Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar. Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…


Read more

SAKLI_SZLER

KİTAP SİPARİŞİ


    .


internet satış irtibat e-posta: isayar@isayar.com


KİTAP SİPARİŞİ:
Hüzün ve Sağanak:  50 Lira / Saklı Sözler:  100 Lira;

% 50 İNDİRİMLİ
Takım: 75 Tl

İSA YAR adına 09494330 nolu POSTAÇEKİ hesabına kitap bedelini havale ederek, isayar@isayar.com ‘a e-posta ile bilgi veriniz. (2 takım siparişe kadar Kargo bedeli fiata dahil değildir)

Hzn_ve_saganak

DEFNE AĞACI


I

Denize bakan yamaçta öylece salınırdı

Ben taflana sarılırdım, sanırdım o alınırdı…

O defne ağacından bilirdim ben mevsimleri

Terk etmez yaprak dalını sert eser rüzgâr

Ne gri bulutlar gölgelerdi yeşilini

Ne denizin karası yansırdı gölgesine

Ben zamanı yapraklarından bilirdim defnenin

Değişen mevsimlerinavazıydık ikimiz

Yemişsizdi taflanla sırdaş komşuluğu

Şaşırtmazdı içimdeki şairi

Zira yıkılmayan mütevazıydık ikimiz…

Ve o dut ağacına sırtını yaslayan şairliğim

Büyürken çocuklar, çocuk kalan yüreğim

Babamın çapası, bıçkısı, balta, hatta küreği

Babamın çabası yetmezdi mısralarımı gömmeye

Babamın babası da bilmezdi adımı

Zira ölmüştü dedem henüz ben doğmadan

Ben doğmadan ölmüştü her şey…

Adım ki bundan mütevellit mi İsa’dır!

Ki bundan mıdır yorgunluğu beni doğuran annenin!

Uçlarda dolaşan bir yere sığmazlığıma sığınıyorum

Yorgundur benden sonra doğanlar, biliyorum

Beni yormaları bundandır

Bir ağa/bey yalnızlığıdır defne mevsimsizliğinde

Bakmayın işlenmemiş suçlarıma

Dökülen saçlarıma bakmayın…

II

Dün seni dünde öyle bıraktım

Bugün aynı gözle bir daha baktım

Gölgen yoktu, sen yoktun, yoktu o dut ağacı!

Hadi babam gitmişti ya siz neden gittiniz?

Sana benim gözümle bakamadı vay gardaş!

İçimdeki denizi göremedi arkadaş

Varsa aş yoksa aş…

Kestiler gövdenizi, körlere perdesiniz!

Dalınız bende kaldı, bir bilsem nerdesiniz…

23.4.2019


Benimle dünyaya gelmiş yalnızlık

Benimle çoğalmış sesler sükûtlar

Bende doğan ırmak bulanık selmiş

Benden yükselendir gökte bulutlar…

İSA YAR

ÇIKI ÇIKI !


çocuğu sıkı tutun

 

Güneşli, güzel bir yaz günüydü.

Ne kadar küçüktüm, bilmiyorum. İlkokula başlamış mıydım yoksa eli kulağında mıydı onu da bilmiyorum.  Mevsim yazdaydı; deniz kenarında akşam ettiğimiz, çocukluğumuzun ele avuca sığmaz delişmenliklerini yaşadığımız huzurlu zamanlar…

‘Büyükağız’ denilen koyda, kumsalda kızağa çekili kayıklarını denize yüzdürmeye hazırlama telaşında balıkçıların “vira, siya” sesleri duyuluyordu. Kayıkla balığaçıkmak istiyordum ama babam beni kayığa almakta gönülsüzdü yine, “Denizle şaka olmaz” derdi, “götür denize, ne olacak” diyen arkadaşlarının ısrarına fırsat vermeden kestirip atardı:  “o daha küçük, biraz büyüsün de bakarız”.  Oysa hava günlük güneşlik, deniz alabildiğine sakindi; üstelik çok iyi de yüzerdim.  Kayık dediğim öyle küçük sandal değil tabi, motorlu orta boy balıkçı kayığı…

İlerleyen yıllarda Öğretmen olarakkarşımıza çıkan Nazmi abi, babama fark ettirmeden beni kayığa yerleştirdi. Kayık henüz denize yüzdürülmeden, daha kumsaldayken, güvertede anbar kapağını kaldırıp, beni içeri sakladı. Ortaya çıktığımda ise kayık denize açılmış, sahilden hayli uzaklaşmıştık. Babam şaşırmış, önce kızar gibi yapmış sonra gülümsemişti. Babam gülümseyince sanki deniz de gülümsemiş, kıyıdan yeşil dağlara değin toprak ve dahi güneş gülümsemişti. Denizde hayli açıldıktan, kıyı neredeyse belli belirsiz uzaklıkta kaldıktan sonra motor sustu. Çevremizde belli mesafelerde başka kayıklar da vardı. Çapariler hazırlandı. Oltanın en altında kurşun, yukarıya doğru birer karış aralıkla sıralanmış on-yirmi civarında kanca, her kancada beyaz kuş tüyü takılı ve hamsi gözünü çağrıştıran kırmızı ip sarılı, yeteri kulaç uzunluğunda misina ile kayıkta kullanıcının elinde tahta aksama tutunan bir mekanizma…   İstravrit, Mezgit derken iyi balık tuttuk. Keyfim yerindeydi; güzel sesiyle türküye başlayan Nazmi ağabeyin de öyle:

Gemiciler kalkalım şu yelkeni takalım
Şişirip de yelkeni sırt üstüne yatalım
Kızılırmak başında şu ırgatı atalım
Tutalım balık havyar keyfimize bakalım

Çekin uşaklar çekin
Hemen aldık ırgatı
Geliyor bir sert poyraz
Vuralım iki katı

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; babam, ufka doğru bir müddet baktıktan sonra, ne gördüyse gördü: “hava bozuyor” dedi, telaşlanmadan. Bir çizgi gibi uzanan ufka ben de baktım. Birkaç grup beyaz bulut vardı ama hava güzeldiişte!Onun gördüğünü ya ben göremedim, yahut gördüm de anlayamadım. Her şeyin bir dili vardı galiba ve yaşamakla öğrenilen, bilgiye dönüşen bir şeydi bu. Az sonra hafif ve serin bir rüzgar çıktı, sakin deniz yüzeyi huzursuzlanmaya başladı. “Hadi toparlanalım, acele edelim, gidiyoruz” dedi babam. Bu arada çevremizdeki kayıklar da motorlarını çalıştırıp ‘tam yol’ sahile yönelmişlerdi. Az sonra kayıkta bir telaş başladı; makine dairesinde motoru çalıştırmaya uğraşan babama baktım, o da telaşlıydı. Motor çalışmıyordu. Aradan belki fazla süre geçmemişti ama bu arada denizin huysuzluğu artmış, kayığımız daha fazla sallanır olmuş, diğer kayıklar ise-biri hariç- çoktan gözden kaybolmuştu…

Kayıktakilerin bağırıp çağırarak seslenmelerinden mi yoksa el kol haraketlerinden mi anladılar bilmiyorum, uzağımızdaki son kayık yön değiştirip bize yaklaştı. Bu ‘yetimoğlu Rasim’ amcaydı. Kayığımızı halatla yedeğine bağladı ve motora ‘tam yol’ vererek sahile doğru çekmeye başladı. Deniz gittikçe kabarmaya başlamış, dalganın boyu yükselmişti. Bir süre böyle yol aldıktan sonra babam motoru çalıştırmayı başardı, öndeki kayık bağlı halatı çözdüve hızla uzaklaştı.Motorun çalışması iyi haberdi ama tedirginlik ve endişe yüzlerden okunuyordu…

Kayığımız kamaralıydı ve kamara ise motor dairesiydi aynı zamanda. Diğer kayıklarda kayığı yönlendiren ve arka uç kısımda yer alan ahşap dümen elle kontrol edilirken, bizim kayıktadurum farklıydı. Dümene kamara dairesinde bir direksiyonla kumanda ediliyordu. Motor sesi de farklı olduğu için olsa gerek kayığın adı  “kara elmas” olmasına rağmen halk arasında “çıkı çıkı” diye söylenirdi. Pancar motorları gibi gürültülü çalışmaz, daha yumuşak bir sesle çalışırdı: çıkı çıkı, çıkı çıkı, çıkı çıkı…

Manzara ürkütücüydü. Korkuyormuydum, bilmiyorum. Korku da büyüklerden öğrenilen bir bilgiydi ve öğrenmem yakındı. Deniz hayli kabarmış, dalgalar adam boyunu aşmıştı. Kayık dalganın üzerindeyken sahile ne kadar yaklaştığımızı görüyor, dalga geçtikten sonra adeta sudan bir çukurun içine düşüyorduk. O zaman sudan başka bir şey görünmüyor, suya gömülüyoruz sanıyordum. Güvertenin arka kısmında, kamaranın dışına tutunmuş vaziyetteydim. Kayıktakileri sanki yeni fark ediyordum. Kamaranın içinde, direksiyon başında Ali dayım vardı. Arslan amca hemen yanımda, dudakları kıpır kıpır, küpeştede bir eliyle beni kolluyordu. Sahile iyice yaklaşmıştık ancak kıyıda patlayan dalgaların köpük köpük parçalanışı, kayalarda çıkardığı sesler tehlikenin büyüklüğünü gösteriyordu. Her an kayığımız alabora olup batabilirdi. Birden, kıyıda biriken kalabalığı fark ettim. İnsanlar sahile toplanmış, endişe, korku ve merakla neticeyi bekliyordu. Büyükağız’ainmemiz imkansızdı;Asarcık denilen küçük koya inecektik. Bu çok tehlikeliydi ama başka çaremiz de yoktu. Kayığı zaptetmek, rotasında tutmak, dalgaları hesap etmek maharet isterdi. Tam bu sırada herkes, kıyıda bekleşenler ve kayıktakiler panikledi. Babamın sesini duydum: “dümenin ipi kotu!” Bu kayığın direksiyonla kontrol edilemiyeceği bir durumdu. Kayık artık kontrolsüzdü, her an batabilir, kayalara sürüklenip parçalanabilirdi. Babam “Çocuğu sıkı tutun” diye bağırdı. Güvertenin arka uç kısmında can havliyle bir tahtayı sökebildi, kopan ipi nasılsa tekrar bağladı, dayıma seslendi: “Ali, gözünü seveyim, kontrol sende!” Zaman nasıl da genişliyordu! Saniyeler dakikadan, dakikalar saatten uzundu sanki…

Kayığın sahile vardığını, kıyıya vurduğunu, önce beni kayıktan kalabalığın kucağına verdiklerini hatırlıyorum. Annemin kalabalık içinde beklerken benim de kayıkta olduğumu öğrendiği an bayıldığını söylediler. Bu olayı her anlattıklarında babam derdi ki: “Bu çocuğu ne zaman denize götürsem, denize bir şey oluyor; anladınız mı niçin götürmek istemediğimi…”

Sonraki yıllarda denizi hep sahilinden seyrettim, içimin denizine çekilerek…

İSA YAR

*Divanyolu dergisi 56.sayı/Ağustos 2018

Tenhada Bir Şair


(bu şehirde sen” şiirini tahlil denemesi)

Büşra Nur YAR
*Marmara Üni. Mütercim-Tercümanlık Bölümü

Şiir ve şaire dair kaleme alınan yazılar, edebiyat dergilerinde sıkça karşılaştığımız zorlu ama nitelikli metinlerdendir. Okuduğumuz bu yazıları genel kabule ya da şiirin/şairin bizdeki karşılığına göre değerlendirir, ret yahut kabul ederiz. İster akademik bakışla ister şairane ifade edilsin, hiçbir yazının şiiri noksansız tanımlayamayacağını hele şairi bütün yönleriyle kuşatamayacağını bilmek lazım. Belki şiirin anlaşılmasına ve şairin dilini tanımaya yardımcı bir çaba olarak görebiliriz. Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, bir çerçeve içinde kalarak şiiri tahlil etmeye çalışacağım. Bunu yaparken şairin iç dünyasını büsbütün tanıdığımı, şiirini çözdüğümü elbette iddia etmiyorum. Belki bir anlama çabası…

Şiire geçmeden bir hususa değinmeliyim; neden İsa Yar şiiri? Eserlerinden ve isimlerinden dolayı çok tanınan şairler hakkında o kadar yazı kaleme alındı ki adeta şiir deyince bu isimler üzerinden düşünmemiz istendi. Bu bir yere kadar doğrudur ve fakat her şair mensubiyetine rağmen önce kendisidir ve dolayısı ile bir şiir dili vardır. Dilden maksadımız üslup farklılığı, özgeliktir.

İsa Yar, bildiğimiz kadarıyla henüz bir şiir kitabı yayınlamış bir şair. (İçimin sahilinde Hüzün ve Sağanak 2012 şiirvakti yay.) 1961 doğumlu olduğu göz önüne alınırsa, düşündürücü bir durum. Her isteyenin kitap bastırdığını dikkate aldığımızda, şiirlerini edebiyat dergilerinde okuduğumuz ve edebi çevrelerce tanınan bir şairin, bu kadar geç kitaplaştırması kayda değer! Öte yandan edebi metinlerde ve özellikle denemede özgün üslubu, güçlü kalemiyle dikkat çeken bir yazar olduğunu da hesaba katarsak… Taşrada bir sahil şehrinde yaşayan Yar, kendisini kalabalık içinde ama daha çok şiirinde saklıyor. Tahlil edeceğimiz şiirinde olduğu gibi konuşarak susuyor ve susarak konuşuyor. Oysa bu şairane tavır bugünün modernist, bencil, ahbap-çavuş zemininde onu hak ettiği ölçüde tanınır kılmıyor. Bunun umurunda olduğunu da sanmıyorum. Şiir onun kendini ifade tarzı. Şiiri ise geleneğe yaslanan tarafıyla sahih bir dil anlayışına, anlam derinliğine sahipken, zamanını temsil ettiği için güncel; taşıdığı iç sesin insani boyutuyla ve mana cihetiyle yarına da hitap ediyor. Şiirini ne şekil kalıplarına hapsediyor ne de bilmem kaçıncı yeni arızalarına teslim ediyor. Hece vezni ve serbest tarzda karar kılan şiirinde ortak özellik Türkçenin imkânlarını fevkalade başarılı kullanması. Sade bir söyleyişte derin bir kavrayışı, hissedişi görürken, hecede ustalığını serbest şiirlerinde gizli kafiyelerle sergilemesini görmeden geçemiyoruz. Ben’den yola çıkarak bizi anlatan, ben’de bizi saklayan bir dil…

“Bu şehirde sen” şiiri sade ve serbest söyleyiş içinde baştan sona bir bütünlük taşıyan ve fakat biz’deki parçalanmışlığı gözler önüne sererek ben’de toplayan bir şiir. Günümüz darbeli toplumunda bir sancılı hafıza gibi.

“dinlemez içini dışta uğultu

susarsın”

Gürültülü kalabalıkların ‘iç sese’ kulakları kapalıdır. Şair daha şiirin başında yalnızlığını dillendiriyor.

