ve şiir
Ordu Kültür Merkezi
Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar. Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…
.
internet satış irtibat e-posta: isayar@isayar.com
KİTAP SİPARİŞİ:
Hüzün ve Sağanak: 50 Lira / Saklı Sözler: 100 Lira;
% 50 İNDİRİMLİ
Takım: 75 Tl.
İSA YAR adına 09494330 nolu POSTAÇEKİ hesabına kitap bedelini havale ederek, isayar@isayar.com ‘a e-posta ile bilgi veriniz. (2 takım siparişe kadar Kargo bedeli fiata dahil değildir)
I
Denize bakan yamaçta öylece salınırdı
Ben taflana sarılırdım, sanırdım o alınırdı…
O defne ağacından bilirdim ben mevsimleri
Terk etmez yaprak dalını sert eser rüzgâr
Ne gri bulutlar gölgelerdi yeşilini
Ne denizin karası yansırdı gölgesine
Ben zamanı yapraklarından bilirdim defnenin
Değişen mevsimlerinavazıydık ikimiz
Yemişsizdi taflanla sırdaş komşuluğu
Şaşırtmazdı içimdeki şairi
Zira yıkılmayan mütevazıydık ikimiz…
Ve o dut ağacına sırtını yaslayan şairliğim
Büyürken çocuklar, çocuk kalan yüreğim
Babamın çapası, bıçkısı, balta, hatta küreği
Babamın çabası yetmezdi mısralarımı gömmeye
Babamın babası da bilmezdi adımı
Zira ölmüştü dedem henüz ben doğmadan
Ben doğmadan ölmüştü her şey…
Adım ki bundan mütevellit mi İsa’dır!
Ki bundan mıdır yorgunluğu beni doğuran annenin!
Uçlarda dolaşan bir yere sığmazlığıma sığınıyorum
Yorgundur benden sonra doğanlar, biliyorum
Beni yormaları bundandır
Bir ağa/bey yalnızlığıdır defne mevsimsizliğinde
Bakmayın işlenmemiş suçlarıma
Dökülen saçlarıma bakmayın…
II
Dün seni dünde öyle bıraktım
Bugün aynı gözle bir daha baktım
Gölgen yoktu, sen yoktun, yoktu o dut ağacı!
Hadi babam gitmişti ya siz neden gittiniz?
Sana benim gözümle bakamadı vay gardaş!
İçimdeki denizi göremedi arkadaş
Varsa aş yoksa aş…
Kestiler gövdenizi, körlere perdesiniz!
Dalınız bende kaldı, bir bilsem nerdesiniz…
23.4.2019
Benimle dünyaya gelmiş yalnızlık
Benimle çoğalmış sesler sükûtlar
Bende doğan ırmak bulanık selmiş
Benden yükselendir gökte bulutlar…
İSA YAR
“çocuğu sıkı tutun”
Güneşli, güzel bir yaz günüydü.
