imza3

İmza günleri resimleri


 

  

imza9

imza11

imza8imza12

imza6

imza7

imza5

imza10

imza4

imza2

imza13

 imza14

imza15

 

 

imzagnhgrt

imza1

.

24 Mart 2012

Ünye Serüven Sahaf Kitap Kültür Merkezi


fuar23
İl Halk Sağlığı Müdürü Dr. Çetin GÜNDOĞDU ile

fuar19

 

Ünye’den dostlar ile

fuar3

fuar5

(Büyükağız) İsmail Dede İlköğretim Okulu

A

fuar9

fuar20

AKKUŞ İMKB YİBO

fuar21

fuar22

fuar11

Sağlık Müdürlüğünden dostlar

fuar12

fuar24

Ünye’den dostumuz (öğretmen) Ayhan KURU ve ailesi…

fuar4

Kitaplarını henüz bastırmamış bir yazar dostumuz koltuğu kapmış ve imza provasında

fuar13

fuar14

fuar15

İl Kültür Müdür yrd. Sevim Gürdal ve Kültür şube müd. Nevin Acartürk ile…

fuar16

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Öğretmen akrabam Özcan YAR ile

fuar25

ORT Röportaj

fuar26

fuar27

fuar_1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çocuklarımla…

fuar17

Stand komşumuz yazar Nilgün ILGAZ

fuar28

fuar29

Gidelim artık…


1. gün 30.03.2012

Ordu_Kitap_F._6

Ordu_Kitap_Fuar_1_MZA

Ordu_Kitap_F_7

Ordu_Kitap_Fuar_8

Ordu_Kitap_Fuar_12

Ordu_Kitap_F._3

Ordu_Kitap_F_4

Ordu_K.itap_Fuar2

ordu_k_fuar_5

Kitap_Fuar_9

Kitap_Fuar_13

Ordu_1._K._Fuar_3003.2012

 

Ordu_1._Kitap_F_30.03.2012

Ordu_K._Fuar_30.03.2012

SA_YAR_imza_gn

yazar_-okul_buluma_isayar

www.isayar.com

 

ÇIKTIM ERİK DALINA


.
.

 

“çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi” Yunus Emre

 

       Tasavvuf hâldir, yani söz değil. Dolayısıyla ahlak ve kalb ilmidir. Alabildiğine derin ve yüksek. Şiir ise söz sanatıdır ve hâlin lisanı. O da söz sanatında derin ve yüksek.

       Tasavvuf ve şiir arasında kanaatimce böyle bir yakîn var. Mahiyeti itibariyle olmasa bile derinliği, satıhta görünmeyen enginliği ve iç içe daireler şeklinde genişleyerek sureti aşması, bir “iç oluşun” akabinde sükûn bulması gibi. Tasavvuf ki beşeri mükemmel bir tekâmül ile insan-ı kâmil yapar. Bir iç yolculuktur; haliyle yolu, istikameti, yol hali, rehberi, edebi, adabı; ilmi ve irfanı vardır. Şiir ise insanın iç yolculuğuna dair yol hikâyesidir…

       Biz bu yazımızda tasavvufu anlatmayacağız elbette, aynı şekilde şiiri de. Her ikisi ayrı ayrı mütalaa edildiğinde -ki edilmiştir- yazmakla tamam olmaz. Bilineni tekrar kabilinden ifade etmek gerekirse, tasavvuf İslamî bir kavramdır ve kâmil Müslüman’da tezahür eder. Her ne kadar günümüzde tasavvufun hakikatini idrakten aciz din adamı kılığında, seküler düşünen bazı sığ beyinliler anlayamasalar da, ideal insan ve ideal toplumun inşasında tasavvufun müspet tesiri inkâr edilemez. Mesela Osmanlı toplumu böyleydi. Tasavvuf, Osmanlı kültür, terbiye ve ahlâkının vazgeçilmez unsuruydu. Bu hususta ayrıca S. Ahmet Arvasî’nin “ideal insan, ideal toplum” tarifi hemen aklımıza gelmekte. Diyeceğimiz o ki “söyleyen bilmez, bilenler söylemez”. Ancak, tasavvuf ve şiirin birbiriyle irtibatı konusunda bir şeyler söyleyebiliriz. Şiir zaten sözün kanatlanmış hâli, damıtılmışı yani söz olmaktan çıkmış bir üst dil. Belki bu sebeple mutasavvıflar şiiri imkân olarak kullanmışlar ve yine bu sebeple şairler meçhulü kurcalamışlar, kim bilir!

       Şiir, iklimi itibariyle, hâlin lisanıdır. Tasavvuf ise hâldir. Şiir dışında söz sanatları bu halin teşekkülünde icap eden usul ve esasları izah edip gösterebilir ve fakat hâli ifade etmede acze düşer. Bu noktada şiirin ifade imkânı devreye girer. Nihayetinde kelimeler manayı taşıyan kaplardır. Nesirde dilin imkânlarını kullanarak anlamı işaret eder, tasvir yapabilirsiniz. Hâl ise mananın taşkınlığı ve fakat sükûnete saklanmışlığıdır. Bu örtülü ve derin idraki ancak şiirde sembolize eder, dile getirebilirsiniz. Tasavvufun da şiirin de müntesibinde kabz ve bast halleri vardır. Yani tasavvufta salikin yaşadığı seyr, sekr, cezbe hallerini belki bir başka boyutta şair de yaşamaktadır. Çünkü şiir, şairine bir ‘kopma’ yaşatmadan doğmaz. Bu kopma-tecrit olmasa üst dili ya da şiir dilini oluşturamaz. Sözün mazmun’a dönüşmesi, kelimenin kabuğunun zar gibi incelerek adeta mânâyı sarıp sarmalaması ancak ve sadece şairin kendini dıştan tecrit etmesi ile mümkündür. Şairin yaşadığı bu sürecin, tasavvuf erbabının yolculuğuna benzerliği olmadığını söyleyemeyiz. Bu neyi gösterir? Herkes yaşadığının şahididir. Şiir her halde içte yaşanılanı anlattığına göre, derin ve yüksek olanın lisanı şiir olabilir. Öyle de olmuştur nitekim. Öyle olduğu içindir ki “Gül bahçemi gör de baharımı anla” demişler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin “Sana matlûb sensin ey dil gayrı bir söz arama / Sendedir ol görecek yüz taşradan yüz arama” ya da Niyazi Mısrî’nin “Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş” mısralarında ifade ettiği hikmetin derinliğini mesela bir romanda göremiyorsak, şiirin bir ifade imkânı olarak tasavvufa yakın durduğunu kabul etmemiz gerekir. Burada şiiri öne çıkarırken romana ve diğer edebî sanatlara haksızlık ettiğimiz düşünülmesin. Bir berceste mısrada ya da beyitte ifade edebildiğinizi mesela romanda zaman-mekân-vakıa kurgusunda karakterlere yaşatarak, sayfalara yayarak ancak ve belki yapabilirsiniz.