“bir çay içimi bir tenha kuytu

ve o ses

‘bir teselli ver’

zamanaşımı düşer sükûta,

bir hat çiz zamana Hafız Osman,

rüya, çınar, bey Osman

Bursa ve Orhan

Sonra

Gencebay…”

Burada bir hafıza karşımıza çıkıyor, dolayısı ile zaman. Hafız Osman ve hat yan yana gelince Kur’an hatıra gelir. Bu çağrışım ile bir mensubiyet işaret edildiği gibi, zamanda kopmalardan muzdarip şair zamanı bütünleyen, geçmişi bugüne bağlayan sağlam bir hat/yol arzulamakta ya da o yolu hatıra getirmektedir. İmanına işaret ettikten sonra bir hatıra gibi Osman Gazinin rüyası, Osmanlının sembolü Çınar, Bursa ve Orhan Gazi zikredilir ki bu aidiyettir. İhtişamdan sonra çöküşün acılarını tecrübî bir idrakle derinden hisseden Yahya Kemal ’bozgunda bir fetih rüyası’ görmüşken, şairimizde hissiyata (Orhan) Gencebay tercüman olur “bir teselli ver”… Şairin “sükûtum ihtişamımdır/bir al-i Osman yüreği’ adlı şiiri hatıra geliyor hemen…

“cumbalı bir ev hayali sarkar sokağa

şehrin beton balkonları ağırlaşır”

Şiirin ikinci bölümünde karşımıza bugünün fotoğrafı çıkmaktadır artık. Evi, ev halini kaybetmiş bir toplumun apartmana sıkışmışlığı aşikârdır.

“çocuklar ‘klavyeyi” tokatlar

çağ sağırlaşır.

çocuklar, sokaklara dağılmış kelimeler

çocuklar, parçalanmış hikayeler…

çocuk!

senin hikayen ne?”

 Şüphesiz bu kopuştan en çok etkilenen çocuklardır; çocukluğunu yaşayamayan, beton duvarlara hayalleri toslayan çocuklar. Günümüz şehirlerinde, neredeyse gelenekten hiç iz kalmamış modern zamanlar yaşayışında, Yahya Kemal’in ifadesiyle “Müslümanlığın çocukluk rüyasını” göremeyen çocuklar plastik oyuncakları kırarak ve bilgisayar klavyelerini tokatlayarak hırçınlaşmaktadır. Buradan nasıl bir ‘yarın’ doğar? Şairin, çocukları şehrin sokağına dağılmış kelimeler olarak teşbih etmesi dikkat çekici. Nasıl ki kelimelerin belli kaidelerle bir araya gelmesiyle anlam ya da ifade oluşur, toplum da böyle sağlam bir tanzim ile teşekkül eder. Yoksa istatistikî bir kalabalıktan başka bir şey değildir. Böylece yalnızlık sel gibi sokaklardan atar…

“içinde köy geçen romanları rafa koy

köyü şehre boşaltanlar utansın,

şehrin taşra kokan çay ocağında

demlensin yalnızlığın

gören seni kalabalık sansın

‘karıştır çayını zaman erisin”

Bütün kavramların içinin boşaltıldığı ya da anlam kaymasına uğradığı bir süreçten şehir ve köy tanımının etkilenmemesi mümkün değildi. Türk toplumunda göç tarihi bir vakıa olmakla birlikte, belki son elli yıl içinde yaşanan ‘iç göç’ dengeleri tamamen değiştirdi. Bunu büsbütün olumsuz görmemekle beraber, şehir, tabelasına dâhil olan nüfusa nüfuz edemedi. Edemezdi çünkü ait olduğu kültür ve medeniyeti temsilde zaafa uğramıştı! Mekânda yapılan şuursuz tasarruflarla şehir hafıza kaybına uğramış, tarihi doku tahrip edilmiş, çirkin betonlaşma şehrin yüzünü sıradanlaştırmışken, diğer yandan buna paralel sosyal hayat da çözülmüş, cemiyetten birey toplumuna geçilmişti. Şair, bu tablonun içinden sesleniyor bize. Eski köy romanlarına bir tenkit iması sezinlesek de, mekân burada taşra kokan şehirdir. Şehir barındırdığı kalabalık içinde yalnızlığı beslemektedir artık. Şehir esareti saklar sanki ve bunu Necip Fazılın ‘karıştır çayını zaman erisin’ mısrasını terennüm ile dillendirir…

“sen bu şehirde bir ‘kızılderelisin’!

sen bu nehrin en derin yerisin.”

Şair artık kendisine hitap etmektedir. İsa Yar şiirini tanımlarken “Ben’den yola çıkarak bizi anlatan, ben’de bizi saklayan bir dil” demiştik. Burada “sen” hitabında özne hem şairin kendisi hem de benzer hissiyatla fikir yalnızlığı çeken herkestir. Şehirde bir “Kızılderili” olmak fıtrata ve doğal olana tabi olan için çok anlam ifade eder; anlayana… Zamanda ve mekânda “hayat” dediğimiz (nehir gibi) akışın içinde, iç âleminde derinliğe ulaşanların sığ ve sathi olanlardan ayrıldığını anlıyoruz.

“yıkasın çağ günahlarını sende,

kirlenen sen değilsin

sen, o çocuksun.”

Kirletilmiş bir çağda yaşamakla beraber, saadet asrından uzaklaşıldıkça kirlenen ahir zamanlara şahit olmaktan da mustarip olan şair, kendinden emindir; kendinden yani iman ve istikametinden.

“şehir, dışındaki kir!

şehir senden de fakir.

sen ey!

çık şehirden

bu nehirden

gir kendi içine

kendi içine gir…”

 Şehir, artık irfanı, medeniyeti değil, belki nesebi sahih olmayan karma ve kimliksiz ‘uygarlığı’ ‘kültürü’ temsil eder hale geldiğinden; şair şehirden yani kabalık ve kalabalıktan uzaklaşmak, kendi içine (kendi irfanına) sığınmak ister…

Bu yazıyı şöyle bağlayabiliriz. Şairi arı ve şiiri bal ile sembolize edersek, İsa Yar hiçbir kovanda değildir. Onun şiiri saftır. O bir şair… Öte yandan “iyi bir şair aynı zamanda iyi bir nasirdir” kelamını ölçü alırsak, denemede özgün, güçlü ve üslup sahibi bir kalemdir ki yazdıklarını şiir kitabıyla beraber nihayet bastırmıştır; (İçimin tenhasında SAKLI SÖZLER şiirvakti yyay. 2012) En iyisi, siz kitapları temin ederek İsa Yar’ın içinin tenha sahilinde biraz dolaşın; iyi gelir…

 

*Divanyolu Dergisi /Kasım 2017

YAZARIN GÜNCESİ


Burada yazardan kastımız, edebî metin inşa kudretini elinde bulunduran ve bunu kağıda aktarabilen kalem erbabıdır. Bu çerçevenin içine genelde bütün kalem erbabının dâhil edilebileceği düşünülürse de biz öyle yapmayacağız; bahse konu olan özelde “deneme” yazarıdır. Çünkü kurgudan en uzak kalem odur. Yazıya kendini en çok katandır deneme yazarı. Dolayısı ile her kaleme alınmış ve denemenin hakkını vermiş metin bize yazarından haber verir. Elbette diğer edebî metinler/eserler yazarın ben’inden azade değildir. Ancak deneme, yazara iç dünyasını, dış seslerin içe yansımalarını yazıya saf ve özgün yansıtma imkânını bahşeder. Bu demektir ki denemeye yaşanmışlık eşlik eder. O halde yazarın yaşadığı iklime biraz girmek, ona tesir eden birçok unsuru resmetmek icap eder ki biz buna yazarın güncesi diyebiliriz. Bu günceyi çözebilmek yazarın imtihan boyutlarından bahsi gerektirir. Bahsedelim o zaman.

Yazarın kitapla, yazıyla, sosyal çevreyle, hatta kendisiyle farklı boyutlarda, kaleminin rengini hatta yazma iradesini etkileyebilecek çapta bir imtihan süreci vardır.

Yazarın kitapla imtihanı iki boyutludur. Birincisi, beslenme kaynağı olarak, okuma sürecine eşlik eden kitaplar. Bu hususta yazar, kitaplarla irtibatını kopartmadan, seçici okur vasfını muhafazaya devam etmek mecburiyetindedir deyip, geçelim. Geçmeden önce, “marifet, çok kitap okumak değil, iyi kitabı çok okumaktır” kelam-ı kibarını bir deniz feneri gibi gözden ırak etmeyip, okunası eserleri keşf ve bu eserlerden müstefid olacak müdrik bir okuma ameliyesinin ehemmiyetine ayrıca işaret edelim. Şimdi geçebiliriz. İkincisi, yazarın kendi kitaplarıyla imtihanıdır. Yazar için her kitabı bir istasyondur ki yolculuğuna/yazarlığına devam etmek isteyen kalem erbabı her istasyonda lüzumu kadar eğleşmeli ve asla orada takılıp kendisi bir istasyona dönüşmemelidir. Yazarın kitabıyla imtihanının diğer bir boyutu -ayrı bahistir- işin piyasası ile alakalıdır. Kitap basımı, tanıtımı, dağıtımı, has okura ulaşması, satışı, tenkidi çoğu defa onu gâh coşkuya gâhî hayal kırıklığına sürüklese de bu tecrübeyi mahremiyetinde mahfuz tutmalı ve ileriye bakmalıdır. ‘Dış ses’ yazarı etkilese de ‘iç sese’ dikkatini engellememelidir. Çünkü eser yazarın iç sesidir.

Yazarın yazıyla imtihanı kanaatimce en önemlisidir. Çünkü yazmak zor, sancılı bir süreci muciptir. Yazmaya ara verilen dönemlerde rehavete kapılmak, rahatın tuzağına düşmek yazıya tekrar dönmeyi güçleştirebilir. Yazının/eserin tamamlanmasından doğan hak edilmiş rahatlamanın aksine, bu atıl durum yazarı uzun bir suskunluğa hatta sükûta sürükleyebilir. İmtina etmek gerekir. Öte yandan habire çalakalem yazmak ise edebî kudreti zayıf niteliksiz yazılar kaleme almak demektir ki sıradanlaştırır yazarın kalemini; daha da kötüsü güçlü metnin/eserin önünü keser, yazardan beklenen eseri öteler…

Sosyal çevre yazar için elbette önemlidir. Hepimizin sosyal hayatta vazgeçilmez, olmazsa olmaz rollerimiz ve buna bağlı dar/geniş çevrelerimiz vardır. Farklı rollerden kaynaklanan bu çevrelerin birbiri ile yakın/uzak konuşlanması, yine birbiriyle uyumlu/çatışan yanları vardır. Yazar bu farklı sosyal çevre ve buna bağlı rolleri birbiriyle karıştırmadan sosyal ilişkilerini düzenlemeli ve sürdürmelidir. Kan dolaşımı gibi. Nasıl ki: vücudumuzda kanın varlığı ve dolaşımı hayatın varlığı ile eşanlamlıdır.  Hayatın sağlıklı devamı için temiz ve kirli kan atardamar ve toplardamarlar vasıtasıyla bir devir-daim içinde olmak zorundadır. Aynı sistemin içinde olmakla beraber kirli-temiz kan birbiri ile temas etmez bile. Ederse düzen-hayat bozulur; bazen sosyal ilişkiler de böyledir. Merkez efendinin dediği gibi: “Her şey kendi merkezinde” demeli.  Yazar, yazarlığından kaynaklanan daha çok edebî muhit denilen sosyal çevrede rollerini başka zeminlerde sergilememeli ki iç iklimi zarar görmesin. Aile, iş, mahalle ortamı da birer sosyal çevredir ama evinize eş-baba olarak gidersiniz yazar olarak değil. Sosyal statüler yazarın dünyasında insanı geri plana iten bir ayrıcalık olarak görülmemeli. Sosyal yapıyla irtibat noktasında en önemli husus ise yazarın ihtiyaç duyduğu kontrollü tecride zaman ayırmasıdır. Gerektiğinde tenhasına çekilemeyen bir yazar, ihtiyaç duyduğu sükûneti bulamayacak ve kaleme alacağı her ne ise onu inşa edemeyecektir.

Yazarın kendisiyle imtihanı dedik! Bununla ne demek istedik. Yazarın/yazmanın önündeki en büyük engel çoğu kez yazarın ben’idir. Diğer sebepler bir şekilde yazma eylemine tesir etse de yazarın iç iklimi, varoluş anlamını yüklediği benlik anlayışı ve buna bağlı isteği/isteksizliği üretkenliğini etkiler. Bu sebeple yazar iç iklimini dış nazarlardan mümkün olduğunca korumalıdır; başka bir ifadeyle dış etkileri filtrelemelidir. Bunu nasıl yapabilir? Gözü misal verebiliriz. Bakma-görme sürecinin ilkinde obje göze çarpar ki bundan mesul değiliz; ancak ikinci bakışta göz objeye yönelir yani iradidir ve dolayısı şuurludur ve mesuliyeti muciptir. Dış ortamda tezahür eden şeylere ‘lüzumu kadar’ dikkati vermek, lüzumundan fazla konuşmamak gibi tedbirler yazarı ve kalemini rahatlatacaktır. Bunun aksi dağılmaktır. Yazar zihnen dağılmamalı ki yazdıklarından istifade edilebilsin.

Yazmak sancılı bir süreç ve yazar bu süreci mahremiyetinde yaşayan lakin yaşadıklarını kendinde saklayarak anlamı yazıya aktarandır. Yazarın güncesi önemlidir vesselam…

İSA YAR

desem ki


12439465_10208655690540605_7684135349273784241_n

Desem: sancım kalsın sizde ben birazcık gülüp gelsem

Yahut ölüp gelsem dirilten bir nefesle, susarak…

 

Hani sular çekilmiştir, durgun/kırgın akar ırmak

Derken, yine coşar gelir avdet eder daim derdim

Ben ki daim mesel derdim, anlar gibi anlardınız

Gözleriniz vardı sizin hüzünlenir ağlardınız!

Çekip gittik kendimizden, yakınlıklar bizden ırak

Bizden ırak yakınlığı uyandırma öyle bırak…

 

Ya ben şimdi bu lisanı tahrip edip gitmeliyim

Yahut yeni ‘sözcüklerle’ şiir mi inşa etmeliyim?

Etme dedim gitme dedim, kendim ettim benden gittim

Döndüm bana bende yoktum zayi oldum ya neyleyim…

 

Şimdi bahar dallardadır, topraktadır, üşümüştür

Bir şey olmuş, çok şey olmuş,bir kez yere düşülmüştür

Uzun süren bir uykuydu; bordro, taksit derken sabah

Gün ortası, vakt-i evvel,  ahir zaman bilinmiştir

Kayda geçmiş yenilgimiz, esamimiz silinmiştir

Günah bile değil cürmüm yoktur ceza ehliyetim…

 

Şehir girdap, apolitik, şair kimdir, bir yetimdir

Her tenha bir yalnızlıktır, kitap, kalem, çay ve sükût

Ne sen sor ben söyleyeyim, işbu hal vaziyetimdir

Gülüp geldim, ölüp geldim, olup geldim işte hudut…

 

Ver sancımı al hıncını dirileyim ben kendimde

Ve şehrime çekileyim, herkes kalsın başkentinde…

 

İSA YAR

Kasım 2016/Divanyolu Dergisi 35.sayı 

ŞUURALTI


ay

Oraya gitmek için kendime bir sebep arıyorum. Oysa gitmek için belirgin bir sebebim yok. Nedense hep oraya gidiyorum. Kimbilir, belki gitmek ihtiyacından, belki de yitik mekanın izini sürmek arzusu yahut alışkanlık…

“Çayınız, hocam” diyor, yirmili yaşların başındaki genç. Sormuyor bile, çayı sehpaya bırakıyor. Zaten, “Çayınızı tazeleyelim mi” dışında soruları olmayan birisi. Aradığı cevaplar yok. Bu mekâna sorular ve cevap bekleyen bakışlar olmadığı için mi geliyorum? Bak, bunu hiç düşünmemiştim. Düşüneyim o zaman. ‘Sorgulanmak’ deyince aklımıza hemen gelivereni bir kenara bırakırsak, hep sorguda olduğumuzu fark ediyorum. Sorguluyor ve sorgulanıyoruz! Daima bir açıklama bekliyor yahut açıklamaya zorlanıyoruz. Adeta “nasılsın, ne düşünüyorsun, iyi misin, bir şey demeyecek misin…” derken bile sorguluyor, sorgulanıyoruz.