Ne kadar küçüktüm, bilmiyorum. İlkokula başlamış mıydım yoksa eli kulağında mıydı onu da bilmiyorum. Mevsim yazdaydı; deniz kenarında akşam ettiğimiz, çocukluğumuzun ele avuca sığmaz delişmenliklerini yaşadığımız huzurlu zamanlar…
‘Büyükağız’ denilen koyda, kumsalda kızağa çekili kayıklarını denize yüzdürmeye hazırlama telaşında balıkçıların “vira, siya” sesleri duyuluyordu. Kayıkla balığaçıkmak istiyordum ama babam beni kayığa almakta gönülsüzdü yine, “Denizle şaka olmaz” derdi, “götür denize, ne olacak” diyen arkadaşlarının ısrarına fırsat vermeden kestirip atardı: “o daha küçük, biraz büyüsün de bakarız”. Oysa hava günlük güneşlik, deniz alabildiğine sakindi; üstelik çok iyi de yüzerdim. Kayık dediğim öyle küçük sandal değil tabi, motorlu orta boy balıkçı kayığı…
İlerleyen yıllarda Öğretmen olarakkarşımıza çıkan Nazmi abi, babama fark ettirmeden beni kayığa yerleştirdi. Kayık henüz denize yüzdürülmeden, daha kumsaldayken, güvertede anbar kapağını kaldırıp, beni içeri sakladı. Ortaya çıktığımda ise kayık denize açılmış, sahilden hayli uzaklaşmıştık. Babam şaşırmış, önce kızar gibi yapmış sonra gülümsemişti. Babam gülümseyince sanki deniz de gülümsemiş, kıyıdan yeşil dağlara değin toprak ve dahi güneş gülümsemişti. Denizde hayli açıldıktan, kıyı neredeyse belli belirsiz uzaklıkta kaldıktan sonra motor sustu. Çevremizde belli mesafelerde başka kayıklar da vardı. Çapariler hazırlandı. Oltanın en altında kurşun, yukarıya doğru birer karış aralıkla sıralanmış on-yirmi civarında kanca, her kancada beyaz kuş tüyü takılı ve hamsi gözünü çağrıştıran kırmızı ip sarılı, yeteri kulaç uzunluğunda misina ile kayıkta kullanıcının elinde tahta aksama tutunan bir mekanizma… İstravrit, Mezgit derken iyi balık tuttuk. Keyfim yerindeydi; güzel sesiyle türküye başlayan Nazmi ağabeyin de öyle:
Gemiciler kalkalım şu yelkeni takalım
Şişirip de yelkeni sırt üstüne yatalım
Kızılırmak başında şu ırgatı atalım
Tutalım balık havyar keyfimize bakalım
Çekin uşaklar çekin
Hemen aldık ırgatı
Geliyor bir sert poyraz
Vuralım iki katı
…
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; babam, ufka doğru bir müddet baktıktan sonra, ne gördüyse gördü: “hava bozuyor” dedi, telaşlanmadan. Bir çizgi gibi uzanan ufka ben de baktım. Birkaç grup beyaz bulut vardı ama hava güzeldiişte!Onun gördüğünü ya ben göremedim, yahut gördüm de anlayamadım. Her şeyin bir dili vardı galiba ve yaşamakla öğrenilen, bilgiye dönüşen bir şeydi bu. Az sonra hafif ve serin bir rüzgar çıktı, sakin deniz yüzeyi huzursuzlanmaya başladı. “Hadi toparlanalım, acele edelim, gidiyoruz” dedi babam. Bu arada çevremizdeki kayıklar da motorlarını çalıştırıp ‘tam yol’ sahile yönelmişlerdi. Az sonra kayıkta bir telaş başladı; makine dairesinde motoru çalıştırmaya uğraşan babama baktım, o da telaşlıydı. Motor çalışmıyordu. Aradan belki fazla süre geçmemişti ama bu arada denizin huysuzluğu artmış, kayığımız daha fazla sallanır olmuş, diğer kayıklar ise-biri hariç- çoktan gözden kaybolmuştu…
Kayıktakilerin bağırıp çağırarak seslenmelerinden mi yoksa el kol haraketlerinden mi anladılar bilmiyorum, uzağımızdaki son kayık yön değiştirip bize yaklaştı. Bu ‘yetimoğlu Rasim’ amcaydı. Kayığımızı halatla yedeğine bağladı ve motora ‘tam yol’ vererek sahile doğru çekmeye başladı. Deniz gittikçe kabarmaya başlamış, dalganın boyu yükselmişti. Bir süre böyle yol aldıktan sonra babam motoru çalıştırmayı başardı, öndeki kayık bağlı halatı çözdüve hızla uzaklaştı.Motorun çalışması iyi haberdi ama tedirginlik ve endişe yüzlerden okunuyordu…
