlamalıyız? Şiir ve gelenek dediğimizde ne anlamalıyız?

Bu sorunuzun cevabı az önce söylediklerimden anlaşılabilir. Sorunuzda yer alan “ustalarla akrabalık” ifadesi belki bir imayı barındırmıyor, lakin hemen söyleyelim ki biz kimsenin çırağı olmadık. Onlar için ‘büyük ustalar’ tabirini kullanabiliriz. Onların büyüklüğü yalnız şair olmalarından değil aynı zamanda fikirlerinin ulaştığı yüksek seviyeden ve bir anlamda hayatlarını bu yola vakfetmiş olmalarındandır. Bahsettiğiniz büyük isimlerle bu manada akrabalıktan şeref duyarım. Beslendiğimiz damar aynı, bir ruh akrabalığımız olduğu muhakkak. Gelenekten beslenmediğimizi kimse söyleyemez, mezkûr isimler ne ortaya koydularsa geçmişin üzerine inşa etmişlerdir ve fakat müstakildir hepsi. Malum, “şair çağının tanığıdır”. Gittikçe o zirve geçmişten uzaklaşıyoruz, dolayısı ile onlar geçmişe yani zirveye daha yakındılar. O zamanlarda şiire ve şaire verilen paye ile bu günü kıyaslayamıyoruz bile. İzm’ler ideolojilerden ve toplumun hayatından çekildi ama kapitalizm, modernizm ve popülizm her yerde. Onlar derin bir sükûnetten sesleniyorlardı; bizim sesimiz ise uğultular arasında nasıl çığlık olmasın?

Yahya Kemal ve Necip Fazıl’ın eserleri kitaplığımda ilk yer alanlardan. Ahmet Haşim’e yakın ya da uzak değilim; şiirimde sembollerin ağırlıklı olması belki bu intibaı vermiş olabilir. Hüznümüz benzeyebilir. Sezai Karakoç’un şiirlerinin takipçisi olmadım, mesela İsmet Özel’in de. Daha çok, şiir dışında yazdıklarını okudum. Garip şiirinden ne kadar uzaksam ikinci yeniden de o kadar uzağım. Ama hepsi bizim şairlerimiz, bu toprağın insanları. Dolayısıyla ruh akrabamızdır. Türk şiirinin temel taşlarını elbette biliyor, hakkını teslim ediyoruz ama herkes kendisi; ben de… Sahasında büyük isim olan Cemil Meriç’i ciddi manada okudum, nesrime tesir etmediğini söyleyemem. Bir başkasına benzeyebiliriz sadece ya da bir başkası bize. Dediğim gibi, herkes kendisi. Şiir ya da nesirde tesirden hele nüfuzdan kurtulamazsanız kendiniz olamazsınız. Hiçbir sahada statü peşinde olmadım ama kendim oldum! Şiir ve gelenek hususunda ne söylememi istersiniz? Farkında olsa da olmasa da geleneğe bir şekilde yaslanmayan “yeni” yoktur. Geleneğe sırtını dönse dahi bu böyledir. Çünkü varlığını sırtını döndüğü geleneğe borçludur. Bu Şeyh Galib için de böyledir, bilmem kaçıncı yeniciler için de… Dünyaya gelmekle bizim hayatımız başlıyor ama biz bir hayatın içine doğuyoruz. Dolayısıyla bütün şubeleriyle bu hayatın tesirinden azade olmamız mümkün değil, şairseniz ki ben şair doğulduğuna inanıyorum, bu tesir sizde yankısını buluyor. Geleneğin üzerimizde elbette tesiri var ve fakat kendi üslubunuzu, sesinizi buluyorsunuz zamanla.

5.      ŞiirVakit : ‘Şehrin kızılderilisi’  ve ‘nehrin en derin yerinin’ gelenekle ilişkilendirilmesi noktasından sizin şiiriniz bir çığlık gibi duruyor. çağı ile sorunlu bir şairin gelenekten başka sığınacağı limanlar yok mudur? Yunus ve halk şiirinin modern şiirler bağını kurarken şiirin nesini önemli saymalıyız.