       Tasavvufî şiirler ya da şiirimizde tasavvufî tesir bahsine temas etmeyeceğim. Biliyoruz ki bu hususta hayli vukuflu eserler vardır ve derginin bu sayısında muhakkak tatmin edici yazılar yer almaktadır. Tasavvufun şiirimize çokça tesir ettiğini gerçeğin bir ifadesi olarak söyleyebiliriz ve fakat şiirin tasavvufa nüfuzunu iddia edemeyiz. Çünkü tasavvuf hâl’iyle şair/insan üzerinde müessir iken, şiirin etkisi lisandadır. Değil mi ki “dil” tasavvuftan şiire gönül manasında nüfuz etmiştir. Yani mutasavvıfın tasarrufu kalbe, şairin ise lisanadır. Gerek kadim edebiyatımızda gerek günümüzde şiirimiz bu iklimden beslenmiştir. Divan-Halk edebiyatı ayrımı yapmadan bu tesiri Türk tarihinin Osmanlı asırlarında bilhassa görmekteyiz. Türkülerimiz dahi bu etkinin dışında değildir.

       Yazının başlığından anlaşılacağı gibi, buraya kadar söylediklerimi teyit eden bir şiirden bahisle sözü bağlayalım. Yunus Emre’nin şathiye olarak nitelendirilen ve “çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi” mısraıyla başlayan şiiri tasavvufî hikmetin sembolize edildiği en önemli şiirdir kanaatimce. Yeryüzünü, dağları, denizleri bir haritaya sığdırabildiğiniz gibi, manayı da ancak şiirde remz ile tasvir edebilirsiniz. Şeyhzâde Muslihiddin Efendi, Niyâzî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Ali Nakşbendi Nevrekanî gibi isimlerin şerh ettiği bu şiirin şârihi olmak haddimiz değil. Yunus’un bu şiirde sembolleştirerek ifade ettiği yüksek manayı, şiirin imkânı dışında ifade etmek isteseniz, kitap yazmanız icap eder! Sadece şu kadarını ifade etmeliyim ki tasavvuf da, şiir de insana kendi içinden haber verir. Bu gün şiirimizde bir daralmadan, irtifa kaybından bahsediliyorsa sebebini biraz da bu iklimden uzaklaşmamıza bağlamak lazım diye düşünüyorum. O gümrah ırmakların derinlere çekilmesi neticesidir ki insanı, toplumu, hayatı ve dolayısı ile şiiri etkileyen bir kuralık hükümrandır artık. Oysa afakî ve enfüsî hakikatlerin uzağında bir hayat süren bizler ancak ruhu sıkan şehirlerin beton yığınlarında sokağa çıkar gibi balkona çıkabilir ve en fazla çay içebiliriz…

 

       İSA YAR

*Berceste dergisi Ocak 2012

 

www.isayar.com

 

Sosyolojik Bir Deneme (I)


.

(Modernizmin ürettiği kavramlar: islamcılık, solculuk, milliyetçilik)

 

Hakiki manada istifade edilebilecek muhabbet zeminli sohbetler neredeyse kalmadı artık. İster entelektüel düzeyde deyin ister başka bir şey, sorulara cevap üreten yüksek seviyeli konuşmalar çekildi köşelerden. Adam gibi adamların köşelerine çekilmesi ile bir alakası var mıdır bilmiyorum ama meydan/köşe bütün zeminler böyle. Gündemin/güncelin tuzağına hapsolmuş zihinler, altyapısı tahrip edilmiş kabuller ve buna bağlı içeriksiz muhalif reddiyeler. Neredeyse imanını dahi sorgular hale gelmiş, Müslümanlığını kâfi göremeyen rasyonel/akılcı modernist İslamcılar. Materyalist öğretiyle haniyse kutsal kitap mesabesinde gördükleri “kapital”den kapitalizme geçiş yapan solcular! Globalleşen sekuler ve hedonist kültürün kimliksizleştirerek aynileştirdiği toplumda, içi boşaltılmış kavramlara tutunarak yer yer bozulan bir ezberin izini süren ve fakat evin içinde yaşayanların yabancılaştığının farkında olmayan, olsa bile engelleyemeyen, her halükarda haneyi korumaya memur milliyetçiler…

Modernizmden kastımız nedir? “Modern” yeni bir kavram değil; bütün zamanlarda var olan bir tanımlama. Bu manada zaman/mekân hangi asır ve coğrafyada olursa olsun, hayat sürenler geçmişe nispetle modern telakki etmişlerdir konumlarını. Oysa geçmiş olmasa yaşadıkları an ve imkân da olmayacaktı. Muhakkak ki yarının zaman ve mekânında hayat sürecekler daha modern olduklarını düşüneceklerdir. Böyle iken bu kavramın günümüzde çoğaltılmış farklı anlamı vardır ki çıkış noktası sonuna aldığı ek yani “izm”dir… Bu çerçevede, tarihi sürecini asla ihmal etmeden fikir ve kültür hayatımızı derinden etkileyen, ferdin hayatından devlet mekanizmasına kadar tesir eden, sosyolojik sathiliği ve derinliği olan olgulardan kısaca İslamcılık, solculuk ve milliyetçilikten bahsedebiliriz. Hemen ifade etmeliyiz ki bu suni kavramlar haklı olarak birbirinden farklı, birbiri ile çatışır gibi görünse bile bünyeye dışardan girmiş yabancı ‘antijen’in oluşturduğu ‘patolojilerdir’ ve ortak özellikleri vücudun tahrip olmasında pay sahibi olmalarıdır.

 Modernizm kavramı, tamamı Batı kaynaklı bütün izm’ler gibi değişik kültürlere virüs gibi sirayet etmiş, batı düşüncesinin renklerini, felsefesini mutlak doğru gibi sunup her şeye şüphe ile yaklaşan iman bozucu yapısıyla girdiği dil ve kültürleri bir anlamda devşirmiştir. Böylece kendi ölçülerini terk eden devşirilmiş zihinler, yerli olduklarını iddia etseler de batılı formatın çerçevesi içinde fikr’etmişler ve dolayısı ile çıkış noktaları sahih olsa bile vardıkları bir yer olmamıştır ya da vardıkları “hiçbir yer”dir! Batı, vitrinine koyduğu resim ile arka plandaki sömürgeci ve zalim yüzünü gizlemiştir. Demokrasi, insan hakları gibi kavramların tuvaldeki yansıması ile gerçeğinin aynı olmadığını çok ağır bedeller ödeyerek öğrenen toplumlar bile kendi ölçülerine dönmek yerine şu veya bu şekilde kuşatılmıştan kurtulamamışlardır. Çünkü nesilleri bizzat kendi aydınlarının gafillikleri sebebiyle kendine yabancılaşmış, zihinler bloke edilmiş, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Farkında olanlar ise farklı bloklar halinde tecrit edilmiş, tanımlanmış, ya kontrol edilerek yönlendirilmiş ya da sınırları içinde temerküz edilmiştir.