Kayığımız kamaralıydı ve kamara ise motor dairesiydi aynı zamanda. Diğer kayıklarda kayığı yönlendiren ve arka uç kısımda yer alan ahşap dümen elle kontrol edilirken, bizim kayıktadurum farklıydı. Dümene kamara dairesinde bir direksiyonla kumanda ediliyordu. Motor sesi de farklı olduğu için olsa gerek kayığın adı “kara elmas” olmasına rağmen halk arasında “çıkı çıkı” diye söylenirdi. Pancar motorları gibi gürültülü çalışmaz, daha yumuşak bir sesle çalışırdı: çıkı çıkı, çıkı çıkı, çıkı çıkı…
Manzara ürkütücüydü. Korkuyormuydum, bilmiyorum. Korku da büyüklerden öğrenilen bir bilgiydi ve öğrenmem yakındı. Deniz hayli kabarmış, dalgalar adam boyunu aşmıştı. Kayık dalganın üzerindeyken sahile ne kadar yaklaştığımızı görüyor, dalga geçtikten sonra adeta sudan bir çukurun içine düşüyorduk. O zaman sudan başka bir şey görünmüyor, suya gömülüyoruz sanıyordum. Güvertenin arka kısmında, kamaranın dışına tutunmuş vaziyetteydim. Kayıktakileri sanki yeni fark ediyordum. Kamaranın içinde, direksiyon başında Ali dayım vardı. Arslan amca hemen yanımda, dudakları kıpır kıpır, küpeştede bir eliyle beni kolluyordu. Sahile iyice yaklaşmıştık ancak kıyıda patlayan dalgaların köpük köpük parçalanışı, kayalarda çıkardığı sesler tehlikenin büyüklüğünü gösteriyordu. Her an kayığımız alabora olup batabilirdi. Birden, kıyıda biriken kalabalığı fark ettim. İnsanlar sahile toplanmış, endişe, korku ve merakla neticeyi bekliyordu. Büyükağız’ainmemiz imkansızdı;Asarcık denilen küçük koya inecektik. Bu çok tehlikeliydi ama başka çaremiz de yoktu. Kayığı zaptetmek, rotasında tutmak, dalgaları hesap etmek maharet isterdi. Tam bu sırada herkes, kıyıda bekleşenler ve kayıktakiler panikledi. Babamın sesini duydum: “dümenin ipi kotu!” Bu kayığın direksiyonla kontrol edilemiyeceği bir durumdu. Kayık artık kontrolsüzdü, her an batabilir, kayalara sürüklenip parçalanabilirdi. Babam “Çocuğu sıkı tutun” diye bağırdı. Güvertenin arka uç kısmında can havliyle bir tahtayı sökebildi, kopan ipi nasılsa tekrar bağladı, dayıma seslendi: “Ali, gözünü seveyim, kontrol sende!” Zaman nasıl da genişliyordu! Saniyeler dakikadan, dakikalar saatten uzundu sanki…
Kayığın sahile vardığını, kıyıya vurduğunu, önce beni kayıktan kalabalığın kucağına verdiklerini hatırlıyorum. Annemin kalabalık içinde beklerken benim de kayıkta olduğumu öğrendiği an bayıldığını söylediler. Bu olayı her anlattıklarında babam derdi ki: “Bu çocuğu ne zaman denize götürsem, denize bir şey oluyor; anladınız mı niçin götürmek istemediğimi…”
Sonraki yıllarda denizi hep sahilinden seyrettim, içimin denizine çekilerek…
İSA YAR
*Divanyolu dergisi 56.sayı/Ağustos 2018
Şiir ve şaire dair kaleme alınan yazılar, edebiyat dergilerinde sıkça karşılaştığımız zorlu ama nitelikli metinlerdendir. Okuduğumuz bu yazıları genel kabule ya da şiirin/şairin bizdeki karşılığına göre değerlendirir, ret yahut kabul ederiz. İster akademik bakışla ister şairane ifade edilsin, hiçbir yazının şiiri noksansız tanımlayamayacağını hele şairi bütün yönleriyle kuşatamayacağını bilmek lazım. Belki şiirin anlaşılmasına ve şairin dilini tanımaya yardımcı bir çaba olarak görebiliriz. Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, bir çerçeve içinde kalarak şiiri tahlil etmeye çalışacağım. Bunu yaparken şairin iç dünyasını büsbütün tanıdığımı, şiirini çözdüğümü elbette iddia etmiyorum. Belki bir anlama çabası…
Şiire geçmeden bir hususa değinmeliyim; neden İsa Yar şiiri? Eserlerinden ve isimlerinden dolayı çok tanınan şairler hakkında o kadar yazı kaleme alındı ki adeta şiir deyince bu isimler üzerinden düşünmemiz istendi. Bu bir yere kadar doğrudur ve fakat her şair mensubiyetine rağmen önce kendisidir ve dolayısı ile bir şiir dili vardır. Dilden maksadımız üslup farklılığı, özgeliktir.