İnsan bir halde kalmıyor, kalamıyor. İçimizden bahsediyorum. Ahenkli bir dengeden, mutmain olma hali ve sükunetten. Ruh hallerimiz, değişken. Canımız sıkılıyor. Canımızı sıkıyorlar. Bu hızlı akış ve değişim eşyada, mekânda yani görünür olanda yaşanırken içte durağanlık, yorgunluk, usanmışlık hali. İçinde değiliz hayatın; seyrediyoruz sadece. Bu ise bir seyr/yolculuk hali değil, temaşa/izleme…

Baraja dökülmüş ırmak, uçurumun başında önü kesilmiş yol gibiyim! İçime doluyor, içimde kıvrılıyorum. Yazmak, yola devam etmekle eş anlamlı; yaşamak gibi. Kalemi tekrar tekrar alıyorum elime, bir cümle yazmadan bırakıyorum elimden. Kime kelam etsem, sesim bir duvara çarparak parçalanıyor. Diyorum ki “deneme” yazarak size ulaşmayı denemeyeceğim artık. Bir kurgunun peşine takarak dikkatinizi, ancak bir romanla ulaşabilirim idrakinize. Romancı değilim. Geriye şiir kalıyor. Oysa kemikleşiyor duygularım, yaralarım kabuk bağlıyor; bu beni yaşadığım topluma uyumlu kılarken şiirden uzaklaştırıyor. Şiirden yani içimden…

Çay içerken, günlük gazetelere bakıyorum; okumuyor, sadece bakıyorum. Okunası şeyler kitaplarda, dergilerde. Gazetelerde ise: “Şeker ve tuzdan uzak durun” diyor sağlık uzmanları! Hayatın tadı-tuzu zaten kalmamış, bırakın yemekte tuz, çayda şeker kalsın. Bir sanatkârda eserini ortaya koyacak duygu ve düşünce yoğunlaşması, günümüz öğretilerinde “patoloji” olarak tanımlanıp, anksiyete-stres ve depresyon, nevroz ilh. tanımlamalarla tedaviye muhtaç görülürken; her kimse herkes sıradanlığında hizaya zorlanırken, hangi eserden, şiirden, fikirden bahsedebiliriz. Sudoku çözerek bırakıyorum gazeteyi sehpaya…

Heyecanla anlatıyor genç adam yanındaki arkadaşına: “Gavs hazretlerinin…” Yan taraftaki sehpayı üç kişi kuşatırken, içlerinden biri gamsız sesle: “Of! Burada sigara içiliyor” diyor. Sigara içen ortayaşlı adam dayanamayıp, okuduğu kitaptan başını kaldırarak tanımadığı şahsa sesleniyor: “Onun için içeride oturmuyoruz birader, buradan daha dışarısı yok!” Bir çocuk duruyor karşımda; boya sandığı değil de sanki dünyayı asmış boynuna: “Parlatalım abi”. Pembe nağmelerle seçim otobüsü geçiyor caddeden. Sıska köpek köşedeki çöp ‘konteynırını’ karıştırırken, canhıraş kaçıyor sokak kedisi. “İsmet Özel, diyor köşede tartışan guruptan bir öğretmen, Terme’ye gelecekmiş” Çocuk parlattı ayakkabıyı, parasını aldı, tekrar boynuna astığı sandıkla yürüdü ardına bakmadan. Durumundan şikayet eder hali olmadığı gibi, bir iş yapmanın büyük adamlara mahsus kabullenmişliği var üzerinde. Boyacılığı ona yakıştıramayan o değil, biziz. Ah, çocukluğumuz! O özlediğimiz uzak ülkemiz çok mu güzeldi? Değil. Güzel olan çocuk olmamızdı. Hep çocuk kalsaydık, hiç büyümeseydik demenin bir daüssıla özleminden öte anlamı yok. Benim yazılarımın bir yanı niçin kapalı havalar gibi karamsar? İki yıl önce, yanımda kızkardeşim, birkaç adımda yorulduğu için sırtıma alıp “hematoloji” polikliniğine kadar taşıdığım babam, fakülte hastanesinde birbuçuk ay süren tetkik ve tedavi sonrası –bu süreçte yaşadıklarımız uzun bir bahistir- “beni götürün” dediği köy evimizde yalan dünyaya veda ettiğinde öldü çocukluğum. Ben çocukluğumu o gün yitirdim. O günden sonra hiçbiryerdeyim. Bütün gidip gelmelerim zamanı sarmak için…

Kelimelerimi saldım sokağa. Son model bir araba geçiyor caddeden, teker izlerinde yamyassı olmuş cümlelerim. Kaldırımda yere savrulmuş anlamı süpürüyor belediye işçisi. Bir seçim otobüsü daha geçiyor, gürültülü. İçimde birbirine paralel iki ben; biri “yaz” diyor, diğeri “yaşa”. Havanın gâh açık gâh kapalı olduğu Karadeniz iklimi gibiyim. Bir kararda olamamak hali. İnsan şuuraltında saklı. Şuuraltı, çocukluğumuz. Şuuraltı aldatmayan yanımız; şuura yükselen yanımızda hesabilik, kontrol ve öğrenilmiş çaresizlikler. Garsonu görüyorum, göz mesafesinden söz mesafesine gelince sesleniyorum: “hesap”

Telefonum çalıyor. “Baba, yemek hazır,  bekliyoruz” Kalkıyorum; önce markete uğramalı. Sokakta seyyar satıcıyla selamlaşıyoruz. Yerine kültür sarayı yapılması düşünülerek yıkılan, eski belediye dükkanlarının olduğu alanı çevreleyen kaldırıma paralel ahşap ihata duvarında resimler. Eskiden şöyleydi şimdi böyle diyen resimler. Hepsinde yeniden aday gösterilmeyen mevcut belediye başkanının sembolik fotografı. Arada çocukları at binmeye götürdüğüm ve beyaz Midillinin de bulunduğu At çifliğinde çekilmiş resme takılıyor gözlerim; gösterişli iki ata binmiş iki adam: eski bakan ve başkan . Eve yöneliyorum. Kapı, merdiven, zil, “hani birleşik kesirleri çalışacaktık baba” diyerek kapıyı açıyor bahar gözlü bir çocuk; “tamam, çalışırız kızım.”

Merhaba huzur…

İSA YAR

Taşrada kalemin yalnızlığı


.
.
.

Ünye’de edebiyatçı olmak

İnsan yaşadığı şehri benimsiyor. Doğup büyüdüğünüz yer olmasa dahi yaşadığınız şehir yaşanmışlığın hatırasında size bir aidiyet sunuyor.Yürüdüğünüz sokaklar, sık uğrayıp çay içtiğiniz mekanlar, kenarda köşede hala ayakta kalabilmiş geçmiş zaman evleri, açık alanları obur bir iştahla yutan apartmanlar ve en önemlisi tanıdığınız insanlar sizin için yaşadığınız şehrin anlam haritasını oluşturuyor.

Böyle olmakla birlikte kişi kendisini merkeze alarak herkese ve herşeye kendi gerçeğinden baktığından olsa gerek yaşanılan şehir bütün genişliğine rağmen an gelir küçülür, dar gelir insana. Demem o ki mekan ve mukim arasında oluşan bağ herkes için aynı değildir…

Neredeyse yirmi yıldır bu şehirde yaşıyorum. Bir şehri tanımak için yeterli bir süre. Oysa biliyorum ki ne ben bu şehri yeterince tanıyorum ne de şehir beni. Aramızda eksik bir şeyler var. Benden yana eksik olan şudur ki bu şehirde çocukluğum yok. Çocukluğumuzun geçmediği mekan, ne kadar benimsemiş olsak da bizim için ruh gurbetine benzer bir hatırasızlıkla noksandır. Yani hafızamızın önemli bir kısmında yer tutmaz çünkü çocukluk bizim uzak ülkemizdir. Doğup büyüdüğümüz yerlerden bir ömür ayrı kalsak bile o belde bir hafıza olarak bizde yaşar. Bu sebeple şehir, kendi çocuklarında bile en fazla mahalleden ibarettir. Demek istediğim, bu şehirde yaşayan birisiyim sadece. Aramızda en anlamlı bağ ve yakınlık, aynı coğrafyada, karadeniz sahilinde güzel bir köyde çocukluğunu yaşamış birisi olmak. Bu şehirde dışımdaki iklim/mekanbir anlamda bana yabancılıkhissi hiç vermedi. İç iklimimiz ise başka bir şey; yaşadıklarımızın toplamı ve içimizde saklı bahçe…

Yukarıda kaleme aldığım ifadelerden ne anlamak lazım geldiğini bilmiyorum, anlayan beri gelsin diyerek geçiyorum. Yazının bundan sonrasında kendi hissiyatımdan değil(mesleğimiz ne olursa olsun) edebiyatçı tanımına giren insanın gözünden bu şehire bakmaya çalışacağım. Belki şehre bakmayacağım, bu şehir (bütün temsilcileriyle) edebiyatçıya nasıl bakıyor bunu dile getirmeye çalışacağım. Burada edebiyatçıdan kastmız elbette yazan adamdır. Edebiyat, mevzusu itibariyle zaten şehirli karakter taşır; konusu insan, toplum, kültür ve medeniyettir. Dolayısı ile en gelişmiş haliyle dil yani lisandır. Edebiyatçı, inşa edeceği eseri tahayyül ve tasavvur ederken tenhaya, yalnızlığa, sükunete, iç aleminde yoğunlaşmaya ihtiyaç duyar ancak ortaya koyduğu eseri bozkırın ya da denizin ortasına değil şehrin meydanına bırakır. Şehrin meydanına yani onu anlayarak gereğini hayata geçireceklerin meydanına. Bu imkanı barındıran yerdir şehir ama bu imkanı şehir adına elinde bulunduranların edebiyatla ilişkisi nasıldır. Buna bakarak o şehrin kültürel zenginliğini ya da nasipsizliğini anlayabiliriz. O zaman bakalım bu şehre…

Ünye’de edebîyatın herhangi bir dalında eser/ler ortaya koyabilen insanların var olduğunu biliyorum. Bu hususta mahallini aşmış isimlerin varlığı bir gerçek. Öte yandan bu şehirde içeriğinde ciddi edebi metinlerin, şiirin yer aldığı dergilerin kendini gösterdiği de gerçek. Yayınına ara vermiş Sükût, yoluna devam eden kertenkele gibiülke geneline hitap eden dergilerin yanısıra, okul mahreçli olan ve fakat muhtevasıyla mahallini aşmış yağmur ve yakamoz dergilerini kim yok sayabilir. Şiir seçkisiUzak, yöre ve kent kültürü dergisi canik, dil vekültür, lâl, künyebunlara ilave edebileceğimizdergiler. Eserlerini kitaplaştırmış birkaç isim, kitaplaştırabilecek donanımda edebî kalemler bu şehirde yaşıyor. Ve fakat:

Ünye bunun ne kadar farkında ve özellikle bu şehirde edebî faaliyetlere destek olabilecek imkana sahip olanlar nerede? Ünye’de bu hususta, burada yaşayan hakiki şair ve yazarlar, has okurlar, edebiyat sevdalısı öğretmenler ve ilgili öğrenciler dışında kimleri ve hangi müesseseleri sayabiliriz? Edebiyatçılar kalemi terkedip ellerine mikrofon alarak meydanda şarkı söyleseler şüphesiz çok daha fazla ilgi ve destek göreceklerdir. Gazete adı altında birkaç mahalli haberi dolgu malzemesi yaparak kutlama ilanları yayınlasalar teşvik dahi alabilirler. Gerçi tablo birçok yerde böyledir ancak işin ruhunu kavrayan, gerçek anlamda kültürel etkinlikler yapan, bu etkinlikleri destekleyen, sahip çıkan yerler de var memlekette. Mesela, 19. kez düzenlenen “suçıktı şiir akşamları”nı ülke genelinde edebiyat çevresinden bilmeyen yok gibidir. Bu kültürel faaliyetin yapıldığı yer, nüfusu baz alırsak (ki büyükşehir olmak için nüfus baz alınıyor) Ünye’nin çeyreği nüfusa sahip Dursunbey ilçesidir. Güzelliğin mimarı ise çok yerde olduğu gibi Dursunbey belediye başkanıdır. Mahalli idareler ve sivil toplum kuruluşları böyle faaliyet ortaya koyduklarında mülkî idarenin desteğini de her zaman almışlardır. Yeterki projelerinizde yer alsın.Maalesef bu misaller istisna kabilindendir. Asıl mesele taşrada yaşamanın, eser ortaya koymanın sonuçlarıdır. İstanbul’un dışına çıktığınızda, bütün varlığınızla edebiyatın içinde olmanız yetmez. Sesiniz kısık çıkar. Taşrada insanlar edebî kimlikleriyle değil mesela meslekî bilinirlikleriyle öne çıkarlar. Bu ise edebiyatın taşrada karşılığının sınırlı olduğunu gösterir. Oysa merkezde eser ve yazarı ön plandadır. Edebiyatçı edebî kimliğinin dışında tanınmaz bile, biyografisinden veya mülakatlardan çıkarırsınız ne ile geçindiğini. Orada dikkatler ortaya koyduğu esere yöneliktir. Edebiyatçı iseniz taşradan çıkarak merkeze gidecek, merkezden taşraya isminiz ve dolayısı ile eserinizle döneceksiniz. Yoksa taşrahas okurun ve hakiki edebiyatçıların dışında eserinizin farkında bile değildir. Diğer yandan edebiyatçıların protokollerden uzak durması edebiyatın doğası gereğidir ve edebî temsil bunu gerektirir fakat protokolün edebiyattan uzak durmasını nasıl izah etmek gerekir, bilmiyorum. Bilen varsa izah etsin…

İsa YAR

* ünye yağmur degisi 2013

Berceste_dergisi_Nisan_2012

İsa Yar kitapları hakkında….


 

          Yalnızlık Hüznü

Selim TUNÇBİLEK

            Şiir ciddi, bireysel ve toplumsal acıların sonucunda doğmuştur. Türkçenin ilk şiir örnekleri de bize bunu gösteriyor. Şiir bu kaynaktan dün olduğu gibi bu gün de hiç kopamadı. Şiir, toplumla bağlarını sağlamlaştırarak; bireysel acıları toplumsal zemine çekerek güçlenebilir olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şiir kendine bireysel ve toplumsal konuları, ortak duygu ve anlayış zemini içerisinde konu edindikçe, geniş kitlelerle ilişkisini güçlendirmiştir. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet şiirlerine olan ilgi ve bunun toplum nezdindeki hâlâ canlı duran yankısı, önümüzde güzel bir örnektir. Kişinin açmazlarını ve sıkıntılarını, korkularını, kaygılarını konu edinen şiir; okur düzeyinde ilgiyi kolay kolay kaybetmemektedir. Şiiri kalıcı yapan pek çok yönle birlikte bir diğer yön de budur.