Bu kavramlar ve buna bağlı izahların sağlıklı anlaşılabilmesi için en az iki asır öncesinden tarihî, siyasî ve iktisadî seyrin izini sürmek gerekir. İnsan, içinde yaşadığı zamanın bir anlamda tutsağıdır. Bu prangadan sıyrılan zihin ancak olan biteni anlamaya başlar. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığı gibi, yeni sayılan düşüncelerin aslında yeni değil kadim düşüncelerin bugüne bakan yüzü olarak anlaşılması iktiza eder. Maddî unsurlarda tebarüz eden tekâmülü ve bilginin çeşitlenerek, çoğaltılarak paylaşımını kastetmiyorum. Bu aynı zamanda, hikmetten beslenen düşünce ve hikemî belagatten uzaklaşmış ifadenin yerini kurgulanmış “bireysel” felsefe ve retoriğin aldığını da işaret eden bir tespittir. Tecrübî ilimlere ait kıstaslar akademik kisveye bürünerek, tecrübe edilemeyen ilmî konularda da beyanda bulunmanın eşiğini aşmış, bedeni/cesedi denek ya da kadavra olarak inceleyen laboratuar kafalı “bilimseller” ruhu ve ruhî olanı da aynı mantıkla tespite, tahlile, analize ve tanımlamaya çalışmışlardır. Kısaca (kelimenin tam anlamıyla) insanı ve dolayısıyla cemiyeti bu laboratuardan görmeye çalışmışlardır. İnsana ve topluma dair ileri sürdükleri tezler ve çözümler insanî olamadığı gibi, insana rağmendir. Bu sakat kafayla sosyal hayat tanzim etmeye yeltenmişler, önce toplumun üst katmanlarını değiştirip dönüştürmüşler ve sahip oldukları iktidar imkânlarının sağladığı karşı konulmaz gücün tesiriyle ve nesilleri kapsayan zamana yayarak toplumun tamamını etkilemişlerdir. Varılan son merhalede görülen odur ki, geleneği temsil edenler, geleneği tahrip eden lokomotife makinist olmuşlardır.

… 

İsa YAR

www.isayar.com

ben

İsa Yar ile SÖYLEŞİ 1 – 2 (GAZETEYERYÜZÜ)


.
SÖYLEŞİ 1

Gazeteyeryüzü: Sizi tanıyanlar ne kadar tanıyorlar bilmiyoruz ama bize biraz kendinizden bahseder misiniz; internet sitenizde yer alan kısa biyografinin dışında İsa Yar kimdir ve edebiyata ilgisi nereden kaynaklanmaktadır? 

İsa Yar : Bu sorunun cevabı biraz da hangi İsa yar’ı sorduğunuza bağlı! Herkesin gördüğünü sandığı, bir mesleğin içinde ömür tüketen kimseyi değil; sanırım şiirinde ve yazdıklarında saklı olanı kastediyorsunuz. Oradan başlayalım. Yakın çevremizde bulunup da bizi sadece mesleğimizden tanıyanlar olduğu gibi, hiç görmeden kalemimizden bilenler da var. Öte yandan dünyamıza nüfuz ederek yakinen tanıyanların oranı nedir, bilmiyorum. Tanınmak gibi bir derdimiz de yok zaten. Hemen ifade etmeliyim ki edebiyata ilgi duyan birisi değilim! Edebiyattan kastınız okumak, düşünmek ve yazmaksa, bu zaten benim hayatım. İlginin ötesinde bir şey yani… Bedel isteyen bir tercih; bir mecburiyet, yeryüzünde niçin yaşadığımla bağlantılı “var oluş” tarzım… Yani edebiyat yapmıyorum, yaptığım şey/yazmak edebiyat oluyor desek daha doğru olur. Belki bir yol hikâyesidir, şuurumuzun uyanmasıyla başlayan bir yolculuk halidir. Bir şeye ilgi duymak, o “şeyin” dışında olmak demektir. İçinde olmak farklı; futbolcu ile seyirci arasındaki fark gibi…

Gazeteyeryüzü: Sizinle bu söyleşiyi yapmamızın sebebi elbette kaleminiz. Bir şairle, yazarla konuşmanın zevkli fakat zor olduğunu düşünerek devam etmek istiyorum. Edebî hayatınız nasıl başladı ve durduğunuz yer aslında olmak istediğiniz yer midir?  

İsa Yar : Tek bir sebep ileri sürmek yanlış olur. Bu daha çok insanın yaratılışı ile alakalı, iç dünyasıyla yani. Okumakla başladığını söyleyebilirim. Zamanla nitelikli ve seçici okumayı lazım kılan sürekli okumak. Sonra her şeyin okunabileceğini öğreniyorsunuz; gördüğünüz, duyduğunuz, şahit olduğunuz her şey… Çoğalan kelimeleriniz, genişleyen anlam haritanız, düşüncenin sizi kuşatması ve idrak, eşyaya bakışınızı farklılaştırıyor, farkındalığınız artıyor tabi ıstırabınız da! Herkes gibi ve rahat olamıyorsunuz. Yani bu işte bir yalnızlık var. Kalem sesiniz oluyor; cümlenizi kuruyor, yazıyorsunuz. Daha derin ve anlamın çoğaldığı anlarda şiir ile buluşuyorsunuz ya da şiir sizi buluyor. Dilinizi anlamayan kalabalıklardan, makineleşmiş bir çağdan içinize ve sesinize sığınıyorsunuz. Aidiyet hissettiğiniz aşina mekânların nasıl da yabancılaştığını fark ederek saklı ülkenize kaçıyorsunuz. Yazmak böyle bir şey ve bunun için…

Bilmiyorum, vardığım yer neresidir ki varmak istediğim yere nispetini bileyim. Bildiğim o ki yaşadığım çağdan memnun olduğum pek söylenemez. İnsana dayatılan bir hayatı sevmiyorum. Kalıplaşmış düşünceleri ve sentetik tezahürleri sevmediğim gibi. Benimkisi yolda olmak… Yolcu nasıl ki yol ile meşgul olmaz, ben de istikametime bakarım. Şahit olduklarım hüzün verse de…

Gazeteyeryüzü: Okurlarınızın beklentisine rağmen şiir ve yazılarınızı henüz kitaplaştırmadığınızı görüyoruz. Bu ertelemenin sebebi nedir ve ayrıca hangi dergilerde yazıyorsunuz. Ufukta kitap görünüyor mu?  

İsa Yar : Önemli olan ufkumuzdan ne gördüğümüzdür, ufukta görünenle ilgilenmiyorum. Kimseden ve bu çağdan bir beklentim yok! Şarkımızı söyleyip gideceğiz; ardımızda bir yaşanmışlık bırakarak. Kitaplarımı kendi imkânımla bastırmayı tercih etmedim; ayrıca edebiyat dünyasında isim yapmış dostlarımızın tavsiyesi de bu yöndedir. Ancak yayınevleri meseleye ticari baktıkları için şiir ve deneme kitaplarına mesafeli duruyorlar. Eseri değil, pazarlanmış ismi öncelikle tercih ediyorlar. Yani, işin bir de “siyasası ve piyasası” var! Kapital eksenli bakışı sevmiyorum. “Zaman keskin kılıçtır” diye bir söz var, demek ki zamanı gelmemiş. Şiir ve yazılarımı daha çok edebiyat dergilerinde yayımlıyorum. Berceste, Türk edebiyatı, bizim külliye, yedi iklim, sükût, yakamoz, yağmur, kültür, Lamure bunlardan bazıları. Sordunuz, söyleyeyim: ufkumda kitaptan başka bir şey görmedim ki! “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım.” diyor Cemil Meriç, öyle… 

Gazeteyeryüzü: Şiir ve yazılarınızda “insan, şehir, yalnızlık, susmak, dert, derviş, şiir, şair, hüzün…” dikkatimizi çeken temalar. Elhasıl neyi anlatır kaleminiz. Bu arada doğu-batı arasına sıkışan insanlığın durumundan bahsedebilir miyiz? 