İsa Yar, bildiğimiz kadarıyla henüz bir şiir kitabı yayınlamış bir şair. (İçimin sahilinde Hüzün ve Sağanak 2012 şiirvakti yay.) 1961 doğumlu olduğu göz önüne alınırsa, düşündürücü bir durum. Her isteyenin kitap bastırdığını dikkate aldığımızda, şiirlerini edebiyat dergilerinde okuduğumuz ve edebi çevrelerce tanınan bir şairin, bu kadar geç kitaplaştırması kayda değer! Öte yandan edebi metinlerde ve özellikle denemede özgün üslubu, güçlü kalemiyle dikkat çeken bir yazar olduğunu da hesaba katarsak… Taşrada bir sahil şehrinde yaşayan Yar, kendisini kalabalık içinde ama daha çok şiirinde saklıyor. Tahlil edeceğimiz şiirinde olduğu gibi konuşarak susuyor ve susarak konuşuyor. Oysa bu şairane tavır bugünün modernist, bencil, ahbap-çavuş zemininde onu hak ettiği ölçüde tanınır kılmıyor. Bunun umurunda olduğunu da sanmıyorum. Şiir onun kendini ifade tarzı. Şiiri ise geleneğe yaslanan tarafıyla sahih bir dil anlayışına, anlam derinliğine sahipken, zamanını temsil ettiği için güncel; taşıdığı iç sesin insani boyutuyla ve mana cihetiyle yarına da hitap ediyor. Şiirini ne şekil kalıplarına hapsediyor ne de bilmem kaçıncı yeni arızalarına teslim ediyor. Hece vezni ve serbest tarzda karar kılan şiirinde ortak özellik Türkçenin imkânlarını fevkalade başarılı kullanması. Sade bir söyleyişte derin bir kavrayışı, hissedişi görürken, hecede ustalığını serbest şiirlerinde gizli kafiyelerle sergilemesini görmeden geçemiyoruz. Ben’den yola çıkarak bizi anlatan, ben’de bizi saklayan bir dil…
“Bu şehirde sen” şiiri sade ve serbest söyleyiş içinde baştan sona bir bütünlük taşıyan ve fakat biz’deki parçalanmışlığı gözler önüne sererek ben’de toplayan bir şiir. Günümüz darbeli toplumunda bir sancılı hafıza gibi.
“dinlemez içini dışta uğultu
susarsın”
Gürültülü kalabalıkların ‘iç sese’ kulakları kapalıdır. Şair daha şiirin başında yalnızlığını dillendiriyor.