            “çağı ile sorunlu olmak” tespitiniz yerinde. Bu konuda yalnız olmadığımı düşünüyorum. Şu yaşadığımız hayata bak! Ne kadar saçmalık barındırıyor. Zihnimizde ve kalbimizde temsil ettiklerimizle bir uyum mu yoksa çatışma mı var. Hayat sürdüğümüz şehirler de öyle. Mesela oturduğumuz apartman daireleri ev midir? Böylesine iç içe geçmiş yakınlıkta öylesine derin uzaklık var ki… Ve insanlar bunun farkında değil gibi. Kurgulanmış bir sosyal hayatın figüranı herkes. İdrakinizle onlardan ayrıldığınızda yalnızlaşıyorsunuz. Konuşamıyorsunuz bile, kelimelerinizin anlamı kalabalığın lügatinde yok. Onlar kelimeleri vitrinde, eşyanın kullanım kılavuzunda, televizyon reklâmlarında, emir ve yasak içeren talimatlarda anlayabiliyorlar. Sizin sözleriniz onlara ulaşamıyor bile. Konuşamıyorsunuz çünkü kelimelerinizden, kurduğunuz cümlelerden uzaklar… Yunus’u anlayamadıkları gibi! Yunus’u çalgı aletleri eşliğinde ilahi formatında “güfte”ye hapsettiler. Mevlana ise dönüp duran biri! Yol tahrip edildi kısaca. Yoldan haberi olmayan yolda dahi olsa yolculuğun farkında değildir. Kalabalık otobanda, caddelerde ama yolda değil. Sadece birkaç dost, sancılı kafa hemhal olabildiğimiz. Halk Şiiri ve modern şiir bağını kurmak diyorsunuz. İnsana ve hayata dokunmalı şiir, diri olmalı. Şiir varsa ortada bu bağ vardır zaten. Şiiri anlayacak ve dolayısı ile bağı fark edecek insanın azaldığını ifade etmek istiyorum. Zemin üstündekilerle kaymış, neredeyse yol kalmamış. Şair, zemindekileri yola çağıran bir yalnız ve a’rafta. Yunus ve halk şiirinin modern şiirle bağını kurmak için yeni şeyler yapmaya gerek yok. Modern şiirimizde zaten var; tema, dil ve mânâ olarak mevcut. Ancak sosyal yapıda, dolayısıyla “birey”de bu anlamın iklimi şairde olduğu kadar yok. İnsanımızın hafızasını inşa edenler bunu mesele edinmedikçe yapacak bir şey de yok.

6.    ŞiirVakti : Şehirden kaçarak insana sığınan bir şiiri kurmak ister  gibi bir yöntemi denemek istediğiniz söylenebilir mi? İnsan şiire sığınaksa başka nelere sığınaktır ve insana kaçış nedendir ? Güzel gözlü şiiriniz nasıl bir insana yol alındığını söylemiş olsa da bu çağın kaçışları nerelere? Şiirimizin gidişi o yönde diyebilir miyiz?  Şiirin tabi bir de huzursuzluğu konu edişi şairini çok yıpratıcı değil mi?

Kaçamıyoruz aslında. Öylesine kuşatılmışız. Şehri değiştirenler, şehrin hafızasını silerken insanı düşünmediler. Şehri yeniden inşa edenler insanın taleplerine sağır. Şehri bir medeniyet mekânı olarak görmediler, çünkü münşi olanların kendi medeniyetleri ile bağı kopuk. Şuursuzca tanzim ettiler kenti. Otoban, kaldırım, market, kanalizasyon, konut siteleri önemsiz demiyorum; nefessiz bıraktılar insanı, nefessiz yani mânâdan uzak. Öte yandan şehirler aldığı göçle bir anlamda kültürel olarak göçtü. Köyü kente taşımaya sosyal politikalarla hala devam edenler, ortaya çıkan birçok problemi mesele bile edinmediler. Orhan Gencebay’ın müziği ile modern şiir arasında bir bağ olmadığını söyleyebilir miyiz?