            Hüzün ortak bireysel duyguların başında gelir. Karadeniz coğrafya olarak hüznün sağanak sağanak yaşandığı bir coğrafyadır. Karadeniz insanı duygu sağanaklarının ne olduğunu bilir. İsa Yar, hem Karadenizli ve hem de şair… İnsan, hem Karadenizli hem de şair olunca ‘Hüzün ve Sağanak’ ismini kendini tanımlayan kelimelerin başında görebilir. Şair İsa Yar da tam öyle görmüş ve Şiir Vakti yayınlarından çıkan şiir kitabına isim olarak ‘Hüzün ve Sağanak’ adını seçmiş. Doğru da yapmış. Bu şiir kitabına bu isim başlığı ile üst başlık olarak ‘İçimin Sahilinde’ nitelemesi de tamamlayıcı olmuş.

            İsa Yar, ülkemizde yayınlanan pek çok seçkin edebiyat dergilerinde yıllarca şiirleri ve yazıları yer alan bir yazar ve şair. 1961 yılı Perşembe Okçulu köyünde ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen şair; çeşitli meslek liselerinde eğitim hayatının seçeneklerini denediyse de Sağlık Meslek Lisesini bitirdi. Sağlık memuru olarak çeşitli illerde (Ankara, Adana, Ordu gibi) kamu görevlisi olarak çalıştı. Dar gelirli bütün Anadolu insanı gibi o da bir yandan çalışıp bir yandan yükseköğrenimini tamamlama başarısı gösterdi.

            Akşam vakitlerinin hayatımızdaki görüntüleri şairlere hep ilginç gelmiştir. Ahmet Haşim bu şairlerin başında gelir. Akşam, hüznü içimize bir ışıktan süzerek akıtır. Akşam, yorgunluk ve tükenişin de adıdır denilebilir. Yorgun argın eve dönen insanın akşamın ölgün ışıklarına benzer yönü çoktur. Ümitsizliğin karanlığına doğru çeker bizi akşam. ‘Sahilde Akşam’ şiirinde İsa Yar, Ahmet Haşim’in duygularını sanki bize Yahya Kemal’in sesleriyle aktarır.

Yine bir akşam vakti, deniz ufkunda kuşlar

Sanırsın bir tabloda zamanı dondurmuşlar…

Ne hazin bir tablodur şu akşam vakitleri

Ürpertir bir gönülde kalan son ümitleri…

            Hazan bahçesinde bir garibin efganı gibi görülmesi gereken şiirler değildir bu dizeler. Yalnızlık şiirleri olsa da bu yalnızlık, kişinin içe kapanmasından değil yaşanılan zamanın boğucu ve teknolojik baskının doğal hayata getirdiği çirkinliklerden uzaklaşma isteğinden kaynaklanan yalnızlık hissidir. İsa Yar dizeleri bu çerçevede ‘bir yaralı kalp gibi kanar.’ Çünkü o, ‘kalbinin sırrını’ okumuştur. Onu a’rafta bir münzevi olarak görebiliriz, evet, ama onun yalnızlıkları bir idrak oluşturan yalnızlıktır.

            ‘Dibace’ isimli şiiri kendi hayatının dipnotları gibidir. Yaşamak onun için bir yol hikâyesi ise onun hikâyesini dizelere aktarmanın ustası İsa Yar ve kitabının adı ise ‘Hüzün ve Sağanak’tır. Kimselerin bilmediği içini döker şair bu kitaba. Şiirlerin okura sıcak duygular vermesinin sebebi içten gelen sese yaslanan mısralar olmasındandır. ‘Ben içimde duracağım’ diyen şairi kitabın bütünü bu duygular kuşatır.

            Şairini bir yalnızlık duygusu alırken bütün Karadeniz şehirlerini İsa Yar sessizliği kuşatır. Böyle bir sessizlikle kuşatılınca modernite şaire hem şımarık ve hem de protez bir dolgu gibi gözükür. ‘Protez Orta Çarşı’ şiirinde çizilen tablo bir ressamın fırçalarından çıkmış gibi. ‘Terleyen kaldırımların’ yolcuları kusması, denizin sahile çıkarak saçlarını kurutması, kadılar yokuşunda nefes nefese evlerin durması hep hüzünlü çağrışımlara kapılar aralar.

            Metropol şairin hayatını çalan bir hırsızdır. Bu sebeple hep ‘Dışında bir dünya, içinle çatışmakta…’ İsa Yar’ın kalemi işte bu gerekçelerle iç dünya ile dış dünyanın çatışmasının şiirini yazar hep. İç dünya daha ziyade uhrevi bir sesi bize yansıtırken, dış dünya çağın çirkinliklerinin duyulduğu sese dönüşür. Şair bu durumu ‘Doğumla Başlayan Sancı’ olarak görür ve ‘ben bu hüznü o günlerden kapmışım’ der. Dolayısıyla şair, kendini bir medeniyetin çocuğu olarak görür. Kendi neslini ‘Bahar Gözlü Çocuklar’ olarak nitelerken; o neslin tavrını ‘Kirletilmiş bir çağa isyan gibi aktılar’ mısraı ile de hem çağı ile hesaplaşırken hem de, o neslin aksiyoner tavrını tanımlar. Geçmiş dönemlerin ve kendini ait olarak gördüğü medeniyetin altın çağlarına, özlem dolu hayıflanmalarla göndermelerde bulunur. Oradan kalma sessiz kültürel dokuyu ‘sükûtum ihtişamımdır’ diye özetler. Zaman zaman mimari özelliklerin üzerinden hesaplaşmalara girişir. ‘Cumbasız evlerin beton balkonlarını’ sokağa bir fıtık gibi çıkma olarak görür. Modernitenin izleri olarak gördüğü hiçbir durum ve uygulama ona sıcaklık vermez. İğreti ve çirkin gözükür.

            Şair ömrü yekpare bir an bildiği gibi onun tutarlı bir yapıda olmasını da arzular. Bu tutarlılığı kültürel temellerinde görür. Bu çağın değerlerini tutarsız ve bölünmüş olarak görmesinden ötürü huzursuz hisseder kendini. İşte İsa Yar şiiri bu huzursuzluğun şiiridir. Şair kendini bu çağda adeta gurbette hisseder. Yalnızlık kokan şiirinin temelinde yatan gerçek kendini ait hissettiği medeniyet ile bağı kopuk hayat ve modernite arasında a’rafta duran beninin bir saat sarkacı gibi git gellerinden kaynaklanan acıların oluşturduğunu görürüz. ‘Yalnızlık’ isimli şiirinde bu durumu ifade ederken kendini her diyarın yabancısı olarak görür, yine kendini bu iki durum arasında sıkışmış bulur ve beyninde bu iki durumu birleştiremeyen, barıştıramayan fikrin sancıları ile kıvranır.

            Bekir Oğuzbaşaran’ın kitabın takdimde verdiği İsa Yar tanımı, şairi tanımlayan bir özet gibidir. Bu yaklaşım onun eserinin temellerini de verir. İsa Yar, bu ilk kitabı ile kendi şiirinin hareket noktasını düşünce planını da ortaya koymuştur. Onun şiirlerinin mimari yapısına genel olarak bakacak olursak Necip Fazıl ve Yahya Kemal şiirinin ses yapısına yaslandığını görürüz. Kelimelerin kullanımında kendi sesini bu şiir mutlak surette bulacaktır. Şiirin buram buram kokusunu duyumsatan ‘Hüzün ve Sağanak’ bunun önsözü gibidir.

*Şiir Vakti dergisi



       ” SAKLI SÖZLER”İN SIRRI

        M.Hâlistin Kukul

 “ Saklı Sözler”; şâir ve edîb İsa Yar’ın elli sekiz denemeden meydana gelen eserinin adıdır. Bilinmelidir ki; şâir kelimesinin yanına en güzel yakışan bir diğer kelime de “ edîb ” kelimesidir. Şâir de, edîb de, yazar olmasına rağmen; yazar, çok yönlü ve çok değişik mefhûmlar için kullanılmaktadır. Şâir ve edip mutlaka yazardır ammâ, yazar; şâir veya edip olmayabilir.

   Edebiyât; başta şiir olmak üzere, zamanımızın-belki de her zamanın- geleceğe intikal eden en tesirli san’at dalıdır. Edebî san’at icrâcıları: Şâirler, romancılar, deneme ve tiyatro yazarları ve hikâyeciler, belki de, icrâ ettikleri san’atın kendilerine verdiği rehâvet hissiyle, ilgi duydukları bu sahalar hakkında geniş çaplı görüş beyan etmekten , hattâ ilmî eser ortaya koymaktan imtinâ etmişlerdir.

Şiir ,roman, hikâye, deneme v.s.yazıp da, bunlar hakkında sathî değil, derinlemesine tahliller yaparak eser seviyesinde görüş beyan edenlerin sayısı, -maalesef- çok az sayıdadır; çok nâdirdir. Şüphesiz ki, şiirde ortaya konan poetika, diğer türlere nazaran, numûne teşkil edecek seviyededir.

Bizde; Prof. Dr. Mehmet Kaplan’dan Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’e, Necip Fâzıl’dan S. Ahmet Arvasî’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mehmet Çınarlı’ya, Nihad Sâmi Banarlı’ya Cemil Meriç’e, Peyami Safa’ya kadar pek çok ilim ve san’at adamı bu vâdide yüksek mertebeli eserler ortaya koymuşlardır.

Bunlardan; Kaplan Hoca’dan bir hâtıramı nakletmek isterim: 1984 yılında, Ankara’da, Töre Dergisi Şiir Yarışması sonrasındaki bir sohbette, Kaplan Hoca’nın söylediği şu cümleyi hiç unutamam: “ Hayatta, bir şiirim olsun isterdim!” Evet, sâdece “ bir şiir!” Bilenler bilir ki, Kaplan Hoca, sayısız şiirini yırtıp-yakmıştır. O’nun sözünü ettiği o “ bir şiir”, işte “ o şiir”dir: Şiir! San’atın inceliğini kavrayan insanlar, ince eleyip sık dokurlar. Kaplan Hoca, buna, bir numûnedir.

Kaldı ki; -en azından- O’nun, Nesillerin Ruhu’nu, Ali’ye Mektuplar’ını; Çınarlı’nın, Halkımız Ve Sanatımız’ını; Cemil Meriç’in, Bu Ülke’sini; Suut Kemal Yetkin’in, Şiir Üzerine Düşünceler’ini; Necip Fâzıl’ın Batı Tefekkür’ü Ve İslâm Tasavvufu’nu; S. Ahmet Arvasî’nin Diyalektiğimiz Ve Estetiğimiz’ini; Nihad Sâmi Banarlı’nın, Şiir Ve Edebiyat Sohbetleri’ni, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Edebiyat Üzerine Makaleler’ini ; Peyami Safa’nın Sanat Edebiyat Tenkit’ini..okumayanların veya bu tarz eserler ortaya koyamayanların, bu vâdide dolaşmalarının zor olacağı gibi, bu tür eserlerden alabilecekleri fazla bir hisse yoktur.

Hem şiir, tiyatro, roman..yazıp, hem de onlara dâir fikir beyanıyla üslûp ortaya koymanın kolay bir iş olduğu sanılmasın. Bu mânâda, İsa yar’ın “ Saklı Sözler”i dikkate değerdir ve takdire şâyândır.

Son zamanlarda değil, başlangıcından îtibâren, şiir yazan çoktur da, şiir hakkında görüş beyan eden neredeyse bir elin parmaklarının sayısı kadar bile değildir. Hele, kitap çapında! Bu hususta, genç yaşta kaybettiğimiz Yardımcı Doç. Dr. Ahmet Çoban’ın “ Edebiyatta Üslûp Üzerine” adlı eseri önemli bir yer işgal etmesine rağmen, geçen zaman içersinde, verimli eserlerle muhatap olamadık.

Dr. Ahmet Çoban, eserine yazdığı Ön Söz’de şöyle der: “ Edebî eser dille kurulduğu için, elbette dilden de söz edilecektir fakat üslûp söz konusu olunca, dilin sanat yönü titizlikle araştırılmalıdır. Henüz bu türlü çalışmalar yaygınlaşmış değildir. Hâlâ ortada teorik altyapı, oturmuş bir terim bilgisi ve belli bir yöntem olmayınca, eleştiri yahut edebî bilgi yerine karmaşa yumağı yorumlar çıkmaktadır. Oysa bir esere edebîlik vasfını kazandıran ve sanatçının gücünü gösteren özelliklerin başında üslûp gelmektedir.”

  ( Bknz. Edebiyatta Üslûp Üzerine, Yard. Doç. Dr. Ahmet Çoban, Akçağ Basım Yayım, Ankara 2004, Sy.7)

  Necip Fâzıl, Poetika’sına şu cümlelerle giriş yapıyor:

 “ Arı bal yapar, fakat balı izah edemez.

  Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir.

 Şâiri, cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve irâdesi dışındaki içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz âleti farzetmek büyük hatâ…

Şuur ve zat ilgisi, cematta sıfırdan başlayıp nebat ve hayvanda gittikçe kabaran bir asgariye varır, sonra insanda ilk kâmil vâhidine kavuşur ve mutlak ifadesini Alah’ta bulur. Şâir de, bu ilâhî idrak emânetinin, insanda, insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık…Yahut şâir, işte buna memur olması icap eden his ve fikir kutbu…” ( Bknz: Necip Fâzıl, Çile, b.d. yayını, İstanbul 2005, Sy.471)

Halbuki, poetika hakkında ilk düşünen kişi olarak Aristoteles (M.Ö.384-322) Poetika’sında şöyle der: “ Epos, tragedya, komedya, dithrambos şiiri ve flüt, kitara sanatlarının büyük bir kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir (mimesis)” ( Bknz: Poetika, Aristoteles, Çeviren İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi İstanbul 1963, sy.11)

Aristoteles,şâir hakkında da şu görüşü ileri sürer: “ Şair gücünü ölçüden (vezin) daha çok hikâyede göstermelidir. Çünkü şair, taklit etmesinden ötürü şairdir.” (Bknz:a.g.e., sy.32)

Şüphesiz ki, mevzûmuz, aradaki uçurumu tespit ve takdîm değil, şiir hakkında düşünme’yi beyandır.

Bunca sözü söylememin sebebi, İsa Yar’ın, yukarıda sözünü ettiğim “ Saklı Sözler” adlı eserinin önemini îzâh içindir. Ne yazık ki, bu tür eserler, çok azdır ve olanlar da yeterince kendini gösterememektedir. Necip Fâzıl’ın belirttiği; “ ilâhî idrak emâneti ”ne “memur yaratık” olma gayretindeki şâir ve edip İsa Yar’ın, “ Saklı Sözler”inin arkasında, işte tasviri sunulan bu şâir portresi veya bu şâir tasavvuru vardır. Şiir, sâdece hâl’in beyanı olsaydı, “ tasavvur”un, onun içinde ve emelinde bulunmaması gerekirdi.

İsa Yar; eserinde, içe kapanık, çekingen, cemiyetten kendini tecrid eden, suskun değil; aksine, sükût ile dillenen, yalnızlık görünümünde gürleyen, coşkun ve tezâhüratlı bir heyecan ve cevvallik vaziyetini yaşamaktadır. Yâni O; şiir üzerinde, şirin hakkını teslim etmeye çalışan “ faâl bir beyin”dir. O’nu veya bizi; “ güzelliğin inşâsı ve ifşâsı bakımlarından bağlayan ve sınırlayan hiçbir şey yoktur. Bu noktada, İsa Yar, rahat, ammâ, şiire-umûmî olarak- uzak duruş bakımından da kaygılı ve endîşelidir ki, bunda da, yerden göğe kadar haklıdır.Çünkü; şiire en yakınım diyen dahi, şiiri “ angarya ” gibi görmektedir.