“bir çay içimi bir tenha kuytu
ve o ses
‘bir teselli ver’
zamanaşımı düşer sükûta,
bir hat çiz zamana Hafız Osman,
rüya, çınar, bey Osman
Bursa ve Orhan
Sonra
Gencebay…”
Burada bir hafıza karşımıza çıkıyor, dolayısı ile zaman. Hafız Osman ve hat yan yana gelince Kur’an hatıra gelir. Bu çağrışım ile bir mensubiyet işaret edildiği gibi, zamanda kopmalardan muzdarip şair zamanı bütünleyen, geçmişi bugüne bağlayan sağlam bir hat/yol arzulamakta ya da o yolu hatıra getirmektedir. İmanına işaret ettikten sonra bir hatıra gibi Osman Gazinin rüyası, Osmanlının sembolü Çınar, Bursa ve Orhan Gazi zikredilir ki bu aidiyettir. İhtişamdan sonra çöküşün acılarını tecrübî bir idrakle derinden hisseden Yahya Kemal ’bozgunda bir fetih rüyası’ görmüşken, şairimizde hissiyata (Orhan) Gencebay tercüman olur “bir teselli ver”… Şairin “sükûtum ihtişamımdır/bir al-i Osman yüreği’ adlı şiiri hatıra geliyor hemen…
…
“cumbalı bir ev hayali sarkar sokağa
şehrin beton balkonları ağırlaşır”
Şiirin ikinci bölümünde karşımıza bugünün fotoğrafı çıkmaktadır artık. Evi, ev halini kaybetmiş bir toplumun apartmana sıkışmışlığı aşikârdır.
“çocuklar ‘klavyeyi” tokatlar
çağ sağırlaşır.
çocuklar, sokaklara dağılmış kelimeler
çocuklar, parçalanmış hikayeler…
çocuk!
senin hikayen ne?”
Şüphesiz bu kopuştan en çok etkilenen çocuklardır; çocukluğunu yaşayamayan, beton duvarlara hayalleri toslayan çocuklar. Günümüz şehirlerinde, neredeyse gelenekten hiç iz kalmamış modern zamanlar yaşayışında, Yahya Kemal’in ifadesiyle “Müslümanlığın çocukluk rüyasını” göremeyen çocuklar plastik oyuncakları kırarak ve bilgisayar klavyelerini tokatlayarak hırçınlaşmaktadır. Buradan nasıl bir ‘yarın’ doğar? Şairin, çocukları şehrin sokağına dağılmış kelimeler olarak teşbih etmesi dikkat çekici. Nasıl ki kelimelerin belli kaidelerle bir araya gelmesiyle anlam ya da ifade oluşur, toplum da böyle sağlam bir tanzim ile teşekkül eder. Yoksa istatistikî bir kalabalıktan başka bir şey değildir. Böylece yalnızlık sel gibi sokaklardan atar…
“içinde köy geçen romanları rafa koy
köyü şehre boşaltanlar utansın,
şehrin taşra kokan çay ocağında
demlensin yalnızlığın
gören seni kalabalık sansın
‘karıştır çayını zaman erisin”
Bütün kavramların içinin boşaltıldığı ya da anlam kaymasına uğradığı bir süreçten şehir ve köy tanımının etkilenmemesi mümkün değildi. Türk toplumunda göç tarihi bir vakıa olmakla birlikte, belki son elli yıl içinde yaşanan ‘iç göç’ dengeleri tamamen değiştirdi. Bunu büsbütün olumsuz görmemekle beraber, şehir, tabelasına dâhil olan nüfusa nüfuz edemedi. Edemezdi çünkü ait olduğu kültür ve medeniyeti temsilde zaafa uğramıştı! Mekânda yapılan şuursuz tasarruflarla şehir hafıza kaybına uğramış, tarihi doku tahrip edilmiş, çirkin betonlaşma şehrin yüzünü sıradanlaştırmışken, diğer yandan buna paralel sosyal hayat da çözülmüş, cemiyetten birey toplumuna geçilmişti. Şair, bu tablonun içinden sesleniyor bize. Eski köy romanlarına bir tenkit iması sezinlesek de, mekân burada taşra kokan şehirdir. Şehir barındırdığı kalabalık içinde yalnızlığı beslemektedir artık. Şehir esareti saklar sanki ve bunu Necip Fazılın ‘karıştır çayını zaman erisin’ mısrasını terennüm ile dillendirir…
“sen bu şehirde bir ‘kızılderelisin’!
sen bu nehrin en derin yerisin.”