İsa Yar : Bahsettiğiniz temalar insanı ve hayatı tanımlayan kelimelerdir. Kelimelerle konuştuğumuz gibi, kelimelerle düşünürüz de. Ne kadar kelimemiz varsa ufkumuz o kadardır. Dil bu bakımdan çok önemli. Yahya Kemal’in ifadesiyle “Ağzımızda anamızın ak sütü gibi” olan Türkçeye ne ölçüde vakıfız. Gerek kendimizi ifade etmek, gerekse ifade edileni derinliğiyle, çağrışımlarıyla anlamak için dilimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Yazmak ise dilin imkânlarını kullanmakla alakalı zaten. “Kaleminiz neyi anlatır” diyorsunuz; cevabı yazdıklarımdadır.

Doğu-Batı arasında sıkışmak! Bir kıyasa girmeden sorunuza kısaca cevap vermeye çalışayım. İnsan olarak sosyal hayatımız var; aile, iş, arkadaş, mahalle, şehir dairesini ülke ve yeryüzü kadar genişletebiliriz. Dolayısı ile aidiyetlerimiz var bizi tarif eden/tanımlayan. Hiçbirimiz midye kabuğundan ya da ağaç kovuğundan çıkmadık; mensubu olduğumuz insanlık ailesi içinde bir millete mensubuz. Kısaca bizi tanımlayan, bir medeniyet ve kültürün mensubu kılan, buna bağlı dinî, millî ve mahallî özellikleri olan değerler silsilesinden beslenen kimliğimiz var. Öte yandan yeryüzünde diğer kültürlerle irtibatımız da var. Demem o ki kendisini tanımayana, kim olduğunu bilmeyene Cengiz Aytmatov’un ifadesiyle mankurt derler. Kendisi olamayan başkası da olamaz. Tarihimizi, geleneğimizi, manevî değerlerimizi, millî hassasiyetlerimizi ve şahsiyetimizi bilmeden kendimiz olamıyoruz. Öteki ile (ötekileştirmiyorum) irtibatımız özne mesabesinden çıkarak nesne konumuna dönüşüyor ve kaybediyoruz. Neyi kaybettiğimizi bilsek, herhalde bütün maddi yatırımları durdurur insanımızın şuur ve ruh dünyasını yeniden inşa etmenin derdine düşerdik. Kısaca, bu coğrafyanın efendisi (Türk) derin uykusundan uyanmazsa yeryüzü huzura hasret demektir… 

Gazeteyeryüzü: Bu nasıl olacak? 

İsa Yar :: Şehirden önce insanı inşa ederek. Yollardan evvel kalbi ve kafaları onararak; şaire ve kalem erbabına mühendisten daha fazla kıymet vererek. Ağaçları kesip yerine parke döşeyerek değil, insanlar başını çevirdiğinde gökyüzünü/denizi görmesine engel olmayarak… Yani “üçü bir arada” yerine tekrar Türk kahvesi içebildiğimizde; üç kişi bir araya geldiğinde spor, siyaset ve ticaretin dışında konuşabilecek ciddi mevzularımız olduğunda…

Gazeteyeryüzü: Tam burada sormak istiyorum: eğer bir buhran varsa, bize yol gösterecek yol işaretleri neler olmalıdır? 

İsa Yar : Buhran düşünen kafada olur; günümüzde buhrandan ziyade bunalım var. Mesela modern tıp nasıl yeni patolojiler üretiyor ve tanımlıyorsa, öğretilmiş çaresizlikleri günün insanının. Hizaya gelmeyen, sürüye katılmayan, formata girmeyen “normal dışı” addedilerek bir tecride maruz kalıyor ki bu yalnızlık demektir. Kimse yalnızlığı göze alamıyor. Oysa kalabalıklar içinde başka bir yalnızlığa duçar oluyor, insandan ve kendi gerçeğinden kaçarak tüketici konumuyla pazarekonomisine katkıda bulunuyor. Harcamak için kazanıyor, kazandıkça harcıyor. Asıl harcanan ise bu pazarda insanın kendisi…

Sorunuza gelince, yolda olan yolun farkında olandır. Yolda olmak dahi yola işarettir. Ama kastettiğiniz manada söyleyecek olursak, adımızdan başlayarak kim olduğumuzu bileceğiz evvela. Tarihimizi, coğrafyamızı (ecdat yedi iklim üç kıtayı biliyordu), dilimizi, bütün icaplarıyla imanımızı, medeniyet ve kültür kodlarımızı, büyüğümüzü küçüğümüzü, yâr ve ağyarı bileceğiz. İşaretler her yerde. Ecdadın mirasında. Kütüphanelerimizin raflarında. Mahalli basın dâhil gazetelerde köşe yazarları var; maşallah bilmedikleri yok! Ama sorsak mesela şu isimleri eserlerinden dolayı bilirler mi ya da kaç tanesi ne ölçüde bilir: “Cemil Meriç, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Kemal Tahir, Peyami Safa, Attila İlhan, Erol Güngör, Mümtaz Turhan, Ahmet Arvasî, Rasim Özdenören, Gazalî, Samiha Ayverdi, Tarık Buğra, Mehmet Kaplan, Ahmet Kabaklı… Dostoyevski, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Bahtiyar Vahapzâde… 

Gazeteyeryüzü: Bilirler herhalde, bilmeseler köşe yazarı olurlar mıydı?

İsa Yar : Herhalde! 

Gazeteyeryüzü:  Aslında sormak istediğimiz, konuşabileceğimiz çok şey var. Şiir ve şair mesela. Edebiyata dair pek çok şey…  

İsa Yar : Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir demişler. Daha sonra da söyleşiriz. Çay içebileceğimiz iyi bir yer biliyorum… 

Gazeteyeryüzü: Söyleşi için teşekkür ederiz. 

İsa Yar : Estağfurullah! Biraz mülâkî olduk.

gazeteyeryüzü.com

SÖYLEŞİ 2  

Gazete yeryüzü: gazete yeryüzü okuyucuları sizi önceki söyleşimizden ve yazılarınızdan tanımaktadır. Sizin bilinmeyen bir yönünüz de tez konusu olan şair ve yazarlarımızdan olmanızdır. Daha fazla kelam etmeden hemen soralım: sizin hikâyeniz nasıl başlar? 

İsa Yar: Evet, “nerde kalmıştık” diyorsunuz yani. Hemen ifade etmeliyim ki ‘tez’ konusu olmak, çok da mühim değil. Taşrada yaşayan ve sesini bu daraltılmışlıktan duyuran bir kalem için anlamlı belki, hepsi bu. Yazdıklarımın, sesimin ne kadar dikkate alındığı ile çok da alakadar değilim. Elbette ifade-i meramımızın ma’kes bulduğunu görmek, yansımalarını duymak hoş. Nihayetinde şiir bir iç sestir; mesela yanınızdaki duymaz da pekâlâ uzak iklimlerde yankılanabilir sesiniz. Bu, sesinizin desibelinden daha çok, işiten kulakla alakalıdır. Günümüzde tanımlanmamış bir sağırlık ve bakar körlük vardır nitekim! Bir de idrak meselesidir…

 

Hikâyeme gelince. Belki hepimizin hikâyesi aynı… Aslında her birimiz bir hayatın içine doğarız ve hikâyemiz başlar. İçine doğduğumuz hayat bizim hikâyemizi de belirler;  yola çıkış noktamız olur. Yani biz bir hayata doğarız. Bu hayat, aynı zamanda bir kültür, medeniyet, mekân, coğrafya ve aidiyetler bütünüdür. Bizi, hikâyemizi şekillendiren, tanımlayan da önce bunlardır. Böylece, bizden önce başlayan bir hayatın ‘dâhil olduğumuz’ safhasını yani kaderimizi yaşarız. İçine doğduğumuz hayat bizden önce şekillenmiştir çünkü. Her doğan, yaşanmışın, bir hatıranın içine doğar ve o hatırayı taşır, adını alır, temsil eder, sonra kendisi bir hatıra olur. Kısaca hikâyemi merak edenler yazdıklarıma baksın, şiirim ve yazılarım bir yaşanmışlıktan başka bir şey değildir… 

Gazete yeryüzü: Şiir ve denemeleriniz kültür-edebiyat dergilerinde yayınlanmakla beraber, henüz kitaplaşmadı. Hakkınızda hazırlanan tez adeta ciltli bir kitap hacminde; şiir ve yazılarınızın neredeyse tamamına yakını orada yer alıyor. Yazdıklarınızdan yola çıkarak soruyorum: fikrî zenginliğinizi besleyen damar nereden gelmektedir? Eylül, hangi baharın içinden geçti? 