Az düşünen bir içtimâî yapı içersindeyiz ve bu durum maalesef, gittikçe de menfî olarak devam etmektedir. O hâlde, şiir gibi, çok hassas bir mevzû üzerinde düşünebilmek ve fikir ortaya koyabilmek de gittikçe azılıyor demektir.

Katıldığım birçok şiir gününde, şahit olduğum bir husus vardır. Sahneye çıkanların bir kısmı, konuşmasına, “ Ben, bu şiirimi..” diye başlıyor ve “ ..şu zaman, filân kişi için yazdım” la devam ediyor. Ardından: “ Bu kitabımı, filânca filânca kişiler de çok beğendiler….”le takdîmle, konuşmasını sürdürüyor.

 Düşünüyorum ve sormak istiyorum : Ortada bunca şâir varsa, şiir nerededir?

Tahlil yok, muhakeme yok, mukayese yok, tenkit yok; işte san’at, al sana şiir!

Yukarıda dedim ki; İsa Yar, san’at üzerine/şiir üzerine düşünen, çâre üretmeye çalışan, fikir açan, yol çizen tavrıyla, “ faâl bir beyin”dir. “ Faâl beyin”, boş lâf değil; hem icrâcı, hem de usûlü ve üslûbu tavsiye ile yolu işâret edicidir. Bu hususta mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:” “Güzel bir söz kökü sâbit, dalları gökyüzünde olan bir ağaç gibidir. Ki, o, Rabbinin izniyle her zaman meyva verir durur. “ ( İbrahim, 25-26) veya “ Şairler(in bazılarına gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide gerçekten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve daima yapamayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi? Bununla birlikte iman edip iyi iş ( ve hareket) de bulunan (san’atkâr)lar, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarından sonra (eserleri ile) öclerini alanlar böyle değildir.”( Eş-Şuara, 224-227)

Şâirlerimiz, bu övgüye mazhar olabilmek için elbette ki, bir îmânî faaliyet olarak şiire ehemmiyet vermek mecbûriyetindedirler. İşte; sözünü ettiğimiz “ faâl beyin”, kendini burada gösterecektir.

İsa Yar’ın geniş bir kelime hazînesi var ve çok okuyor. Anlatımı, zevk veriyor, düşündürüyor ve yol açıyor. Şimdi de, eserinden bazı numûne cümleler sunmak istiyorum:

*“ Yalnızlık, herkesin şikâyet ettiği bir tecrit gibi algılansa da, esâsen, insanın sığınmak için aradığı bir limandır. Orada, inşa ettiği dünyanın hâkimidir insan. “ (sy.91)

*”Popüler kültürün, daha doğru bir ifade ile “ kültürsüzleştirmenin” hayat alanlarımızı kuşatması karşısında bir “tepki” ortayla koyduğumuz, hatta “ tavır” aldığımız doğrudur. Fakat, bu tepkinin/savunmanın ötesinde, mensubu olduğumuz “ gözyaşı medeniyetini” temsilde, Türk-İslâm kültürünü yazılı-sözlü ifade etmede, gençliğe aktarmada hangi noktada olduğumuzun muhasebesini yapmamız gerektiğini düşünüyorum. “ ( sy.111)

*” Marifet çok şey bilmek olmasa gerek. Belki marifet bildiği “ şey”in hakikatini kavramaktır.” (S.141)

*”Lisanından habersiz, fikretmekten âciz, idrak zaafıyla malûl, üslûpsuz, derinliksiz, meselesiz/mefkûresiz, kısaca kifayetsiz nice isim bugün önemli yazar olarak pazarlanmıştır. Bu sayede yayınevleri kasasını ve kendileri de kesesini doldururken, edebiyatın içini boşaltmışlardır.” (Sy.192)

*” Dergi, hür tefekkürün kalesidir madem, a’rafta kalan bir kalem olarak; ben dergide bir kalem, dergi benim kalemdir diyorum.” ( sy. 184)

*” Şehri inşâ edenler, eşyâya hâkimdi, teslim değil. Eşyaya ve nefsine..” (Sy.133)

*” En güzel şiir yazıldı; en iyi beste yapıldı, yeni bir Süleymaniye inşâ edemeyiz gibi değerlendirmeler doğru olmakla birlikte, muhatabımıza, belki önce kendimize hitap eden anlamlı yazılarımız, edep dâiresi içinde hududa riâyet ederek söyleyecek sözlerimiz olmalı.”   ( Sy. 25)

   Başka söze gerek var mı? Diyeceğim ammâ, bu güzellikleri tebrik etmeden de son noktayı koymak istemiyorum.

   “ Saklı Sözler’in Sırrı “ nı ancak bu kadar ifşâ edebiliyorum. Tebrikler İsa yar! Başarıların devamlı olsun isterim!

*Şair-Yazar (OMÜ emekli öğretim görevlisi)

**Berceste dergisi nisan 2013 sayı 130 

 

BENİM YÂR’İM GELİŞİNDEN BELLİDİR

Hüseyin YILDIRAN

            Efendim,

            İnsanın ‘yâr’iyle alakalı duygularını, düşüncelerini, kanaatlerini, hislerini kaleme alması -en azıdan bu yazı yazılırken mideme giren kramplardan anladığım kadarıyla- oldukça zor bir zanaat imiş, hak el-yakîn öğrenmiş olduk. ‘Ne yani, alt tarafı bir yazı işte’ deyû sual edenlere, ‘Allah gönlünüze göre versin’ duasından başka şeyler de gelir içimizden, mâlum, rtük var, bildiniz siz onu…•       

            Muhtemelen on seneden ziyade olmuştur tanışalı. İlk tanışıklıktaki intibaın önemli olduğunu söylerler ya işte; kendisiyle tanışırken bende oluşan ilk intiba, ilk izlenim, ilk duygu, ilk heyecan, ilk algı, ilk elektrik, ilk bilmem ne’nin ne olduğunu da düşündü bu satırların yazarı; bu yazı münasebetiyle ve fakat tam olarak, o ilk, her neyse işte, o ilk’in tam olarak ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Aslında anladı da anladığı şeyin ne veya neler olduğunu anlatmaya ilmi kifayet etmedi, belki de…

            Bilenler mutlaka biliyorlardır o ilk şeyin ne olduğunu elbette; hayır, kesinlikle Fenerbahçeliliğinden bahsetmiyorum ki bu bahs-i diğerdir. Ve yine hayır, kesinlikle kelliğinden de bahsetmiyorum ki bu da alâmet-i fârikasıdır yâr’imin; ve yine hayır, kesinlikle ağır ceza reislerinde olduğunu düşündüğüm, ‘oturduğu koltuğu dolduran oturaklı oturuş’ falan da değil bahsetmeye çalıştığım o şey ki işte bu oturaklı oturuş da ayrı bir tür haşmet katmıyor da değil kendisine, ne yalan söyleyeyim…

            Başka bir şey işte o, ne olduğunu tam olarak bilemediğim fakat el’an da kendisinden sâkıt olmayan, olacağını da düşünmediğim o şey veya şeyler; bir defa, muhatabına itimat telkin eden o güler yüzlü bakış; karşılaştığınızda sohbete kesinlikle 1-0 mağlup başladığınız o haşmet, vakar ve azamet; sizin dudağınızı uçuklaştıracak derecede Anadolu edebiyatına hakimiyeti ve elbette adamlığı; ve kesinlikle hep bir tarafının -kendi tabiriyle- alacakaranlık oluşu, evet alacakaranlık, işte sihirli kelime bu…        

            Dalgalı edebiyat dünyasında binecek bir gemi bulamamışları, hasbelkader bir gemi bulmuş fakat ilk fırtınada sığınacak bir liman bulamamışları arar bulur, onlara kâh gemi kâh liman olur, kendisini de gemi ve limansız addettiği için dertlerinden anlar, dert-dâş olur; kıyıda köşede kaldığı varsayılan Anadolu’daki edebiyat dergileriyle sürekli bir irtibat halindedir ki İsa Beye göre onlar değil, kendisini merkezde sananlar kıyıda köşede kalmışlardır aslında…

            Sürekli bir okuma halindedir, bıkmadan usanmadan okur ha okur, aşk ile vecd ile okur… Elinden kitap-dergi eksik olmaz, elinden kitap-dergi eksik olsa mutlaka İsa Abi eksik olurdu, gerisini siz varsayın artık… Bazen siz bıkarsınız okuma seanslarından, elindeki kitaptan-dergiden başını kaldırsa da son siyasi dedikodulara sizinle beraber girse diye bakarsınız ama, ııh, hiç oralı olmaz…

            Hani bir de sîgâya çekmesi vardır ki ağabeyler, düşman başına; sohbet halkasındakilerden en pervasızı bu fakir olmasına rağmen, mahalle mektebindeki akşam dersleri edasıyla sorgular başlayınca fakirin de dizleri titremeye başlar tırsık tırsık, hele o titremeleri göstermemek için attığı terlere mazeret bulmak için, bir de zemherinin ortasında, ‘ya, bu akşam da çok yaktılar sobayı’ gibi saçma cümlesi herkesi gülümsetir çünkü hem mıkır hem de cıbır olan çaycının sobayı yaktığı pek görülmüş şey değildir…

            Favori şairleri vardır favori yazarları olduğu gibi, en ilginci ise, ‘o kadar da değil, bu yazıyı okumamıştır artık’ dediğiniz yazılardan da haberinin olması, hangi aralık okumuştur bilemezsiniz… İlgisini çekmediğini düşündüğüm bir bahis açar, göz ucuyla da üstadı keserim tepkisini ölçmek için, ‘tamam’ derim içimden, ‘tamam oğlum, bu gün senin günün, gelen muz ortaya vur kafayı, hoop, top doksanda işte’ der demez, en panter kaleci edasıyla süzülerek, ağlarla buluşacak olan o içi hava dolu meşin yuvarlağı tam doksandan çıkarmaz mı bizim kaleci; gel de ifrit olma, hele o muzip gülüşü yok mu, çıldırtır abi insanı…

            Bir bakarsınız şairlik yönü ağırdır, bir bakarsınız yazarlık yönü; felsefeyle pek ilgilenmez, siz ilgilenmez dediğime inanmayın, konuşmaya değer bulmaz, fakat ‘İslâm Felsefesi’ dendi mi handiyse deliye döner, felsefeyle İslâm kelimesi yan yana gelmemeli kendisine göre; Cemil Meriç’i ıncığına cıncığına kadar okumuştur ama, hem de Meriç’le ilgili yazılmış bütün külliyatı…

            Biz’i yazan, biz’i anlatan hemen herkes ilgi alanındadır, tek kıstası vardır; ‘meselesi olmak,’ meselesi olanların hangi tarafta olduğuna bakmaz… ‘Doğu’ya gide gide Batı’ya ulaşanlar’ ve ‘Batı’ya gide gide Doğu’ya ulaşanlar’ şeklinde entelektüel kategorize bir yazı okuduğumu hatırlıyorum, fakat bendeniz, bir kategori daha ilâve ettim bu kifayetsiz ilmimle, ‘Batı’nın farkında olup da Doğu’ya gide gide Doğu’ya ulaşanlar’ kategorisi; bu kıt aklıma göre, tam da İsa Yar’ı formüle eden bir kategori işte; İsa Bey’in ‘Doğu’nun farkında olup Batı’ya gide gide Batı’ya ulaşanları’ da asla es geçmeyeceğini düşünürüm, zira önemli olan farkında olmaktır çünkü ve farkındalık dediğimiz şey İsa Yar’e göre önemlidir, gerçi henüz benim farkımda değildir ama bekliyorum keşfedileceğim günleri umutla…

Şiirin kategorize edilmesine çok sıcak bakmaz, kategorize edilmiş şiirin şiir olmadığına inanır nerdeyse; şiirlerinde her kategoriden ve her dönemden mısralar bulabilirsiniz, kelimelerle oynamayı sever ve okuyucuyu ters köşeye yatırdığı cümleler genellikle düz yazılarındadır.

            Şiir denilen o efsunlar deryasını bilenler -ki bendeniz onlardan değilim- şiirindeki gelişmeyi iç dünyadaki gelişme ve değişmeyle birlikte yorumlarlar; hiç şüphe yok ki şairin onbeşindeki dünyayla ellisindeki dünya arasında dağlar kadar fark vardır ve bizim şairimizin farkı, onbeşinde de ellisinde de şaşılacak derecede arafta bulunuşudur ve şahsen alacakaranlıkla anlatmaya çalıştığım şey de tam budur.

            Şairin ilk şiirlerindeki dünya algısıyla son şiirlerindeki dünya algısı arasında ise temelde hiç fark yoktur; olan fark, algının kelimelere ve cümlelere bürünüş şeklinde, şiirin formatında, duygunun terennümünde, hissin aktarılma kuvvetinde, kelimelerle birlikte anlam zenginliğinin çoğalmasındadır ki bahse konu bu fark aynı zamanda süreç içinde şairin kendine has bir deyiş, bir üslup, bir söyleyiş ve bir dil geliştirdiğinin de ispatıdır.

            Aynı temel kaynaktan beslenen, aynı meselelere kafa yoran, aynı dünya algıları bulunan zevâtın aynı söyleyişleri farklı üslup ve vurgularla dile getirmeleri kadar tabiî bir şey olamaz; aslında, bir dostumun dediği gibi, hikmetin peşinde olan herkes zaten aynı şeyleri söyler zira hikmet tektir, söylenen şey çok, söylenilen aynıdır; daha da aslı, söylenilen de tektir söylenen de…

            Kendi tabiriyle, ‘yürümeyi öğrenmeden yüzmeyi öğrenmiş’ olan İsa Yar kelimenin tam anlamıyla bir deniz çocuğudur ve bunun eserlerine yansımaması zaten mümkün değildir; buna rağmen, şiirlerinde her coğrafyadan sesler ve duyuşlar bulunması -ki buna çok kızacağını bile bile- şairin kerametidir netekim…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İsa Yar’ın Eserlerinde Sükût

Zeki ORDU

           Şair-yazar dostum İsa Yar’ın 2012 Martında iki kitabı okurlarıyla buluştu. Yarım asır aynı kültür iklimini paylaşmış, aynı coğrafyada yaşamış, hemen hemen aynı kişilerle dostluk kurmuş olmanın verdiği imtiyaz ve yakınlık ile; vücuda gelmiş olan iki kitabı hakkında birkaç söz söyle hakkına sahip miyim bilmiyorum. ‘Saklı sözler’ isimli deneme ve ‘Hüzün ve Sağanak’ isimli şiir kitabı neşredilince, kendisi dışında en sevinenlerden biri olduğumu düşünüyorum.

            Yarım asırlık tecrübenin ve bir o kadar da ‘hayat’ denilen notsuz imtihan mektebini alnının

akıyla ve hakkıyla okumaktadır. İnsanoğlunun başına gelecek olan hemen hemen her şeyle karşılaştı, karşılaştık…

            Aynı mahallede dünyaya gözlerini açan ikimiz şu satırların yazıldığı ana kadar aynı dünyaya bakmaktayız. Ancak dünya ne coğrafi, ne ahlaki, ne insani ve ne de medeni olarak aynı dünya olmadığının da farkındayız. Bu farkındalık İsa Yar’ın eserlerinde de kendini göstermektedir. Bu farkındalık kalemi ve kitabı dost eylemiştir.