Şair artık kendisine hitap etmektedir. İsa Yar şiirini tanımlarken “Ben’den yola çıkarak bizi anlatan, ben’de bizi saklayan bir dil” demiştik. Burada “sen” hitabında özne hem şairin kendisi hem de benzer hissiyatla fikir yalnızlığı çeken herkestir. Şehirde bir “Kızılderili” olmak fıtrata ve doğal olana tabi olan için çok anlam ifade eder; anlayana… Zamanda ve mekânda “hayat” dediğimiz (nehir gibi) akışın içinde, iç âleminde derinliğe ulaşanların sığ ve sathi olanlardan ayrıldığını anlıyoruz.
“yıkasın çağ günahlarını sende,
kirlenen sen değilsin
sen, o çocuksun.”
Kirletilmiş bir çağda yaşamakla beraber, saadet asrından uzaklaşıldıkça kirlenen ahir zamanlara şahit olmaktan da mustarip olan şair, kendinden emindir; kendinden yani iman ve istikametinden.
“şehir, dışındaki kir!
şehir senden de fakir.
sen ey!
çık şehirden
bu nehirden
gir kendi içine
kendi içine gir…”
Şehir, artık irfanı, medeniyeti değil, belki nesebi sahih olmayan karma ve kimliksiz ‘uygarlığı’ ‘kültürü’ temsil eder hale geldiğinden; şair şehirden yani kabalık ve kalabalıktan uzaklaşmak, kendi içine (kendi irfanına) sığınmak ister…
Bu yazıyı şöyle bağlayabiliriz. Şairi arı ve şiiri bal ile sembolize edersek, İsa Yar hiçbir kovanda değildir. Onun şiiri saftır. O bir şair… Öte yandan “iyi bir şair aynı zamanda iyi bir nasirdir” kelamını ölçü alırsak, denemede özgün, güçlü ve üslup sahibi bir kalemdir ki yazdıklarını şiir kitabıyla beraber nihayet bastırmıştır; (İçimin tenhasında SAKLI SÖZLER şiirvakti yyay. 2012) En iyisi, siz kitapları temin ederek İsa Yar’ın içinin tenha sahilinde biraz dolaşın; iyi gelir…
*Divanyolu Dergisi /Kasım 2017
Burada yazardan kastımız, edebî metin inşa kudretini elinde bulunduran ve bunu kağıda aktarabilen kalem erbabıdır. Bu çerçevenin içine genelde bütün kalem erbabının dâhil edilebileceği düşünülürse de biz öyle yapmayacağız; bahse konu olan özelde “deneme” yazarıdır. Çünkü kurgudan en uzak kalem odur. Yazıya kendini en çok katandır deneme yazarı. Dolayısı ile her kaleme alınmış ve denemenin hakkını vermiş metin bize yazarından haber verir. Elbette diğer edebî metinler/eserler yazarın ben’inden azade değildir. Ancak deneme, yazara iç dünyasını, dış seslerin içe yansımalarını yazıya saf ve özgün yansıtma imkânını bahşeder. Bu demektir ki denemeye yaşanmışlık eşlik eder. O halde yazarın yaşadığı iklime biraz girmek, ona tesir eden birçok unsuru resmetmek icap eder ki biz buna yazarın güncesi diyebiliriz. Bu günceyi çözebilmek yazarın imtihan boyutlarından bahsi gerektirir. Bahsedelim o zaman.
Yazarın kitapla, yazıyla, sosyal çevreyle, hatta kendisiyle farklı boyutlarda, kaleminin rengini hatta yazma iradesini etkileyebilecek çapta bir imtihan süreci vardır.