İsa Yar: Akademik tez konusunda şunu söyleyebilirim. Bir ismin, eserin, konunun tez mevzuu olması, onun ciddiye ve dikkate alındığını gösterir. Tez konusu olan kadar tezi hazırlayanın müktesebatı da önemli; yani bu konuda lisans, yüksek lisans ve doktora tezleri edebî tahlil derinliği açısından farklılıklar gösterir. Her ne ise… 2011 yılında Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendisi de değerli bir şair ve yazar olan akademisyen Bekir Oğuzbaşaran hocanın danışmanlığında talebesi Durmuş Bal tarafından “İsa Yar-hayatı ve eserleri” konulu tez hazırlanmıştır. Galiba şöyle düşündüler: Bu adam eserlerini kitaplaştırmakta tez davranmıyor, biz hakkında tez hazırlamakta acele edelim (gülüşüyoruz)… 

Müktesebatımı öncelikle okumaya, okuduklarımı düşünmeye ve düşündüklerimi yazmaya borçluyum. Öylesine bir okuma değil, seçici ve nitelikli okuma. Cemil Meriç: “insanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” derken kastettiği anlamla örtüşen bir okuma ve fakat orada kalmamak, her şeye ama her şeye anlama çabası ile bakmak… Türk Edebiyatının temel taşlarını, esaslı eserlerini okudum. Öte yandan Batı’nın fikir ve edebiyat alanında önemli isimlerini de buna dâhil edebiliriz. Necip Fazıl ve Cemil Meriç üslûbuma tesir edenlerden. Yazmak ise yaşamakla eş anlamlı; varlığının farkında olmak. 

“baharın içinden geçen eylül” yazıma atıfta bulunuyorsunuz. 12 Eylül darbesinde 19 yaşındaydım. Tam sözümü söyleyecekken, fikirlerim tomurcuklanırken, ömrümüzün baharında farkındalığımızı kelepçeleyen bir travmadan etkilenmediğimizi söylemek ne kadar doğru olur? Hangimiz bir suskunluğa gömülmedi? Odamın bir duvarına yaslanan kitaplığımın babamı endişelendirmesini nasıl açıklayabilirsiniz. Her biri “fikrimin ince gülü” o kitaplar millî, dinî, fikrî ve edebî eserlerdi. Ailemin endişelerini gidermek için çuvala doldurup tavan arasına sakladığım, dayanamayıp tekrar rafa yerleştirdiğim kitaplarımdan bir kısmı elimde yok bu gün. Kitaptan korkanların formatladığı nesilleri görünce anlıyoruz çözülmeyi ve ardından gelen dağılmayı. Büyük bir iddianın bayraktarı olan bu büyük milletin evlatlarının Batı formatlı tüketici pazarında tükenişlerini…

 

Gazete yeryüzü: Kelimeleriniz, Sarıkamış tabyasından ateşlenen mitralyözün kurşunları gibi… Bize hep “toparlanın kalıyoruz” düşüncelerimizi alıp gitmeden mi diyorsunuz? 

İsa Yar: Bunu ancak yazdıklarımın takipçileri söyleyebilir! Belki bastırılmış bir öfke saklı cümlelerimde. Ne hoparlörde patlayan bir ses olduk, ne de kürsülerde mikrofon manyağı! Tenhamızdan, içimizden seslendik, duyan duydu; kimse duymasa da biz sözümüzü söylemiş olduk. Olup biten karşısında öfkelenmeyen kimsenin aklından şüphe etmek lazım; ben öfkeli bir adamım. Ayağımızın altından yeryüzü kaymış, can evimiz talan edilmiş, kelimelerimize varıncaya kadar kaybetmişiz. Elektronik oyuncaklarla oyalanan, okudukça cehaleti artan, mukaddesleriyle irtibatını koparan, dilini ve gönlünü kaybeden nesillerimiz varken şarkı mı söylemeliydik? Şehri betona gömen, köylere varıncaya kadar festival adı altında zevksizlik sergileyen anlayışı hoş mu görmeliydik. Edebi ve edebiyatı seviyorum. Nihat Genç kadar öfkeli olmadığımız söylenemez. “toparlanın, kalıyoruz” diyen İsmet Özel’in, “Türk, müslüman’ın cihat edenidir” tanımını önemli buluyorum. Yani ecdadımız ‘çılgın’ falan değildi; bin yıldır bu coğrafyadaysak ve olmaya devam edeceksek tarihimizi iyi bilmeliyiz. İster titreyip kendine gelmek deyin, ister toparlanın kalıyoruz, cihanşümul düşünmeyi hatırlayacak ve fakat pergelin sabit ayağının anadolu’da olduğunu bileceğiz. Bunu nasıl başaracağız? Ruhsuz kavmiyetçilikle, modernizmin idrakimize giydirdiği deli gömlekleri olan İslamcılık-sağcılık-solculuk-ulusalcılık gibi kavramlarla değil; medeniyet hamlemizle, kültürümüzle, ilmin ve ahlakın bütün şubelerinde zirveleşerek… Bir şair/yazar veya kitap sizde karşılığı yoksa size bir şey veremez. (bir süre susuyor)

 

Gazete yeryüzü: “Mankurtlaşmak” nedir? 

İsa Yar: Hafızasını kaybetmektir. Kırgız Türk’ü Cengiz Aytmatov’un ‘gün olur asra bedel’ romanında geçer hikâyesi. “Mankurt” hafızasını kaybetmekle kalmaz, düşmanı dost ve dostu da düşman bilir. Kendisini mankurtlaştıran düşmanı efendisi bilir ve her emrini sorgulamadan yerine getiren robot gibidir. Afrika’da bu karaktere ‘zombi’ denir… Günümüzde mankurtlaştırma bedene tatbik edilen işkenceyle yapılmıyor, modernizmin ve popüler temaların kafalara ve kalplere zerkiyle yapılıyor. Değer atfeden kavramların içi boşaltılarak, değersizleştirilerek yapılıyor. Gözyaşı medeniyetinin çocukları, dedelerinin Çanakkale’de geçit vermediği uygarların dili ve enstrümanlarıyla devam ediyorlar yollarına! Bu yol nereye çıkar? Hiçbir yere… 

Gazete yeryüzü: Belki özel bir soru olacak ama pişman olduğunuz veya keşke dediğiniz şeyler var mı hayatınızda. Yani hayatı geri sarsanız ve yeniden başlasanız değişen ne olurdu? 