İnsana sığınmaya gelince… Hangi insana? Bu, bir insan-ı kâmil olabilir ara ki bulasın! Nasip meselesi deyip geçelim. İnsan, fıtratını koruyabildiği ölçüde insandır. Fıtratımı korumaya çalıyorum ya da fıtratıma dönmeye… Bu bir direniş ki insanı yoruyor. Yorulmaya değmez mi? Bu ruh gurbetine geliş gayemiz zaten insan olmak diyebiliriz. Dolayısıyla idealimiz ideal insan olabilmek ki bunun yolu bellidir.

Şiirimde bir yöntem denemek, kurgulamak gibi meselem olmadı. Bir kuyuya düşer gibi düştüm şiire ben, şiirden kaçmak elimde değildi. Tercih edilmiş bir durum değil, bir mecburiyet. Tercih/kurgu olsa oturur şiir yazardım, o bende oluşan bir şey ve sadece kâğıda aktarıyorum. Şiir, kadim zamanlarda öncelikle söz sanatıydı belki, yani bir oyun gibi. Günümüzde ise neredeyse bir çığlıktır şiir. Belki onun için anlaşılmaz ve derbeder. Şahsi ve bencil; günün insanı gibi… İçinde yaşadığımız toplumun ortak değerleri ve bu değerlerin hayata yansımasına baktığımızda bir bütünlükten bahsedebilir miyiz? Yani, satıhta kalmayan, derin ve yüksek bir hissediş, kavrayış ve idrakten söz edebiliyor muyuz? Herkes kendi türküsünü söylüyor! Gittikçe artıyor yalnızlığımız; tenhalaşıyoruz. Düşünen insanın kendisiyle baş başa kalmasına benzemeyen bir “farkındalık” yalnızlığı. Şiirimde bir kaçışın izleri varsa adresinin işareti de vardır. “güzel gözlü körler” bir sitemdir. Suretimize aşina olup da içimizden habersiz olanlara ima vardır o şiirde. “güzel gözlüdürler” çünkü bize dostça bakan aşinalarımızdır. “kördürler”, suretinizi aşıp sizi göremezler. Yakın olmanın böyle bir körlüğü vardır. Pergeli genişletirsek, bizim camiamız “cellâdına âşıktır”, kendi çocuklarını umursamaz! Şairi huzurdan ederseniz, şiiri ile huzurunuzu kaçırır. Şair palyaço değildir ki…

7.       ŞiirVakiti : Kalbinizin yaralarını kanatan nedir? İnsanlık adına kalbi kanatan şiirin erdemi nasıl sorgulanır? Şiirinizin insanlığa bu çerçevede söyledikleri göz ardı edilebilir mi? Dünya coğrafyasına bakınca şiirinizi bir coğrafyaya sığdırmanın mümkün olmadığını  görüyoruz yanılıyor muyuz? Şiiriniz kalbin dışında insanlığın hangi acılarına ait görülebilir veya görülebilir mi?

            Biz kalbi merkeze alan bir medeniyete mensubuz. Gönül bizde var; dolayısıyla biz kalbiz. Yedi iklim üç kıtada izlerimizde bu görülebilir. Ne yazık ki biz icbar edilerek ve kanayarak çekildik coğrafyadan, yeryüzü bunun bedelini ödüyor. Kalbimi kanatan, evimizin içini-coğrafyamızı bize rağmen tanzim eden malum şeylerdir… Öte yandan insan da bir kâinat ve içinin coğrafyası yeryüzünden daha karmaşık, daha derin ve yüce… Mekânın insana, insanın mekâna tesirini göz önüne alırsak, her iki mekânın/coğrafyanın bu yozlaşmış haliyle gönül sahiplerini incitmemesi mümkün değil. Bu tablonun şairin dilinde/beninde tasvir edilmesi “kalbin kanamasından” başka türlü nasıl söylenebilir. Bizde hem-dert, hem-hal olmak tabiri vardır. Biz halleşiriz, helalleşiriz. Şair bigane kalamaz şahit olduklarına. Şair müdahil olandır. Eliyle, diliyle ve kalbiyle… İmanımız, irfanımız, genetik kodlarımız başka türlü olmamızı da mümkün kılmaz. Şiirimiz de bu bahsin dışında değildir. Şiir, (dili farklı da olsa) cihanşümul karakter gösterir. Merkezinde insan vardır çünkü. Şiirde insan içiyle vardır ve dolayısıyla şiirin coğrafyası geniştir. İnsana merhamet nazarıyla bakanlar insanın bütün acılarını yüklenirler. Şair bu yükü taşıyan kimsedir ve bu sebeple biganeler, zalimler, nadanlar nezdinde ağır bir yüktür…

8.      ŞiirVakit : Bu çerçeveden bakınca şiirinizin zaman zaman çevreden kaçarak içine kapandığını söyleyen dizelerinizi nasıl anlamak gerekli? Bu kapanma bir kaçış mı  yoksa yepyeni bir yolculuğa başlangıç mı? Başlangıçsa neyin başlangıcı?