Yazarın kitapla imtihanı iki boyutludur. Birincisi, beslenme kaynağı olarak, okuma sürecine eşlik eden kitaplar. Bu hususta yazar, kitaplarla irtibatını kopartmadan, seçici okur vasfını muhafazaya devam etmek mecburiyetindedir deyip, geçelim. Geçmeden önce, “marifet, çok kitap okumak değil, iyi kitabı çok okumaktır” kelam-ı kibarını bir deniz feneri gibi gözden ırak etmeyip, okunası eserleri keşf ve bu eserlerden müstefid olacak müdrik bir okuma ameliyesinin ehemmiyetine ayrıca işaret edelim. Şimdi geçebiliriz. İkincisi, yazarın kendi kitaplarıyla imtihanıdır. Yazar için her kitabı bir istasyondur ki yolculuğuna/yazarlığına devam etmek isteyen kalem erbabı her istasyonda lüzumu kadar eğleşmeli ve asla orada takılıp kendisi bir istasyona dönüşmemelidir. Yazarın kitabıyla imtihanının diğer bir boyutu -ayrı bahistir- işin piyasası ile alakalıdır. Kitap basımı, tanıtımı, dağıtımı, has okura ulaşması, satışı, tenkidi çoğu defa onu gâh coşkuya gâhî hayal kırıklığına sürüklese de bu tecrübeyi mahremiyetinde mahfuz tutmalı ve ileriye bakmalıdır. ‘Dış ses’ yazarı etkilese de ‘iç sese’ dikkatini engellememelidir. Çünkü eser yazarın iç sesidir.
Yazarın yazıyla imtihanı kanaatimce en önemlisidir. Çünkü yazmak zor, sancılı bir süreci muciptir. Yazmaya ara verilen dönemlerde rehavete kapılmak, rahatın tuzağına düşmek yazıya tekrar dönmeyi güçleştirebilir. Yazının/eserin tamamlanmasından doğan hak edilmiş rahatlamanın aksine, bu atıl durum yazarı uzun bir suskunluğa hatta sükûta sürükleyebilir. İmtina etmek gerekir. Öte yandan habire çalakalem yazmak ise edebî kudreti zayıf niteliksiz yazılar kaleme almak demektir ki sıradanlaştırır yazarın kalemini; daha da kötüsü güçlü metnin/eserin önünü keser, yazardan beklenen eseri öteler…
Sosyal çevre yazar için elbette önemlidir. Hepimizin sosyal hayatta vazgeçilmez, olmazsa olmaz rollerimiz ve buna bağlı dar/geniş çevrelerimiz vardır. Farklı rollerden kaynaklanan bu çevrelerin birbiri ile yakın/uzak konuşlanması, yine birbiriyle uyumlu/çatışan yanları vardır. Yazar bu farklı sosyal çevre ve buna bağlı rolleri birbiriyle karıştırmadan sosyal ilişkilerini düzenlemeli ve sürdürmelidir. Kan dolaşımı gibi. Nasıl ki: vücudumuzda kanın varlığı ve dolaşımı hayatın varlığı ile eşanlamlıdır. Hayatın sağlıklı devamı için temiz ve kirli kan atardamar ve toplardamarlar vasıtasıyla bir devir-daim içinde olmak zorundadır. Aynı sistemin içinde olmakla beraber kirli-temiz kan birbiri ile temas etmez bile. Ederse düzen-hayat bozulur; bazen sosyal ilişkiler de böyledir. Merkez efendinin dediği gibi: “Her şey kendi merkezinde” demeli. Yazar, yazarlığından kaynaklanan daha çok edebî muhit denilen sosyal çevrede rollerini başka zeminlerde sergilememeli ki iç iklimi zarar görmesin. Aile, iş, mahalle ortamı da birer sosyal çevredir ama evinize eş-baba olarak gidersiniz yazar olarak değil. Sosyal statüler yazarın dünyasında insanı geri plana iten bir ayrıcalık olarak görülmemeli. Sosyal yapıyla irtibat noktasında en önemli husus ise yazarın ihtiyaç duyduğu kontrollü tecride zaman ayırmasıdır. Gerektiğinde tenhasına çekilemeyen bir yazar, ihtiyaç duyduğu sükûneti bulamayacak ve kaleme alacağı her ne ise onu inşa edemeyecektir.