İsa Yar: İstikametim değişmezdi. Bilinen manasında dünyevi olamadım, hesap adamı değilim. Doğallığın dışına çıkmayı sevmiyorum. Ne kendi hayatımı ne de bir başkasının yarınını planlamayı beceremem. Müdahale etmeyi sevmiyorum; müdahale edilmesini de… Ama hayat karmaşık, her şeyi harmanlanmış olarak sunuyor; ayıklamak lazım ama yorucu. Bu bir mizaç; gerçekçi değilim. Şiir iklimi ve yazı hayatı sizi farklı bir dünyada yaşatıyor. Ama bir ayağınızla zemine bağlısınız. Uçmak derdindeyseniz, zeminde mekânınız olmuyor. Hâlâ kiralık evde oturmamı biraz da buna bağlıyorum. Karadeniz’in sahilinde yer alan köyümde henüz tamamlanmamış evimi keşke kat atmasaydım, ayrı yapsaydım diyorum. Bir mesleği bu kadar uzun sürdürmeseydim. Ertelemeseydim çok şeyi… Ama bunlar çok da önemli değil. Ya kitaplarım olmasaydı! “yaşamayı bileydim/yazar mıydım hiç şiir” diyor ya şair. Benimki o misal…

 

gazeteyeryüzü.com  

HAS OKURA MEKTUP


            Bana, beni soruyorsun!

           İçimi yoklayarak sana yazarken, sorularını tekrarladım kendime. Bir cevap ararken iç denizimde, belki cevap diye kendimi aradım. Yazdıklarım sorduklarına bir cevap teşkil edecektir, umarım.

 

            Bugüne kadar yazdıklarımın izini sürdüğünü, yazılarımda ne gördüysen kayda değer bulduğunu biliyorum. Okuduğun her metine teslim olmadığını, ret ve kabullerin olduğunu, sorguladığını, seçiciliğini, okuma tarzının ayrıcalığını da biliyorum. Cümlelerime tutunup benimle kuyulara indiğinin, zirvelere çıktığının ve fakat temkini elden bırakmayıp mesafeyi koruduğunun farkındayım. Bu iyi. Ne zaman yalnız kalmak istesem, içimin tenhasına çekilsem “hiç var olmamış gibi” yoktun. Ne zaman kaleme ve kelama saklasam sesimi, duyan sen oldun. Demem o ki yazdıklarımda saklı olan ben’i daha da konuşturmak istediğinde, sorularınla çıkageldin. Pekâlâ:

 

           I

           Kendimle konuştuğum zamanlar olmuştur. Belki bütün konuşmalarım kendimledir, kendimedir. Kendime sorularım olmuş mudur? Ben bir soruyum zaten her insan gibi, cevabı kendisinde taşıyan…

          İstemeye gelince:

          İnsan istememeyi öğreniyor. Elbette “vermek istemese, istemeği vermezdi” sözündeki hakikate ve ardındaki hikmete inanmışlığımız tamdır.  Kastım o ki: kimseden istememeği öğrendim, kendimden bile! İnsan kendisine dahi sözünü dinletemiyor bazen. Belki, dilemek manasında bir istek kalbimi yoklayan, hepsi bu, dilemek. “Gayrıdan istemek” dilemek değil de dilenmek gibi bir şey. Tabi, bu istemenin içini doldurmak lazım… Kimseden veremeyeceğini istememek; çünkü herkes kendinde olandan verebilir. Verebilme gücüne sahip olandan istenir. Mesela adam zengindir ama verme gücü kendinde yoktur; kalbi vardır ama sevgisi yoktur, merhameti, acısı, gözyaşı yoktur ve bu kişi aslında fakirdir, veremez.
          …

         Beni yazdıklarımdan tanıyanlar, sözümden ve sükûtumdan bilenler, bütün tanımlamaların ölçeğiyle ölçenler, en çok mukayese edebilirler. İster ailevî yakınlıktan, mesai birlikteliğinden, ister ise mesela bir çay ocağının/dost meclisinin kendini tekrar edip duran sohbetinden “tanıyanlar” iç denizimin kıyısında dışıma vuran dalgalanmalarımı hissedebildiler sadece. En yakınımdan en uzağa bu böyle gibi geldi bana. Kimden ne isteyebilirim ve kimden niye isteyeyim ki… Dilemek! Hep güzeli, sahih ve selim olanı dilemek. Ve incinmek… Belki ben de gayrıyı hep sahilinden seyrettim. Kolay mı bir insanın mahremine muttali olmak! İçimin, en yakınlarıma nihan kalmış köşeleri var. Dahası, kendim bile içimin saklı köşelerini büsbütün keşfetmiş değilim. Bu hemen herkes için geçerlidir, değil mi?

 

         “Yazdıklarımdan tanıyan” dedim. Üslûbumu güzel bulabilirler, “adamda retorik var yahu” diyebilir, “kalemi kuvvetli, şair işte”, “ben öğretmen sanıyordum, sağlıkçıymış!” yani yazma tarzımdan ya da yazdıklarımdan yola çıkarak bir hüküm verebilirler. Sorarım: kaçı o yazının, şiirin, kelimelerin arkasındaki insanı görebiliyor ya da görebiliyoruz… Belki bundandır tenhayı sevmem. İnsanlarla ne konuşabilirim ki, uğultunun sağır ettiği insancıklarla…

         Bak! Bir sana yazıyorum bunları. Yaprakta ağacı, suda denizi, yağmur damlasında bulutu görebilen kaç kişi var, bilmiyorum. Bildiğim o ki derinlemesine nüfuz edici bakışa, idrak/anlama kabiliyetine ve isteğine sahip bir kaç kişiden biri de sensin. Belki evladım da böyle bir derinliğe sahip, bence öyle ve fakat en yakında olmak bazen görmeyi engeller. Ben onu, o beni göremez; gördüğümüz “baba ve kız”dır. Arkadaş ise biraz daha temkinli mesafeden baktığı için görür, ancak gördüğü kendisidir! Sende kendisini görür ve sen kendini onda; dolayısı ile ikinizin de gördüğü ne sen ne o. Gördüğünüz ikinizin kaynaşmış gölgesi ve karışmış sesidir; ayrıldığınızda/uzaklaştığınızda eksiklik hissetmeniz bundandır; o biraz sende, sen biraz onda kalmıştır. Hepsi bu…

 

          II
          Bütün geç kalmalarım, acele etmemdendir; ertelenmişliklerim de…
         Beklemeyi hiç beceremedim ben. Bir yere mi gideceğim, araba beklemeyi sevmem mesela, biner giderim arabamla ya da araba bana gelecek. Ben yayıncıya değil, yayıncı bana gelecek; bu mizaç yazılarımın niçin hâlâ kitaplaşmadığını da açıklıyor değil mi? Ramon`dan farkım: ben ölüme gitmem, ölüm bana gelecek…

          Biliyor musun: “içimdeki deniz” filminde Ramon`la örtüşen yanlarımı gördüm. Oblomov`da, Tutunamayanlar`ın Selim`inde olduğu gibi. Ama bir farkla; ben daha çok Selim ama biraz da Turgutum. Biraz Oblomov biraz Ştolts yani Andrey… Ramon`u özgürlüğünden alıkoyan/sınırlayan bedenî bir hastalık, bir mecburiyetti… Beni kısıtlayan ise benim dışımda adına dünya denilen çok şey; belki de mizacım en büyük engel. Romanlarda yaşayan karakterler nihayetinde muhayyile ve tasavvurun inşa ettiği “rol modellerdir”, bir kurguda hayat bulurlar. Hayatta ise kurgu yoktur, bütün gerçekliği ile insan vardır. İnsan ve insana dair olan her şey… Bir roman, hikâye, film insana ve hayata dair gerçekliği dile getirebilir ama bir insanın hayatı bütünüyle yaşanmadan anlaşılamaz, hüküm verilemez.