Her ikisi de diyebilirim. Nihayetinde şiir, konusu ne olursa olsun bir iç sestir; dolayısı ile şairinden haber verir. Belki mizacım böyle… Med-cezir hali. İçime kapanık olmamakla beraber, eğer dış ortamın bana kapalı olduğunu, sağır ya da serin olduğunu hissettiğim an çekilirim içime. Şartları zorlamam. Nasıl tezahür ederse etsin tahakkümü sevmiyorum, hürriyetimin kısıtlanmasına tahammülüm yok. Bana ancak inançlarım tahakküm edebilir ki bu zaten içimizin teslim olduğu bir durumdur. Bir iç yolculuğa her zaman ihtiyacımız var; bu yolda ise masivayı terk gerekir. Oysa bu her zaman mümkün olamıyor. Şöyle diyebilirim, ne yazdı isem içimde yaşanmış, olup-bitmiş ya da sürmektedir. Kurgu yoktur şiirimde. Hayatımda olmadığı gibi… Bu tabi hâl, suretin ve suniliğin piyasasında sizi tenha kılıyor. İçinizin iklimi ile dışınızdaki mevsim örtüşmüyor. O zaman şiir bir imkân olarak sizi kuşatıyor ve saklıyorsunuz kendinizi mısralara… Bu bir başlangıç değil, sürdürülen bir şey…

9.     ŞiirVakit: “çoğalıyorum… o halde; parçalanıyorum. böl, her parçamda bul beni…”  Derken neleri bölüyoruz bu neye gönderi içermez? Neleri de gizlemez. Değişen zaman mıdır yoksa  biz miyiz?

            Hayat eşyayı eskitirken, insanı eksiltiyor. İddialarınızdan vazgeçmeseniz de iddialı olma halini sürdüremiyorsunuz. Hayatın anlamı sizin için “var oluşunuzla” alakalıdır. Varlığınızı bu anlam üzerinden inşa edersiniz ve fakat dışınız yani sosyal ortam, sosyal gerçekler başka bir ifadeyle realite alanınızı daraltır hep. Birçok şeyden vazgeçmeye zorlar, sizi size rağmen yeniden inşa eder. Bu inşa sizin özünüzle çatışır olduğunda, kendiniz olarak kalsanız bile aşınırsınız. Hayat sizden tavizler koparır, direnirsiniz hatta yenilirsiniz ve bu mücadele sürüp gider. Zamanın değişmesi bizim dışımızda tecelli eder, zamanla kendimize baktığımızda değişenin biz olduğunu fark ederiz. Eşyaya bakışımız değişir, önceliklerimiz ve pek çok şey ve bu arada değişmemesi gereken, olmazsa olmazlarımızın da değiştiğini fark ederiz. Buna rağmen hiçbir şey zayi olmaz, hafızada mevcudiyetini korur. İçimizde çatışır. Bu tezat bizim parçamızdır. Belki bunun için bizi tanıyanlara bir tarafımız karanlıktır; gördüğü ya da şahit olduğu yanımızla/parçamızla tanır, tanıdığını sanır. Bu sensin der! Sizi, o parça aşinalıktan bütüne ulaşabilirse tanıyacaktır ancak bu da çok az kişiye nasip olur ve biz ona dost diyoruz. Öte yandan mekân da mukim de değişiyor. Bu değişim uyumlu/mütenasip olabildiği gibi, patolojik de olabiliyor. Eşya ile ünsiyeti kaybettik, tüketici kültürü her şey ile bağımızı zayıflattı. İçimiz dışımızla çatışma halinde; böyle bir toplum haline geldik. Şairde muhalif bir damar vardır. Bu damar onun şiirini beslediği gibi, sistem haline gelmiş yanlışlarla çatışma yaşamasına sebep olur. Paye peşinde olmamak gibi bir gaye vardır şairde. Bu bahiste çok şey söyleyebilirsek de, bir soruyla düğümleyelim: bana hayatı rahat geçmiş bir şair gösterebilir misiniz? Rahat, şairin ölümüdür.