            “Saklı Sözler” ‘içinin tenhasını’ bir yere kadar aşikâr etmiştir. Biz biliriz ki onun içinin tenhasında/derununda çok şeyler vardır. Şairin, “zalım söyletme beni/ derunumda neler var” var demesi gibi; söylenecek olanı söylenmiştir. “Söylenmedik cümlenin hasreti dudağında” kalarak…

            “Hüzün ve sağanak” ‘içinin sahilinin” dışa yansımasıdır. Enfüsten/içten, afaka/dışa sesleniştir. Biz sadece çıkan sesleri duyuyor, duyduklarımız kadarıyla hüküm veriyoruz. Bunlarda da ne kadar isabetli oluyoruz bilinmez. İçte olanlar, şairle kendi arsında kalanlardır.

Biz İsa Yar’a ait kitapları bir başka açıdan ele alacağız. Bu bir tahlil değil. Tenkit değil. Ne şerh ne reddiye. Belki kitaplara ait bir ‘cüz’ün açıklanmaya çalışılması. Yani bütüne ait fikirler değil. Zaten onu yapabilecek hususiyete sahip değiliz.

Bazı yazar ve şairlerin çok kullandıkları kelimeler vardır. Siz o kelimeyi duyduğunuzda o yazar ve şairi hatırlarsınız. Belki o kelimenin şair ve yazar üzerinde bizim bilmediğimiz bir tesiri vardır. Belki de cümlenin gelişi onu o kelimeleri kullanmaya itmiştir. Bunu bilemeyiz. Bilinen şudur ki kelime harflerle ifade edildiğinde okuyucu bunu sezer. Mesela ‘muhayyile ve dikkat’ kelimesi bana Tanpınar’ı hatırlatır. Zaman kavramı da… Tanpınar ‘dikkat’ kelimesini çok farklı kullanır. ‘Muhayyile’ ise bir başka. Necip Fazıl’ın aynı kelimeleri iki kere kullanmasını nerde iki kelime kullanan varsa üstadı hatırlatır bana. Ayrıca ‘müthiş ve dehşet’ kelimeleri de…

Bu kadar girişten sonra gelelim bahsi geçen kitaplarımıza…

Önce “Hüzün ve Sağanak’tan başlamak istiyorum.

Şair bu kitabında ‘sükût’ kelimesini dikkat çekecek kadar kullanmış. Belki de benim bu kelimeye olan aşinalığımdan gelmekte bu dikkat. Ancak bu sihirli kelime belli kültür iklimindeki kişiler için çok mühim. Sadece bir kelimeden ve lügatte açıklananın çok fevkinde bir mana ifade etmektedir. Bu hususta İsa Yar sükût hakkında bakın ne diyor: “Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime… Bütün konuşmalarımız ve susmalarımız sükûta dairdir. Şiir ve yazılarımız da öyle…” ( Saklı Sözler sayfa 208)

Sükût hususunda Osman Akkuşak 04 şubat 2007 sayılı Yeni şafak Gazetesinde Sükût Dergisi için yazdığı bir yazıda ‘sükût’ kelimesi için şöyle diyor:

“Edebiyatın imtiyazlı kelimeleri vardır.. “sükût” işte onlardan biridir.. anlamının derinliğini ve genişliğini hemen ölçemezsiniz.. muhtevasının ve şumûlünün hududları, yeni kelimelerle söyleyecek olursak, içeriğinin ve kapsamının sınırları; insan hayatının binbir haline ve ahvaline yetecek ve onları mükemmel ifade edecek zenginliktedir.. insanın gönlünde yarattığı çağrışımlarda, büyüklü küçüklü bütün tedaîlerinde bir güzellik, bir asalet, bir fazilet vardır. sükût, aşkla beraberdir; sükût; erdemin, alçakgönüllülüğün, mazlûmiyetin, masûmiyetin, haklılığın, dostluğun, barışın, hattâ haklı gururun ve de kararlılığın ve azmin sembolüdür.. sükût.. ne kadar güzeldir.. ne kadar güçlüdür..”

Biz bu kelimeyi merkeze alarak şimdi sizlere Hüzün ve sağanak kitabında bu kelimenin hangi mısralarda kullanıldığına misaller verelim. Ve mısra hakkında ki yorumu okuyucuya bırakalım.

Kitapta tam on beş kere kullanılan bu kelime on beş mısraya ve o mısraın bulunduğu şiire ayrı bir ahenk kazandırmıştır.

Kitabın on birinci sayfasında “Dibace” adlı şiirde “ağladı kelimelerim, söz tükendi, şimdi sükût ar’dı” mısraı olarak karşımıza çıkıyor. On üçüncü sayfada “Sıkı Dostlardık” şiirinde “şimdi, konuşan bir sükûta bürünür/ ” mısraında ‘sükûta’ yer verilmiş.

Burada biz mısraları tek tek yazarken mısraların önünde ve ardındaki mısralara yer verilmemesi bir kopukluk gibi algılanabilir. Konumuz bahsi geçen kelime olduğundan sadece adı geçen mısra yerine bağlantılı mısraları da yazımıza ilave ettiğimiz oldu.

“Bu Şehirde Sen” adlı şiirin “ zamanaşımı düşer sükûta” mısrada aynı kelimeye rastlıyoruz. Kitabın yirmi beşinci sayfasında olan bu şiir ‘içimizin de, dışımızın da’ zaman içinde ne hale geldiğini manzum olarak anlatan güzel bir eser.  

Yirmi yedinci sayfada bulunan “Güzel Gözlü Körler” şiirinin “Sükûtu çeker sizi, sözü dikkatinizi” mısraında da yerini almış sükût…

Sükût en güzel manayı belki de yirmi sekizinci sayfada bulunan “Sükûtum İhtişamımdır” şiirinde bulmuştur. Zaten konu itibariyle sükûtu işleyen bu şiir adının ne olduğuna bakılmaksızın ‘muhteşem’ bir şiir. “Sükûtum bundandır/ Sükûtum ummandır” mısraları ile varlığını gösterdikten sonra başlığı taşıyan bir mısra ile sona ermektedir: “Sükûtum İhtişamımdır.”

Sayfa otuz ve “Kar Yağar Yüreğime” adlı şiirin bir yerinde “sükûtumu duyar gibi” diyor şair. Biz de duymaya çalışıyoruz. Yine otuz birinci sayfada “Ne Tahammül Ne Sefer…” şiirinde “Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda” mısraı ‘sükût’ ile süslenmiş…

Otuz dördüncü sayfada “ sözün Bittiği Yer” e sükût ile başlıyor şair. Daha birinci mısrada “Söz tükenir bir yerde, konuşan sükûttur.” ifadesi birçok manayı birden taşır üstünde.

Ve kırk sekizinci sayfa… Şiir başlığı “Huzur.” Mısra çok manidar: “Sükûtun lûgatından!” Eh! Şair bu. Her şeyin bir lûgatı oluyor demek ki… Yine benzer bir ifade de elli üçüncü sayfada kullanılmış. “Sükûtun lisan olduğu” şeklinde kurulmuş mısra “Usandım” adlı şiirde…

            “Ve Gece” şiiri. Sayfa elli altı. “düşünmek sükûttur” şair… Ya konuşmak?

            “Ve Gece”nin ardında yine “Gece” ye geliyoruz. Sayfa altmış altı. İlk mısra. “gecenin içinden seslenir sükût;” diye devam ediyor şiir. Ve geceyle birlikte karanlığa bürünüyor belki. Kitabın ‘sükût’ şeklinde ifadesiyle son şiir kitapta. Ancak her şey bununla bitmiyor. Tam on altı yerde de ‘susmak’la ilgili kelime geçiyor kitapta… Ayrıca yedi tane ‘tenha’ kelimesi kullanılmış. Bunun yanı sıra; münzevi, sükûnet, sakinlik gibi mana itibariyle bir diğerini andıran kelimeler…

            Bir bakıma “içimin tenhasında” diye de adlandırdığı “Saklı Sözler” kitabında kırka yakın ‘sükût’ kullanılmış. Yine yukarıda zikredilen kelimeler de… Ancak nesir cümleleri hem uzun hem de tek başına fazla mana çıkarmadığından buraya almadık. Zaten yazar kitabın adının üstüne “içimin tenhasında” ifadesini koymakla derunu hakkında bilgi vermiştir kısmen.

            Başta da ifade ettiğimiz gibi bu bir tahlil değildir. Başkaları da, farklı bir cihetten bir eseri araştırabilir. Yazılanların, söylenenlerin yekûnu bir araya gelince daha anlaşılır hale gelir. Şimdilik sükût edelim…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İsa Yar ve Eserlerine Dair 

Mehmet Nuri YARDIM

            İsa Yar, Ordu Ünye’de yaşayan bir edebiyat, sanat ve kültür adamı. Ne yazık ki, biz İstanbul’da oturanlar, Anadolu’da eser veren, yazı ve şiir kaleme alan değerli kişilerle yakından ilgilenemiyor, güçlü dostluklar kuramıyoruz. O eksiklik bizim. O kusur bize ait. Biraz İstanbul’un hiç bitmeyen telâşı buna sebeptir diyebilir miyiz? Belki, ama bu da tam mazeret sayılmamalı. Köklü dostluklar sınırları da aşar, ülkeleri de…

Anadolu’da edebiyat dergileri çıkıyor dört bir yanda. Bu dergilerde yazan şairler ve yazarlar var. Daha sonra kitap çıkarıyorlar bin bir zahmetle. Sonra telif ettikleri bu eserleri İstanbul’daki gazeteci yazar dostlarına gönderiyorlar. Haklı olarak biraz ilgi, kitapları hakkında bir kaç satır bekliyorlar. Ama bu konuda İstanbul matbuatının görevini hakkıyla yaptığını söylemek zor. Duyarlı olduğu sanılan benim gibiler bile bazen aylar sonra bu tür değerli eserlerden söz edebiliyoruz. Bu yazı da Vedat Ali Tok Beyin himmeti ve takdir edilesi fikr-i takibi olmasaydı herhalde yayımlanmazdı. Sağolsun, var olsun.

Bir yazardan söz ediyorsanız, tanımayanlar için, eserlerini ve ismini ilk defa duyanlar için birkaç satır da olsa biyografisinden söz etmek gerekiyor. Öyleyse bu kurala ben de uyayım.

            İsa Yar, 1961 Ordu Perşembe Okçulu köyünde, ailesinin ilk çocuğu olarak doğdu. İlk ve ortaokulu (Büyükağız) Kovanlı’da okudu. Denizcilik Lisesi, Sağlık Koleji ve Öğretmen Okulu sınavlarını kazandı. Kısa süre Perşembe Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra (1975), oradan ayrılarak Sağlık Koleji’ne kaydoldu. Koleji yatılı olarak Çankırı ve Ankara’da 1979’da ve Yüksek öğrenimini 1993’te tamamladı. Kamuda sağlık memuru olarak Ankara, Adana, Ordu’da görev yaptı. Evli ve dört çocuk sahibi.

            Şiir ve yazılarını Milli Fikir, İnsan ve Kâinat, Türk Edebiyatı, Berceste, Bizim Külliye, Sükût, Yakamoz, Yedi İklim, Somuncu Baba, Sızıntı, Lamure, Yağmur, Dil ve Kültür, Kadıköy Life, Canik dergilerinde yayınladı. Bazı gazetelerde köşe yazıları kaleme aldı. Erciyes Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı bölümünde Bekir Oğuzbaşaran danışmanlığında hakkında bir tez çalışması yapıldı.

                        SELÂMET DER KENAREST

            İsa Yar, bazı dergilerde şiir ve yazılarını yayımladı. Bunları okuduk. Ama edebî ürünleri kitaplaştırma safhası biraz gecikti gibi. Bunu yeni yayımlanan şiir kitabı Hüzün ve Sağanak’ta kendisi de söylüyor ve şöyle diyor:

            “Biz erteleyen/ertelenen bir nesle mensubuz! Bu sebepledir ki şiirimiz edebiyat dergilerinde görünmekle beraber, kitaplaşmasını çok geciktirdik. Belki de nisyana müptela bir çağa isyandı bekletmemiz…”

            Haklı bir serzeniş, yerinde bir sitem İsa Yar’ınki… Neyse ki bir geldi eserleri ve pîr geldi. Bet bereket getirdi. Hüzün ve Sağanak, şiirlerden oluşuyor. İçimin Tenhasında Saklı Sözler ise denemelerden meydana geliyor. İnşallah sırada başka eserler vardır.

            Hüzün ve Sağanak’ın başında Bekir Oğuzbaşaran’ın manzum “İsa Yar” portresi var. Oğuzbaşaran vefa yüklü kocaman bir yüreğe sahiptir. Daha önce de birçok yaşayan şair ve yazar için portre şiirleri yazdı. Kısa şiirlerde, dörtlüklerde bahsettiği edebiyatçının âdeta bütün hususiyetlerini, fikir ve ruh dünyasını topladı. Hem dosta bir selâmdır bu şiirler hem de bir geleceğe kayıt düşme. Sanırım İsa Yar’ınki biraz daha fazla takdirlerle dolu. Ama İsa Yar bunu hak ediyor. İşte Bekir Oğuzbaşaran’ın o şiiri:

Türk’e yâr…

İslâm’a yâr…

İnsana yâr…

Fikre yâr…

Şiire yâr…

Edebiyata yâr…

Kültüre, irfâna yâr…

Ülkeye yâr

Gerçek üstadlara yâr…

Okumaya yâr…

Düşünmeye yâr…

Üretmeye yâr…

Sohbete yâr…

Yazmaya yâr…

Berceste’ye yâr…

Dostluğa yâr…

Karadeniz’e, Ordu’ya, Ünye’ye yâr…

Duyguya yâr…

Kaliteye yâr…

Üslûba yâr…

Yeniliğe yâr…

Geleneğe yâr…

Birikime yâr…

Güzele ve güzelliğe yâr…

Yazara, şaire, düşünüre yâr…

Çay gibi demlenmeye yâr…

Nefs muhasebesine, nefs murakabesine yâr…

Kitaba yâr, kaleme yâr, kelâma yâr…

Allah yâr ve yardımcısı olsun…

Saklı Sözler’deki denemeleri ben büyük bir zevkle okudum. İnsanın kalbine dokunan has kelimeler, saf cümlelerle örülmüş metinler kitabı. O kadar ki şu satırlar bile o güzelliklerden bir nebze bir his veriyor.

            Ben İsa Yar’ın şiirlerini severim. Hasbi bir söyleyişe sahiptir şair. Mısralar arasında bir yakınlık, duygular arasında bir akrabalık sezersiniz. Akar gider ardın sıra. Meselâ o şiirlerden biri de “Bendedir” ismini taşıyor. Bir bölümünü paylaşayım sizinle.

 

Yar bendedir

Âşığın aradığı o yâr bendedir.

Meydanında yığın gezer, yolların

Hepsinin gittiği diyar bendedir.

Tenhada dolaşır nice yalnızlar

Onları bir kulak duyar, bendedir.

Sanırlar uçurum şu yeryüzünde

Görseler içimi, o yar bendedir.

İçim ki, kaybolur düşen içine

İçim ki o yâr’a gizli bende’dir.

Yara bendedir

Bir doğuş sancısı yara bendedir.