          Hepimiz insanlığın ortak hikâyesinde kendi gerçekliğimizi yaşarız ve yaşamadan hatta yaşarken bile anlayamayız çok şeyi. Üzerine kafa yormadan, dikkat kesilmeden fark edemeyiz hayatın sakladıklarını. Biz de hayatın içinde saklanan sorularız cevapları taşıyan…

 

          İsa YAR

BEN GİDERİM YOL KALIR


.
.
.

                     Bekir Dervişoğlu’na 

“kaptanınız hayırlı yolculuklar…
              İçecek ne alırsınız beyim,
                      Müzik isterseniz kulaklık…” 

Desem anlar mı?
Ben bir yalnızlık alsam…
Yaslanıp yolculuğa
Elimde sancılı bir kitap, konuşurken içimle…
İstemez, kulaksız duyuyorum
Sen bilmezsin içimi, iç/imi sen bilmezsin
Konuşuruz istersen molada çay içimi
Siz, nerede isterseniz
Ben, içimde duracağım… 

Hiçbir yere varmadan içime varacağım
Bir şairi taşır bir yol, bir şehri her otobüs
Taşıyamayacağınız yüktür şair…
Bu koltuk nereye gider
Bu koltuk ne kadar yaslanır maziye
Bagaj fişiniz!
Gözlerimi nereye koyacağım
Sözlerimi… 

Desem anlar mı?
Ben bir yalnızlık alsam…

Uykulu bedenler boşalır kentin kalbine
Gelen gelir, giden gider
Yol kalır…
Kalan yoktur, yolculuktur
Beni bir yalnızlık alır
Kuşatır şehri bir şair suskunluğu… 

Uzak diyarda bir derviş sararmış benziyle
Gülümser muhayyel lakin buruk
Bir hatırada sohbet demleyen ses
Nefes…
Dervişim nerdesin?
Boğacak bu kent beni/seni
Taşıyamıyor şehirler gitmek için geleni
Masivaya bulanmış maverasız kör akış
Bir köşe, bir mescid, yakarış… 

İsa YAR 

* Berceste dergisi / Ekim 2009

Yar’ın Dilinden


.
.
.

 

          Geçip gidiyor zaman. Akıyor ırmak; biz gidiyoruz, hayat kalıyor geriye.
         
Sokaklarda koşuşturan insanlar anlamsız bu meyanda. Bu telaş değiştirmiyor gerçeği. ‘Sonum varmış onu öğrensem asıl’, diyor ya şair. Irmağın bittiği yeri merak ediyorsunuz. Çağlayana kapılacağınız saati.
         
Çağlayan gerçek, meselelerimiz yalan. Geçip gidiyor zaman.
         
Hemen herkesi bir aldanmanın içinde görmek, işin kolaycılığı tabiî ki. Herkesi aynı tonda görmek biraz da renk körlüğümüzle alakalı. Oysa yaşadığımız yerde, mahallemizde, işimizde, çay ocağımızda derinden bakıldığında bambaşka renklerde insanları görmek, o peşin fikirlilikten çok daha zengin ve çok daha huzur verici.
         
Zamanın dışında işleyen insanlara karşı öteden beridir, bir yakınlık kurmuşumdur. Onlar günlük kuruntuların, sığ çekişmelerin, zamane mecburiyetlerin uzağında bir öte zaman çınarının gölgesinde yaşar gibi yaşamaları ilgimi çekmiştir hep. Dertleri gündelik sıkıntıların uzağında, meselenin etrafındakilerden çok kendisi ile alakalıdır.
        
Yaşadığım şehirde, onların arasında kendi dünyasının ışıklarında yol alan, zihninde kavuştuğu altın çağ ırmaklarından beslenen bir dostumdan söz açmak istiyorum: İsa Yar’dan.
         
Zannediyorum İsa Yar da bunlardan biri. Bakın şöyle diyor bir şiirinde:
                         
ah! artık susmalıyım, kim anlar lisanımı
                         
bu uğultu, izdiham, kalabalık tenhada
                        
saklandım görünerek, bilmesinler sanımı
                        
hep söyledim susarak, anlatırdım daha da…
         
İsa Bey, en başta şairlikten başka yapacak bir işin yok mu, sualini önemsememiş anlaşılan. Ev, araba muhabbeti sıkmış olmalı onu. O başka bir lisandan konuşmanın peşinde; lakin insanlar konuşmuyor o dilden. Bu konuşup susma, bu anlayıp anlatamama, biraz da Necip Fazıl etkisiyle olsa gerek tezatlara götürmüş onu: “Gün geceyle örtülü, diyor başka bir yazısında. “doğru yalanla kuşatılmıştı. Sükûtun rengi, sesin ahengi ve sözün de dengi vardı.”
         
Bu tezatların günümüz insanını anlamada bir önemi olduğunu düşünüyorum. Görünen o ki; iç kıymetlerimizde bir alabora yaşamışız. Bizi içimizdeki ‘ben’e götüren bütün işaretlerle oynanmış. Sükûtta çığlık gizli, kalabalıkta tenha.             
         
Peki, insanları böyle bozup kurcalayan ne: “insanlar manav dükkânındaki sebzeler gibi etiketlenmişti, diye cevap veriyor İsa Yar ve şöyle devam ediyor: “etiketlerde ‘statüler’ yazıyordu. Cilalanmış yaftaların gölgesinde silik, natamam bireyler, boş kafa dolu mideler ve iştiha ile azgınlaşmış nefs. Ne kolaydı insanı tarif: zengin-fakir, amir-memur, şu-bu, falan-filan… Yani hepsi dünyaya çıplak gelmiş, çıplak gidecek bir avuç toprak.
           
         
İsa Bey yazılarında, başkalarına buyurgan sorular sorup cevap isteme ceberutluğunda değil. Onun soruları daha çok kendine. Önce içindeki yumağı çözmenin derdinde. Onu yazmaya iten sâik de sanıyorum bu.
           
         
Buyurgan olmadığı gibi, anlaşılmaz şair kesilip herkesin onu anlaması taleplerinde de bulunmuyor. Bu talepsizlik onu hiçbir zaman kendine İkinci Yeni artığı süsü veren ne dediği belirsiz edebiyatçı taifesiyle aynı çizgiye getirmiyor.
           
        
Getirmediği için de, işret masalarında üç beş adı sanı duyulmuş şair kırıntısıyla Tutankamon heykelleri gibi mağrur resimler çektirmeyip, Eski Yunan tanrılarının oyulmuş gözleri gibi gözlerini buğulaştırarak ne kadar “düşünen” adam olduğunu teşhire yeltenmiyor.
           
         
O, her daim bu memleketin insanı gibi davranmanın peşinde:
                                                               biz, bu diyarın insanları
                                                               bahar gözlü çocuklarız/
                                                               kırda bulduk Nisanları…
                                                               lisanlarısükutun lûgatından!
                                                               biz bizi anlarız,
                                                               bize biz ağlarız.           
         