10.   ŞiirVakti: Şiir bu toplumun harcıdır görüşüne katılır mısınız? Hüzün ve Sağanakta biz bunları hissettik ne dersiniz?

            Hissettiklerimin ambarıdır “hüzün ve sağanak”, okuyan ne hisseder, bilemiyorum. “Şiir toplumun harcıdır” sözü yanlış değil. Toplumu bir arada tutan, topluluğu millet yapan asli unsurlar şiirin alanı içindedir. Şiir, hangi tarzda olursa olsun, milleti doğrudan etkileyen yanıyla bu tanıma girer. Şairlik herkesin harcı değil ama şiir toplumun harcıdır. Biz türkü söyleyen- dinleyen bir milletiz ki “Türk’ü söyler türküler” sözü boşuna söylenmemiştir. Şiir bu toplumun her şeyinde vardır. Mevlid şiirdir. Türkümüz, marşımız, ilahilerimiz, manilerimiz şiirin şubeleri. Her şair kendi şiirini inşa ederken bu iklimden beslenir. Yani şiir şairden doğsa da toplum tarafından terennüm edilir, paylaşılır. Şiirin toplum nezdinde itibarı o derece yüksektir ki söz sanatlarında en büyük payeyi şaire vermiştir; bu böyledir.

11.   ŞiirVakit : Son olarak yeni çalışmalarınızdan ve şiirin geleceğinden söz eder misiniz. 

            Henüz planlanmış bir çalışmam yok. Plan yapmam. Biraz fevriyim. Kaleme almak istediğim çok şey var aslında. Ama nasıl ve ne zaman kaleme gelir bilemiyorum. Çocukları ve kitapları seviyorum. Gülü sever gibi; dikeniyle. Demem o ki kendi çocuklarını bir insan nasıl sever, biliyorum. İnsan kendi kitabını eline alınca neler hisseder, yazdıklarının kitaplaştığını görünce nasıl bir duyguya kapılır, bilmiyordum. Biraz bunun tadını çıkarmak istiyorum…

            Şüphesiz, yazmaya devam edeceğim. Yazmak, yaşamakla eş anlamlı, kendimi böyle ifade ettiğimi düşünüyorum. Yazmak için yaşamadığım gibi, yaşamak için de yazmıyorum. İçimden nasıl gelirse… Ertelemek bana şunu öğretti: ertelenmiş vâdeler kendi yüküyle geliyor, dönüp geriye bakamıyorsunuz. Büyüklerin dediği gibi: dün geçti, yarın henüz gelmedi; ne yapacaksan şimdi yap…

            Şiire dair çok şey söylendi, söylenecek de. Şiir kadim söz sanatı olduğu gibi şiir istikbaldir de. Tarzı, konusu ne olursa olsun ama şiir olsun. Elbette her yazılan şiir değildir. Okuduğum şiir önce şiir olmalı. Eşyanın insana hükmettiği, teknolojiyi üreten ve pazarlayanların insanları tüketime teşvik ederek köleleştirdiği, insanın kendi hakikatine dönüp bakamadığı bir zamanda yaşıyoruz. Şiir toplumda bir uyaran etkisi gösterebilir mi, bilmiyorum, ama göstermeli. Şirin geleceği, insanın geleceği ile doğru orantılı. Şairler arz etmeye devam edecektir muhakkak ama şiirin sesinin etkili olması için insanların sükûnete ihtiyacı var. Duyabilmeleri lazım. Şairin yalnızlığı da “birey” yalnızlığı değil, Ebu Zer tenhalığı gibi olmalı. Yani meselesi olmalı şairin. Şair rahat adam değildir. Rahatsızlığı da patolojik değildir. Şairin sözü insanlığadır, o sözünü söyler, alan alır. Şiirin konusu ve konumu da insanlığın gidişatından bağımsız olmayacaktır. İnsanlığın ise bir dirilişe ve kendine gelmeye ihtiyacı var. Şiir bu hususta uyarıcıdır. Şair şiire, toplum şaire sahip çıkmalı. Son yüzyılda şiirimizde şekil ve muhteva bakımından büyük değişikliler oldu çünkü dünya büyük değişiklik ve acılar yaşadı. Bu değişim toplumda ve tabi şiirde kendini gösterdi. Bu manada şiirin geleceği biraz da bu iklim değişikliklerine bağlı diyebiliriz. Şiire olan ihtiyaç/hasret artarak devam edecektir kanaatindeyim…