“Babam” şiiri hasret dolu, sevgi yüklü bir şiirdir ki, orada hepimiz az çok kendi babamızı buluruz. Dipnotta ki şu satır ne kadar mânidar: “20 Ekim 2011 babam öldü, ben büyüdüm…”

Şiirin son kıtası ise şöyle:

Şimdi

Ömrünün yorgun ikindisinde

Gölgesinde dinlendiğim bir dağdır babam

Çocuklarım bilmese de

Babam,

Yanında çocuklaştığım adam…

            “Ne tahammül ne sefer…” Mustafa Kutlu’nun hikâyesini andırıyor. Malum Ya Tahammül Ya Sefer isimli bir eseri de var değerli hikâyecimizin. Ama bu şiirdeki mısralar başka:

                       

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,

Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;

Sükutum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda.

            Önce sırayla okuyorum, sonra da tefeül ediyorum. Sayfa 38’de Vedat Ali Tok’a adanmış “Biliriz” şiiri var, hemen peşinde “Kuşdili” bize gülümsüyor:

Akşamla çekilip kuytularına

Hüzne tünemişler gece kuşları

Gâm ki geçit vermez uykularına;

Mantıku’t-tayr gibi ah susuşları.

Akşamla çekilip kuytularına

Gâhî gece söyler, gâh duruşları…

 

‘ah beni vursalar bir kuş yerine’

Bende yürüseler yokuş yerine

Daha birçok şiir var, hepsinden bahsetmeyeyim, hepsinden iktibaslar yapmayayım. Biraz da kitabı edinip okusun meraklılar istiyorum.

 

                        VEDAT ALİ TOK ANLATIYOR

            Bir yazarı en iyi, onu yakından tanıyan bir başka yazar anlatabilir. İsa Yar’ı da bir farklı değerli kalem sahibi Vedat Ali Tok’tan okuyoruz:

            “Fikir sancısı çekmeden eline kalemini almayan, günümüzün sahih yazarlarından şair ve yazar, İsa Yar…

            İsa Yar, gürültüsüz, şamatasız; kendi kozasında ağını örmekte… Onu kendine yakın bulduğu dergilerde, gazetelerde bazen de radyolarda görebilirsiniz; fakat her yerde görünme heveslisi değildir. Biz böyle insanları severiz; çilesini kelama, kaleme yükledikten sonra bir tarafa çekilip yankısını dinlerken beklediği ne alkıştır ne medih…

            Yazılarında, şiirlerinde sükûtun ezelî çığlığını duyduğum İsa Yar’ın yazıları ve şiirleri ebediyete bir hoş sadâ bırakacak derinlikte…”

            Ne kadirbilir ifadeler, ne güzel anlamlandırma, adlandırma, hatta yürek okuma… İşte ben biraz da bu yüzden Anadolu yazarlarını çok severim. Sevdiler mi kalpten severler, kalıptan değil… Bir tuttuklarını bir daha bırakmazlar. Vefa da onlardan öğrenilir kadirbilirlik de…

            İsa Yar’ın Önsöz’ü bir bakıma ruh derinliklerinden bize ışık huzmeleri taşıyor. Daha bir anlamaya çalışıyoruz yazarımızı. “İnsanın dünyevileştiği, kalabalıklaşan mekânlardan herkesin yalnızlığını kuşandığı, konuşulacak, paylaşılacak değerlerin popüler metalar tarafından ötelendiği bir garip zaman diliminde, biz d e kelâma ve kitaba sığındık.” diyen bir yazar bizim fikir kumaşımızı ölçüp biçebilen derinliklere ve geniş ufuklara sahiptir. Son satırlarında gönül ehli dostlara el eder, selâm söyler:

“Demem o ki, yeryüzü gurbetinde yaşadığıma dair, ruhumun hasretini çektiği ötelere varmadan önce, ardımda bir ses kalsın istedim… Hüzün dostumdur diyenlere selâm olsun.”

            Ne denir? Ve aleyküm selâm!

            “GÜNLER GEÇİYOR”

            Yazılar türlü türlü… Şiirden bahseden de var, tarihten dem vuran da… Sosyal hayatın acılı sahnelerine tanık olabildiğiniz gibi kır çiçeklerini doya doya da koklayabilirsiniz. Cemil Meriç’in birer sayha olan sözleri çınlıyor kulaklarımızda. Bazen de iç dünyanın güzelliklerini satıraralarında devşiriyoruz. Velhâsıl-ı kelâm İsa Yar’ın Saklı Sözler kitabında saklanamayan duygular destesi, gizlenemeyen mânâlar bohçası önümüzde, yanıbaşımızda.

            “Yazı Atölyemden” yazısında bir yazarın samimi ifadelerini okurken hepimiz az çok kendimizden bir şeyler buluyoruz. Bu yüzdendir yazarın sıcak ifadelerinin benliğimizi sarması, bizi alıp güzel iklimlere taşıması…

            “Ne haber. Dönüp yazdıklarımı yeniden okuyorum.

            Yaşadıklarımı yeniden yaşamak istediğim anlamına gelmeyen bir okuma bu. Dönüp izlerime bakıyorum. Aynadaki yüzümüz değil bizi en iyi anlatan, biliyorum. Yüzünü sadece aynada görebilecek bir yüzsüzlüğümüz ya da hangi yüzü taşıdığımıza dair bir şüphemiz de olmadı hiç. Yazmak ve yaşamaktı ve hayatın üzerimizdeki tasarrufu yazdıklarımızdaydı.”

            İsa Yar ve eserleri hakkında yazılanları okuyoruz. Fatih Ordu, Muammer Yeşilyurt, Zeki Ordu, Senem Gezeroğlu, Kadir Toprakkaya, Durmuş Bal anlatıyorlar. Güzel insanlar, iyi bir yazarın sevgi çemberinde buluşmuşlar.

            Bu yazı daha çok uzar gider. Ama İsa Yar’ın bir nesriyle taçlandırmazsak vebal alırız. Sizi iyi bir edebiyatçının gönül telimizi titreten müstesna satırlarıyla baş başa bırakıyorum aziz dostlar:

“Günler geçiyor.

Mevsimler, belki yıllar geçiyor.

İstasyondan trenler, açıktan gemiler, yanımdan insanlar geçiyor.

Her birinin içinden kim bilir neler geçiyor… 

Yakın uzak, hısım hasım, tenha kalabalık ne fark eder ki herkes yolunu kendi seçiyor. Seçtiğini zannediyor. Bir Mustafa Kutlu hikâyesindeyiz hepimiz; ne Kutlu tanır bizi, ne biz kendimizi… 

Her insan bir coğrafya! Zirve de içinde, çukur da…

Hiçbir belgeselde göremedik iç insanı, hiçbir haritada çizilemedi içinin coğrafyası; kimyası damıtılamadı devasa laboratuarda, karekökünü hesaplayamadı Nobellik matematikçi… Filozof aklını yitirdi düşünmekten, psikanalist aynadaki yalana kandı. Bütün izm’ler yalandı. Kimi bile isteye aldandı, kimi gölgeyi gerçek sandı. Oysa coğrafyası insanın bir iç mekândı.”

            İsa Yar’ın eserleri aşağıdaki adreslerden temin edilebilir:

Ünye Serüven Sahaf Kitap Kültür Merkezi, Cücür-Fatih ve Zambak Kitap ve Kırtasiye, Endülüs Kitabevi/Samsun

e-posta adresi: isayar@isayar.net; isayar@isayar.com)

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İki Güzel Eser Münâsebetiyle
Ahmet ŞAHİN

       Türkiye’mizin yetiştirdiği değerli şair ve yazarlarımızdan İsa Yar;  “Hüzün ve Sağanak”, “Saklı Sözler” adlı kitapları ile Türk edebiyatına iki güzide eser kazandırmıştır. Türkiye o’nu,  Berceste Dergi’miz ile birlikte Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Bizim Külliye, Somuncu Baba, Lamure, Sükût… gibi Türk umûmî efkârına neşriyât yapan dergilerdeki ve kendi adını taşıyan “internet kürsüsü”ndeki şiir ve yazılarından tanımaktadır.  Velûd kaleminden daha nice güzel eserler beklediğimiz ve şiir ve nesirlerinden istifade edilmek üzere her derece ve türdeki mektep talebelerinin,  geniş çapta da memleket gençliğinin en kısa zamanda bu güzide eserlerle buluşmasını cân-ı gönülden dilediğimiz İsa Yar’ın; bu eserlerinden ilkinde çeşitli mevzûları ihtivâ eden şiirleri, diğerinde ise umûmî ahvâlimize ait müşâhedeleri yer almaktadır.
        Her iki eser de “Şiir Vakti Yayınları”ndan okuyucu ile buluşmuştur. Eserler, yayınevinin ilk eserlerinden olma husûsîliğini de taşımaktadırlar. Türk edebiyatına böylesi iki değerli eser kazandıran İsa Yar dostumuzu can-ı gönülden tebrik ederiz… 
 İsa Yar, maddî ve mânevî olarak kalemini milletinin emrine hasretmiş kadirbilir hakikî münevverlerimizdendir. İsa Yar, şirin vatan köşelerinden Ünye’mizin “Küllük” ve “Buhara” adlarıyla bilinen mekânlarının sürekli müdâvimlerinden; “gözyaşı medeniyeti”mizin sevdalısı has evlâtlarından birisidir. İsa Yar’ın kalemi milletinin bütün dertleriyle hem-hâldir ve bu yüzden memleket mes’elelerine karşı bî-gâne değildir. O, bu toprağın yiğit bir evlâdı ve ‘bizden biri’ olarak meydan yerine atılmıştır. Dahası biz o‘nu, hep mefkûresi olan bir “dâvâ adamlığı” mes’ûliyeti ve tevâzusu içerisinde her zaman samîmî bulmuşuzdur. Zaten, o’nun eserlerinde de bu durumu görmemiz mümkündür. Biz bu yazımızda, o’nun eserlerinden bir-iki misâl zikrederek eserleri hakkında kısmî bir fikir vermiş olacağız.
       İsa Yar, “Hüzün ve Sağanak” adlı kitabındaki Hazreti Peygamber Efendimiz’e (Sellallahü Aleyhi Vesellem) hitaben yazmış olduğu “Efendim” başlıklı [“Na’t-ı Şerîf”] şiirinde; O’na olan aşk ve muhabbetinin hudutsuzluğunu çok güzel ortaya koymuştur. Şairimiz, bu gelimli gidimli dünyada bir “gönül gurbet”çisi olarak çıkmış olduğumuz hicrânlı hayat yolculuğunda elde etmiş olduğumuz sermayemizin ancak bir “beyaz kefen bezi”ne müsâvî olduğunu; yanık bir kalbin, hasret yüklü, öteler işaretli ve hikmet incelikli kelâmı ile pek güzel şiirleştirmiştir:


 Dünya gurbetinde mahzun gönlümüz.
 Terk edip neşveyi, hüzüne geldim. 
 Efendim sen bizim baharımızsın.
 Ah, ahir zamanın güzüne geldim.
 Çevirip yüzümü bütün yüzlerden;
 Yüzümüz yok ama yüzüne geldim.
 Unutup lisanım, sözü tüketip;
 Hep doğru söyleyen sözüne geldim.
 Arası Leyla’yı Mecnun çöllerde;
 Ben aşkın sendeki özüne geldim.
 Denizler gidermez susuzluğumu,
 Gül kokulu suyun gözüne geldim.
Yaktım gemileri, yorgan-döşeği;
Başımı koyacak dizine geldim.
Karışık yollardan, yorgun yıllardan
O kutlu, mübarek izine geldim.
Nefsim ‘varım’ sansın gölge hayatta
Ben ‘beni’ bırakıp ‘bizine’ geldim.

Ömür sermayemi satıp pazarda,
Bir beyaz kefenin bezine geldim…(s.37)

Bizim hiçbir milletle kıyâs kabul etmez şan ve şereflerle dolu bir tarihimiz vardır. İşte o tarihin, muhayyilemizden silinmeyen, nice “şimşek atlarının” ve “nal sesleri”nin gök gürültüsünü andıran yankısı, bugün de bütün canlılığı ile içimizde ve ruhumuzda yaşamaktadır.  Şairimiz İsa Yar, o azamet dolu heybetli tarihin, atalarından tevarüs eden bir evlâdı olarak şanlı mazi’yi bir akıncı ruhuyla hatırlamış ve selâmlamıştır.  Günümüze bakıp derinden derine hayıflanmıştır. Öyle ki; “o atların” sanki bir yerlerde “gizlenmiş” olduklarına vehmederek teselli bulmuştur. Şâirimiz, bu atların zamanı gelince mutlaka ortaya çıkacaklarını hayâllenmiştir. Şâirimiz, bu halet-i ruhiye içerisinde yeniden ulu rüyâ’lar görmüş ve bizlere de bu rüyâ’ları gördürmüştür… Bizce ve aziz milletimizin kavlince de bilinsin ki, milletine ulu rüyâ’lar gördürmeyen şâir, nazarımızda “sahîh şâir” değildir… İşte İsa Yar’ın “O Atlar” adlı, memleket evlâtlarına güzel ümitler hissettiren ve bizi top-yekun şâha kaldıran bir diğer şiiri:

 Kulak ver toprağa nal sesleri var;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.
Rüzgârda derinden nefesleri var;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

Gâhî Bedir, Uhud, gâhî Malazgirt,
Selçukî, Osmanlı, Hâlid Bin Velid;
Yeryüzü boşalmış, akıncı şehid!
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

İçmişler Fırat’tan, Tuna suyundan;
Kayı’dan, Kınık’tan, Türkmen boyundan
Yiğitler tanımış, Oğuz soyundan;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

O rüya yeniden görülemez mi?
Yıkılan hisarlar örülemez mi?
Doludizgin tekrar sürülemez mi?
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

Bekliyor kendinden geçecek yiğit;
Bekliyor bir yerden doğacak ümit;
Genç adam! hazırlan durma, haydi git;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.
O atlar, yarına şahlanmış gibi… (s.24)

İsa Yar, “Saklı Sözler” kitabındaki  “Şiirden Uzaklaşmak” başlıklı yazısında; içinde bulunduğumuz ahvâlimizi “öfke ve hiciv” arası bir ifâde ile çok güzel resmetmiştir. O’nun bu “öfke ve hiciv”inde, dünden bu-güne gelişimizdeki umursamaz tavrımıza bir serzenişli “sitem”, cemiyeti bu hale düşüren mes’uliyet sahibi  “devletlülere” de bir “alarımlı îkâz” mevcuttur:
“Günler geçerken, yaşamak telâkki ettiğimiz sıradanlıktan bize kalan: tortular, yorgunluklar ve sükût-u hayaller… Sığ, sıradan ve renksiz bir hayatı yaşıyoruz.
Hayatın şiiriyeti mi kayboldu; yoksa biz mi şiirden uzaklaştık? Oysa aharlanmış kâğıda ‘mor mürekkep’ ile ‘mavi lale’ çizmek vardı. Mecnunu ve tahammülü çölde bırakıp, ‘kalbi kuşanarak’ yeni seferlere çıkmak vardı. Ef’âlimizi yeni bir lisana tebdil ile kekeme dilimizi beliğ bir avaza icbar edebilirdik. Mutedil olamadı öfkelerimiz. Öfkelerimizi yumuşatacak alanlarımız yok. Mesele/çare arasında mutemet bir sahamız kalmadı. (Bu:  bir dost, insan-ı kâmil veya kendimizle baş başa kalabilmek olabilirdi.) Yani fren mesafemiz yok. Ve tosluyoruz! Çarpıyor; kırıyor, kırılıyor, incitiyor, inciniyoruz…
Hamlelerimiz yarım, irademiz zayıf, sabrımız kısa. Bizi dışımızdan kuşatan, ‘dayatılan’ tarza mukabil; içimizde derin ve sakin bir tevekkülle direnç yok. İç âlemimizi de biz daraltıyoruz. Eşyalaşmış duygularımız var! Nefsimizin dışında her şeyle kavgalıyız.