O, ne bir yazı masasının buyurgan ve sathi silahşoru ne de açtığı kapının ardındaki ışıklara kendini kaptırmış sağı solu tenkit etmekle kaim anlaşılmaz bir hercai. O, kaybedilen değerin farkında olan ve kaybı azaltmanın sancılarını çeken bir ruh insanı. Boş şeylerle avunmanın, kuru tenkide bulaştığı yerde daha derinlerde düşünmeyi deniyor. Meselesi bu:
         
Olup biteni tenkit etmekten öte, rahatın tuzağına düşmeden, bize mezara kadar eşlik edecek eşyanın tasallutundan kurtulup, tevarüs ettiğimiz değerleri, temsil etmenin, hayatın içine katmanın ve yarına taşımanın mücadelesini kanaatimce tam veremiyoruz.

———-Not: İsa Yar’ın şiir ve yazılarına www.isayar.net adresinden ulaşabilirsiniz 

Fatih ORDU 

*Berceste dergisi 2008

 

‘referee’ düşünceler…


Yazımızın başlığında yer alan ecnebi kelime, bu kalemin üslûbunu bilenlere ters gelebilir; bana da öyle geliyor nitekim. Ve fakat içinde var ola geldiğimiz toplumun gündeminden, daha doğru bir ifadeyle oluşturulan gündemden bir yere kadar kaçabiliyorsunuz, hatta kaçamıyorsunuz. Gündemdekilerin gündemine herkesi dâhil etme alışkanlığından olsa gerek ülkem insanı her zaman oyalanacak bir mevzuu bulmuş ya da bir mevzu ile hep oyalanmış; dolayısı ile kendi gündeminden uzaklaşmıştır.

Kendi gündemi olmak! Kendini gündeme taşımak değil tabi, bilakis ‘var oluş’ idrakinin istikametinde yaşamak, düşünmek, hissetmek, konuşmak ve susmak… Kişi, şahıs, fert, ben, yani insan olarak kendisine sunulan imkânın/hayatın biricikliğinin farkındalığı ile olabildiğince insanî yaşamak… Dışında tezahür eden iklim şartlarını elbette dikkate alarak, iç iklimini yaşanılır kılmak. Ebeveyn, evlat, vatandaş, arkadaş, amir-memur, işçi-işveren vb. olmazsa olmaz rollerin hakkını vermek ve fakat kendini bu role kaptırmamak, hapsetmemek. Mensubiyetine, aidiyetlerine vefa göstermek elbette, sosyal sorumluluklarının şuuruyla hareket etmek muhakkak, insanlığın, milletinin ihyası için gayret göstermek tabi ve fakat evvelinde ve ahirinde kendisi olmak, kendinde olmak. Kendini bilmek. Şehrin kalabalığında konuşacak adam arıyorum; kendi gündemi olan. Buyurun, işte geldim, onarın ruhumun yaralarını, sarın kalbimi, tutun yüreğimden diyebileceğim, kelimeleri sopa gibi kullanan değil merhem gibi yumuşatanlar arıyorum; hatta kelimeleri bildik anlamlarından, ezber kalıplarından çıkarıp muhabbetle yeniden kuranları arıyorum. Her şeyi bildiğini zannedip de aslında hiçbir şey bilmeyenleri değil. Bilmediğini bilmeyenleri hiç değil…

“referee” düşünceler dedik, ecnebi kelimeyle! Hakem, bilirkişi anlamındaki bu yabancı sözcük aldığı ek ile gündemde. Elbette önemli, elbette konuşulacak, farklı mülahazalar dillendirilecek. “Mübarek onbir aylar” latifesi Ramazan’ın mübarekliğini pekiştiriyor ve fakat çok önemli de olsa geçici gündemler insanın gerçek gündemini perdeliyor.

Konuşacak, tartışacak, münakaşa edilecek kimse her zaman ve her yerde var. Ben muaşakayı bilen, muhabbeti tanıyan adam arıyorum. Buyurun, bekliyorum. İftardan sonra çay ocaklarını gezin, bir yerde karşılaşırız… 

İsa YAR

29.8.2010

 

YÜRÜYEN CESETLER


 

Muammer Yeşilyurt

.21. yüzyılda beton yığınları arasında kaybolan insanlar, kimlik ve kültür yozlaşmasının da etkisiyle değerli büyüğümüz şair-yazar İsa Yar’ın ifadesiyle “ yürüyen cesetler” halini aldı. Kalabalık içinde yalnız yaşayanlar şüphesiz ahşap evlerin yerini alan bu beton yığınlarının teknolojiyle beraber mekanikleşmiş hayatın faturasının bu kadar ağır olacağını tahmin etmemişti. Sıkıştıkça tükeniyor adeta insanoğlu. Nihayetinde her sohbet ortamında dile getirilen geçmişe özlem…

Evet doğru kökleri zayıflamış bir ağacın ayakta kalamayacağı malumdur. O yüzden tarihimizi iyi öğrenmeye, geleceğimizi iyi yönlendirme adına geçmişimize vâkıf olmaya ihtiyacımız var. Bize geçmişteki sosyal hayatı, tarihimizi en iyi anlatan deliller, eski evlerimiz. Ne yazık ki günümüzde terkedilmiş, yalnızlıktan başı dönmüş vaziyette değerlendirilmeyi bekliyorlar. Böyle evlerde büyüyen nesiller gittikçe azalmakta ve o atmosferden uzak beton yığınlarının arasında, kültürden, ayrıntı ve sanattan uzak evlerde ömürler tüketilmekte. Oysa bahse konu ettiğimiz evlerimizde yaşayan büyüklerimiz üç nesil birlikte yaşamışlar, hayatın her alanında birbirlerine destek olmuşlardır. Daima bir muhabbet hakim olmuş, birlikten kuvvet doğmuştur. Oysa yaşadığımız çağda aylarca kapısı çalınmadığı için intihar eden yaşlıların haberlerini duyuyoruz. Öyle bir zaman ki ne yaşlılar saygıdan mahrum, ne çocuklar sevgiden yoksun olmuşlardır. Günümüzün aksine küçük de olsa bir bahçeleri vardır ve toprakla tanışıktır insanlar. Ya şimdi?

Hayat, bir bakıma, gizemli bir gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir

Günümüzde boşalan köyler ve büyüyen şehirlerde yitirdikleri gelenek ve göreneklerini yeniden canlandırmaya çalışıyorlar insanlar. Teknoloji sayesinde bir yandan refaha kavuşuyor, diğer yandan tam bir karanlık içine gömülüyoruz. Rahatlık, lüks ve zenginlik… 

Ve diğer tarafta müthiş bir yalnızlık. Adeta kaldırımda yürüyen ruhsuz cesetler haline döndük. Koşar adım ilerlerken hayatın basamaklarını, sosyal çevreyi, dostluklarımızı velhasıl iyi yanlarımızı unutmak kolay gibi gözüküyor insana. Beton yığınları arasında teknolojiyi hazmetmeye çalışırken, hayatın anlamını ve onun anlamını değerli kılan şeyleri yitirmemek gerekir. 

İşte tamda bu merhalede üstadın “huzur” adlı şiirinden bir bölüm aktararak konuyu bağlayalım: 

“köyde tattık hürriyeti

yitirdik şehirde!

bin nehirde

yıkanmaz kirimiz

yürüyen cesetleriz;

köyde kaldı dirimiz…”