ŞİİR VAKTİ DERGİSİ YAZ 2012iirvakti

BİREYİN POETİKASI


.

Türk Edebiyatında Yeni Dönem

 

            Türk edebiyatında poetika mevzuunda bir hayli makale, eser, inceleme kaleme alınmış olmakla beraber poetika, akademisyen olsun ya da olmasın değerli edebiyatçılar tarafından araştırmaya değer bir konu olmaya devam etmektedir. Öte yandan poetika deyince öncelikle şiir akla gelse de poetikanın sahası geniştir. Mesela mekânın poetikasına kadar genişletilebilir. Ben bu mevzuda bir değerlendirme yapmayacağım. İşaret etmek istediğim bazı hususlara temas etmekle yetineceğim

            Poetika, şairin/yazarın neyi, niçin ve ne maksatla ortaya koyduğunu bilmesidir. Şiire kafa yormasıdır. Bunu açıkça ve ayrıca dillendirmese de eserleriyle anlaşılır kılmasıdır. Yani biz, eserinden yola çıkarak eser sahibinin poetikası hakkında bir kanaate varabiliriz. Eserden yola çıkarak vardığımız kanaat, şayet şair ya da yazar hakkında yeterince bilgiye sahip değilsek, eksik kalabilir hatta yanlış bir hükme de varabiliriz. Çünkü esere ve eserin sahibine, tasnif edilmiş tanımlamaların ve ezberin kolaycı hükümleriyle bakmak çoğu kere alışılmış bir usuldür ve bu sathi bakış pek çok ismi hakkıyla tanımaktan bizi alıkoymuştur.

            Bir başka husus, çok bilinen (tanınan demiyorum, o başka bir şey) ve dolayısıyla kendisine nüfuz etmiş isimlerin tesiriyle bakan okurun, birden fark edemediği kalemlerin farkını keşfetmeleri zaman almış ya da okur farklı isimleri dikkate bile almamıştır. Yeni bir ismi keşfetmek, güvenli okuma alanının dışına çıkmakla mümkündür ki donanımlı olmayı gerekli kılar. Böyle seçici, donanımlı okurlar hep vardır ve fakat günümüzde sayıları okuma oranının artmasına paralellik göstermez. Okur bahsinin günümüz yazarlarının poetikası ile alakası olmadığını kimse söyleyemez. Günümüzde yazarın poetikasını ya da meselesizliğini belirleyen bir unsurdur okur. Buna Pazar da diyebiliriz!