Güzel ve çirkin hep vardı; lâkin çirkin güzeli böyle perdelememişti. Madde mânâyı, basit mükemmeli, yanlış, doğruyu bu kadar kuşatmamıştı. Bu günün gündüzleri dünün gecelerinden daha mı karanlık; yoksa biz mi kör olduk? O halde, ‘hem tahammül, hem sefer’…
Edepten bihaber edebiyat dersi vermeye kalkan ‘post-modernlerden’ ne kadar bizar olduk. Popüler ‘nesebi gayr-ı sahih’ kültürle hafızası mankurtlaşmış olanlara sözümüz yok! Kelimesi olmayanın düşüncesi, kelâmı nakıstır. ‘sözcüklerle’  kekeleyenler şiiri ‘imge’ye,  metni ‘simge’ye feda ettiler. Bize sesimizi geri verin. Biz şarkın, çocuğuyuz ve gözyaşı medeniyetinin garip varisiyiz. Alın ‘malumatfuruşlukla’ mülemma aklımızı; bize gönlümüzü geri verin! Ve o zaman görün; aşk ne imiş..” (s.32)
Görüldüğü üzere, İsa Yar’ın eserlerinde kullandığı dil yaşayan Türkçe’dir. Her iki eserinde de, derviş meşrep bir gönülden milletimizin gönlüne “sağanak” hâlinde yağan ve gönülleri mesrûr edecek güzellikte pek çok “saklı söz” vardır. Bizce bu sözler, “hakikate erdirici” mahiyet taşıyan ve milletimizin dinî, ahlâkî, edebî, irfânî, millî…his ve hassasiyetlerine uygun birer inci demeti nev’înden mâşerî vicdânın ruhuna fısıldanmışlardır.

Eserlerin Künyeleri

Eserin Adı: Hüzün ve Sağanak
Eserin Yazarı: İsa Yar
Eserin Çeşidi: Şiir
Eserin Dili: Türkçe
Baskı tarihi: Birinci Baskı Mart 2012 tarihini taşıyor. Harika tasarımlı, Şiir Vakti Yayınları arasından çıkan bu kitabın milletlerarası seri numarası: ISBN-978-605-87182-1-0’dır. Eser, 4 bölüm, 82 şiir başlığı ve 80 sayfadan ibarettir. Baskıda gözü yormayan hafif sarı renkli A5 14,8x 21 ebadında kâğıt kullanılmıştır.

Eserin Adı: Saklı Sözler
Eserin Yazarı: İsa Yar
Eserin Çeşidi: Deneme
Eserin Dili: Türkçe
Baskı tarihi: Birinci Baskı Şubat 2012 tarihini taşıyor. Harika tasarımlı, Şiir Vakti Yayınları arasından çıkan bu kitabın milletlerarası seri numarası: ISBN-978-605-87182-0-3’dür. Eser, 3 bölüm, 60 konu başlığı ve 222  sayfadan ibarettir. Baskıda gözü yormayan hafif sarı renkli A5 14,8x 21 ebadında kâğıt kullanılmıştır.

 
*Berceste dergisi / Haziran 2012


SÜKÛT VE YALNIZLIK
Sergül VURAL

Yüreğimiz gizli kalmış bir hazinedir. Bu hazinede sakladığımız nice sırlar, duygular, mutluluklar, umutlar, hüzünler, kederler vb. saklıdır. İçimizde birikenler sözlerle buluşmak için ya bir dost ararız kendimize ya da yazmanın dostluğuna sığınırız. Açığa çıkan “Hüzün ve Sağanak”tan damla damla duygu, düşünce ve sezgisel bir güç yağar üzerimize. Hele kalemi tutan el bir erkeğinse gözyaşları donar kalır gözlerinde. İşte İsa Yar da ilk şiir kitabını böylesi bir halde kaleme almış.
Ben Giderim Yol Kalır( 2000-2010), A’raf(1990-1999), İçimin Sahilinde (1980- 1989), Rubailer ve Mısralar (1980-1983) olarak 4 bölüme ayrılmış 80 sayfalık kitap. Her bölümün yazıldığı tarih aralığından şairin şiir yolculuğunu keşfetmek hiç de zor değil. Çünkü şiirler oldukça samimi ve içten. Kitabın takrizini bir şiirle Bekir Oğuzbaşaran yapmış.
İsa Yar; yâre kavuşamayınca yaralanır, doğuş sancısıyla kıvranır duygu ve düşünce ikliminde. Beyhude çabalarının sonunda gidilecek yerin yine yâr otağı olacağını bilir. Okyanuslara açılır kulaç kulaç. Bilinmeyen bir zamanda “Dibace”(s: 11) ile hasbihal eder, ateş kıvamında. Sabır tükenir, takat kalmaz gönlünde. Sabaha gece artığı düşlerle uyanır.
Mısraların arasındaki sıkı dostlar kimi zaman su sızdırmaz aradan. Kimi zaman sükûta gebe kalır muhabbet, kimi zaman da ürkek bir ceylan gibi çekip gider ardına bile bakmadan. Geriye sadece hatıralar kalır.
Özlemini lime lime eder makasla. Üryan kalır duyguları sevgisizlik denizinde. Yorgun yüzlerde sona erer yol hikâyeleri. Yolculuklar tükenir; istasyonlarda beklemelerin sona ermesi ise yine bir makasçının insafına kalır!
Yalnızlık; demli bir çay kıvamındadır şiirlerin genelinde. Bazen sancılı bir kitapla baş başa konuşur yeni yolculuklarda. Bazen de maziden atiye nice binekler gelse taşıyamaz yalnızlığını. Mâsivâda mâverasız bakışları körleşir. Mescitlerde dua çiçekleri açar ellerinde. Ve şehirler kalır yolculardan geriye. Gün yorgunu, güz yorgunu şehirler… Hafızası, silinmeyen izlerle dolup taşar. Gelip geçenler farkına dahi varmaz şehrin genç kaldığını. Kandillerle aydınlanır “Orta Çarşı”
( s:17).
Heybetli babalar yürür dağ gibi gölgelerde, elleri yılların buruşuğu… Gurbet yorgunu yüreğiyle ömrünün kozasını bitik ikindilerde örer çocuklarıyla.
Sorgular başlar kaleme ve kelama dair. Gömülü kelimelerini çıkarır dil kazmasıyla. Çatışma içinde çatışma, yangın içinde yangın, öfke içinde öfke kaybolur. Gün olur suskunluklar isyana dönüşür, denize bıraktığı bir şişeden umut bekler. Gün olur kumdan kalelerle hayat inşa eder. Sahiller ıssız, limanlar sessiz, şair yine yalnızdır.
“ Doğumla başlayan sancı”(s:21) ölüme dek sürer gider. İlk nefes, ilk ağıt, ilk müjde… Hep yeni bir hayatın uyanışına şahitlik eder anne-babalar. Yoksulluk, yoksunluk… Kardeş otağında “bahar gözlü çocuklar” (s:23)  büyür, biraz akıncı biraz ateşli. Çocukluk terk etmez kimilerini ölüme kadar.
Bedir’den Uhut’a, Fırat’tan Tuna’ya kadar “O Atlar”(s:24)  koşar doludizgin. Rüzgârın bağrında birleşir nefesleri. Toprağın duyduğudur nal sesleri sarsar yeryüzünü. Akıncılar şehittir, akıncılar gazi… Rüya gibi gelir geçerler göklerin altından dörtnala atlar. Doludizgin sürülmeyi bekleyen yenilerini bekler insanlık. Kâh şahlanırlar kâh rahvan…
Uğultulu teselliler çare değildir artık. Şehirler kuytulaşmış sükûtun tenhasıdır, kalabalıkların içinde. Çocukların hikâyesini dinlemez kimseler. İşte bu zamanlarda nehirler öksüz akar.
Yine görmeyen gözler yine sükûta alışık kulaklar, yine yalnızlık. Sonra birden mırıldanır:
“ Sükûtum ihtişamımdır” (s:28)
Kendi derinliğinde kaybolurken kar yağan yüreğini annesinin şefkatiyle ısıtır. Avuçlarında kalan tortulanmış duygular çığlık çığlığadır. Fısıldar:
“Ah! Artık susmalıyım kim anlar lisanımı” (s: 32)
Sonra nesli han gelişli, büşra bakışlı, uzun dalgalı saçlı bir kızla “bahar gözlü çocuklar” bakışır derbeder dünyasına. Kahır yükü hafifler sabrın kucağında. Kendi içinde kendisi eksilir çoğalarak. Hazana doğru yürüdüğünün farkındadır. Baharını saklar hayallerine ve öfkesini yener kendince. Yüzlerden okur okunası ne varsa. Bir merhaba ve bir elvedadır çarpıp böldüğü düşünceler.
Dünya gurbetinde rahmanın sevgilisine dayar gönlünü. O’na sığınır arınmış kefeniyle. İnce sızılarla kanar, damarlarındaki gül kokulu baharla.
A’raf’ta ay ışığıyla aydınlanır tövbesi. Hiçliğe gizlenir varlığı. Loş odasında, yalnızlığına yoldaş olur kitapları, kalemi ve çayı. Cesedinden sıyrılarak huzur arar ruhunun kıvrımlarında. Sevdiklerinden helallik alır. Emeğini helal eder evlatlarına. Bir tek “Aldanış”(s:52)lara sitem eder. Yüzlerdeki maskelerden şikâyet eder; yalan sözlerden, aldatan dillerden rüyalara sığınır. Kaçmak ister yaşadığı taşlaşan şehirden. Usanmıştır sahteliklerden; bu yüzden karmaşasız bir dünyayı arzular. İçinin sahilinde hüzzam şarkıları çalar dalgalar. Aynalarda değişen mevsimleri tefekkür eder ve yineüşür yalnızlıkla.
İçinde yaşattığı dostları vardır, şiirlerini hediye ettiği dostlar… Bekir Dervişoğlu, Vedat Ali Tok, Bekir Oğuzbaşaran, N. Fazıl, Özcan Ünlü…
Sevda acı çekmektir, kavuşmaksa ümit. Sessiz düşüncelere mahkûm eder kendini. Rüzgârında savrulur sırların. “Kıskaç”(s:72)ta kıvranan “fikir arısı”yla tenha bir yerde boşluğa bakarcasına ölmek ister.
“Hüzün ve Sağanak”sona erdikçe geriye derin bir sükût ve yalnızlık bırakır İsa Yar…
***
(Hüzün ve sağanak, İsa Yar, Şiir Vakti Yayınları, Mart 2012, 80 Sayfa, ISBN: 978-605-87182-1-0) 

Berceste dergisi / Mayıs 2102


 


Musa KIROĞLU’nun yazısı 

İyi derecede okur-yazar birisi olabilirsiniz… Eliniz kalemi güzel tutar, harfleri güzel yazabilir… Elinize geçen bir yazıyı su gibi bir çırpıda okuyup bitirebilirsiniz.

İleri derecede kitap okuyan, haftada bir iki kitap deviren iyi bir okur da olabilirsiniz…

Okur-yazar olmak ta, sıkı bir kitap okuyucusu olmak ta çok önemlidir elbette.

Ama bu ikisinin sonrasında bir adım daha vardır ki o çok daha önemlidir… 

Yazmak… Duygularını, düşüncelerini kaleme almak… Kağıda dökmek.

Bunu yaparken de öyle çalakalem değil, başkalarının rahatlıkla okuyabileceği… Okurken beğendiği, okumaktan zevk aldığı şekilde yazmak… 

Okuyucusunun beğendiği, okumaktan zevk aldığı kişi ise artık YAZAR olmuştur.

 Bir İngiliz sözü şöyle der: 

“Bir ülkenin asıl gücünü asker sayısının fazlalığı değil yazar sayısının fazlalığı gösterir.”

Yazar, toplumda önemsenmesi gereken kişidir. Emeğine mutlak surette değer verilmesi gereken, saygı gösterilmesi gereken kişidir. 

İstanbul’da yaşayan bir yazara nasıl saygı gösterilebilir? Alınır kitabı, okunur… Başkalarına da tavsiye edilir. Ancak böyle gösterilir…

Ama bu yazar bizim içimizde, bizimle birlikteyse… Tanışımızsa, tanıdığımız birisi… Aynı yerde yaşadığımız bir hemşerimizse durum değişir… 

Kitabı alınmalıdır, okunmalıdır tabi… Ama gün içinde, saygı ve muhabbeti herkesten daha fazla görmelidir. Sohbetine katılınmalı, sohbetlere davet edilmelidir.

Ben, bizimle birlikte yaşayan yazarlarımızın yeni kitabı çıkanlardan bana ulaşanları bu köşemde zaman zaman ele alıyorum. 

Gelelim Üstat İsa Yar’ın iki kitabına… 

Sn. Yar’ın Hüzün ve Sağanak adlı şiir kitabında duyguları coşmuş… Nehir olmuş akıyor, rüzgâr olmuş esiyor… Bakın bunu nasıl dile getiriyor bir dörtlüğünde;

“Bir volkan kudurur sanki içimde – Yakar şu gönlümü kül eder gibi – Her şey bilinenden başka biçimde – Yaşamak, ölmekten de beter gibi…” 

İsa Yar’ın diğer kitabı Saklı Sözler edebiyatımızdaki sayısı as olan ‘deneme’ türünde bir eser.

Deneme, benim de yazmak istediğim ama bir türlü girmeyi beceremediğim bir türdür. Her ne kadar yazarın özgür olduğu bir tür olarak ifade edilse de dünya edebiyatında deneme yazan yazar sayısı azdır. 

Sn. Yar, cesaret göstermiş bu alanda yazmış. İyi ki de yazmış, harika bir eser çıkmış ortaya…

 

“Her insan bir coğrafya! Zirve de içinde, çukur da… Hiçbir belgeselde göremedik iç insanı, hiçbir haritada çizilemedi içinin coğrafyası; kimyası damıtılamadı devasa laboratuarda, karekökünü hesaplayamadı Nobellik matematikçi… Filozof aklını yitirdi düşünmekten, psikanalist aynadaki yalana kandı. Bütün izm’ler yalandı. Kimi bile isteye aldandı, kimi gölgeyi gerçek sandı. Oysa coğrafyası insanın bir iç mekândı.” 

Denemelerinden bir kesit olarak sunduğum yukarıdaki cümleler Sn. Yar’ın kaleminin bu alanda ne kadar güçlü olduğunu göstermeye yetiyor da artıyor ve İsa Yar Üstadımız içimizdeki hemen yanı başımızdaki değerlerimizden…

 

Yeni çıkan kitaplarından imzalayıp şahsıma da gönderdikleri için teşekkür ediyorum. Ellerine, kalemlerine sağlık…

 

*Ünye Kent Gazetesi

21.03.2012


HABER İSTANBUL

ÜNYEHABER

TÜRKÇESİ

ÜNYEKENT

HABERÜNYE

KADIKÖY LİFE

HİZMET TV

Zeki ORDU “SKLI SÖZLER”     “HÜZÜN VE SAĞANAK”

TAP-EVİ 

Türkiye Gazetesi

gazete6

gazete5

gazete4

gazete3

gazete2

gazete1