            Yakın zamana kadar Türk edebiyatının çeşitli dönemlerinde tesirini ortaya koymuş edebî akımların arka planında bir poetik anlayış hep olagelmiştir. Müstakil birer kalem de olsalar edebî eser ortaya koymuş isimler ve eserleri hakkında bir poetikadan bahsedilebilmiştir. Şahsi ve farklı bir çizgiyi temsil eden edebiyatçı bile, muhakkak genel anlamda poetik bir anlayışın içinde mütalaa edilmiştir. Edebiyat ve edebiyatçı sosyal yapıdan ve dolayısıyla sosyal gerçeklikten büsbütün kopuk olamayacağına göre, hatta bu yapıya hitap ettiği düşünülürse elbette bir değerler manzumesinin temsilcisi ve sesidir. Öncelikle millet olarak tesmiye edebileceğimiz bu sosyal yapının “değerlerini” edebî kimliğinde temellük etmiş olan eser sahibinin bu çerçevede şekillenmiş, belki ret ve kabul sınırları olan düşünce dünyasının elbette ona poetik bir anlayış sunması kaçınılmazdı. Pergelini bu anlayışa sabitleyip bütün insanlığa hitap edebilecek bir nüfuza erişmesi de mümkündür. Yani Türk edebiyatının geçmiş dönemlerinde edebî akımlar ve bunun temsilcileri ortak bir irfandan, kültürden besleniyor, kabiliyetleri ve imkânları nispetinde varlıklarını ortaya koyuyorlardı. Dikkat edilirse edebiyat tarihimiz kişiler üzerinden değil, edebî anlayış ve akımlar üzerinden anlatılır. İsimler ise bu anlayışların başlatıcısı, takipçisi ya da temsilcisidir. Böyle olmakla beraber her şairin bir poetikası vardır diyemeyiz çünkü hem şiir yazıp hem de şiir üzerine kafa yoran, fikir ileri süren şair sayısı fazla değildir. Necip Fazıl’ın Çile’sinde yer alan “poetika” açıklamaları; Ahmet Haşim’in ‘şiir üzerine mülahazalar’, Sezai Karakoç’un ‘edebiyat yazıları’, İsmet Özel’in ‘şiir okuma kılavuzu’, A. Hamdi Tanpınar’ın değerlendirmeleri bu hususta ilk aklımıza gelenler.

            Günümüze gelince…

            Sosyal yapıdaki hızlı değişimler ve buna bağlı olarak kültür kodlarının geçmişle bağının modernitenin kimliksizleştiren “mutasyonuyla” farklı gelişmesi Türk edebiyatının yeni kalemlerini etkilemiştir. Bu değişimden bir şekilde etkilenmeyen kişi ve kavram kalmamıştır. Geleneğin edebiyatta temsil edilmediğini söylemiyorum. Gelenek, yeniyi doğuran değil artık. Yeni, milli olma vasfını belki sureta temsil ediyor ama özünü temsil etmiyor. “evrensel” olduğu için değil, baskın bir kültürün etkisinde olduğundan bu böyledir. Sosyal yapımız birey toplumuna dönüşmeye başladığından itibaren, batı tipi yalnızlık cemiyeti kuşatmıştır. Dolayısı ile edebiyatın bugününü temsil edenlerin büyük ölçüde anlamlı bir poetikaları yoktur. Buhranlı kafaların poetikası olur, bunalımlı kafaların sadece şiiri. Bu çağın getirdiği bir problemdir. Çağı tanzim edenler ise şairler değildir. Dilsiz bırakılmıştır şair yani kelimesiz. Tedavüldeki sözcüklerle poetikanızı inşa edemezsiniz. Bu çağ hastadır. Demek istediğim şudur ki Türk edebiyatının bugünü temsil eden kalemleri talihsizdir. Hiçbir kalem, zamanının tesirinden azade değildir; geçmiş dönemlerin güçlü kalemleri poetikalarını oluştururken ya da poetikaya ihtiyaç duymazken de dilini anlayan bir cemiyete hitap ediyorlardı. Poetika ise edebî anlayış üzerinden oluşturulur. Mutabık bir edebiyat anlayışının içinde farklı bakış geliştirmektir ya da yeni bir kanal açmaktır poetika. Tüketim toplumunda popüler olmanın ve rahata ermenin yolları dururken bu belalı işe soyunanların aklından zoru olmalı ya da hakikaten bir “meselesi” olmalı…

 

            Türk edebiyatı, sahip olduğu büyük birikimin ve yüksek edebî anlayışın imkânını kullanmaya devam etmektedir. O kadar ki yeni hiçbir şey yazılmasa dahi bu millete yetecek kadar. Keşke dilde bu kadar tahribat olmasaydı… Bir gün, evet bir gün bütün alanlarda yeniden bir diriliş ve inşa başlarsa, Türk edebiyatının bu süreçte katkısı büyük olacaktır. Sadece, toplumun modernitenin çığırtkan uğultusundan kurtulup, edebiyatçının sesini duymaya ve dolayısıyla idrak etmeye başlaması yeterli olacaktır. O zaman bir poetikadan bahsedebiliriz.

            İsa YAR

*Berceste dergisi / Mayıs 2012