Yazarın kendisiyle imtihanı dedik! Bununla ne demek istedik. Yazarın/yazmanın önündeki en büyük engel çoğu kez yazarın ben’idir. Diğer sebepler bir şekilde yazma eylemine tesir etse de yazarın iç iklimi, varoluş anlamını yüklediği benlik anlayışı ve buna bağlı isteği/isteksizliği üretkenliğini etkiler. Bu sebeple yazar iç iklimini dış nazarlardan mümkün olduğunca korumalıdır; başka bir ifadeyle dış etkileri filtrelemelidir. Bunu nasıl yapabilir? Gözü misal verebiliriz. Bakma-görme sürecinin ilkinde obje göze çarpar ki bundan mesul değiliz; ancak ikinci bakışta göz objeye yönelir yani iradidir ve dolayısı şuurludur ve mesuliyeti muciptir. Dış ortamda tezahür eden şeylere ‘lüzumu kadar’ dikkati vermek, lüzumundan fazla konuşmamak gibi tedbirler yazarı ve kalemini rahatlatacaktır. Bunun aksi dağılmaktır. Yazar zihnen dağılmamalı ki yazdıklarından istifade edilebilsin.
Yazmak sancılı bir süreç ve yazar bu süreci mahremiyetinde yaşayan lakin yaşadıklarını kendinde saklayarak anlamı yazıya aktarandır. Yazarın güncesi önemlidir vesselam…
İSA YAR
Desem: sancım kalsın sizde ben birazcık gülüp gelsem
Yahut ölüp gelsem dirilten bir nefesle, susarak…
Hani sular çekilmiştir, durgun/kırgın akar ırmak
Derken, yine coşar gelir avdet eder daim derdim
Ben ki daim mesel derdim, anlar gibi anlardınız
Gözleriniz vardı sizin hüzünlenir ağlardınız!
Çekip gittik kendimizden, yakınlıklar bizden ırak
Bizden ırak yakınlığı uyandırma öyle bırak…
Ya ben şimdi bu lisanı tahrip edip gitmeliyim
Yahut yeni ‘sözcüklerle’ şiir mi inşa etmeliyim?
Etme dedim gitme dedim, kendim ettim benden gittim
Döndüm bana bende yoktum zayi oldum ya neyleyim…
Şimdi bahar dallardadır, topraktadır, üşümüştür
Bir şey olmuş, çok şey olmuş,bir kez yere düşülmüştür
Uzun süren bir uykuydu; bordro, taksit derken sabah
Gün ortası, vakt-i evvel, ahir zaman bilinmiştir
Kayda geçmiş yenilgimiz, esamimiz silinmiştir
Günah bile değil cürmüm yoktur ceza ehliyetim…
Şehir girdap, apolitik, şair kimdir, bir yetimdir
Her tenha bir yalnızlıktır, kitap, kalem, çay ve sükût
Ne sen sor ben söyleyeyim, işbu hal vaziyetimdir
Gülüp geldim, ölüp geldim, olup geldim işte hudut…
Ver sancımı al hıncını dirileyim ben kendimde
Ve şehrime çekileyim, herkes kalsın başkentinde…
İSA YAR
Kasım 2016/Divanyolu Dergisi 35.sayı
Oraya gitmek için kendime bir sebep arıyorum. Oysa gitmek için belirgin bir sebebim yok. Nedense hep oraya gidiyorum. Kimbilir, belki gitmek ihtiyacından, belki de yitik mekanın izini sürmek arzusu yahut alışkanlık…
“Çayınız, hocam” diyor, yirmili yaşların başındaki genç. Sormuyor bile, çayı sehpaya bırakıyor. Zaten, “Çayınızı tazeleyelim mi” dışında soruları olmayan birisi. Aradığı cevaplar yok. Bu mekâna sorular ve cevap bekleyen bakışlar olmadığı için mi geliyorum? Bak, bunu hiç düşünmemiştim. Düşüneyim o zaman. ‘Sorgulanmak’ deyince aklımıza hemen gelivereni bir kenara bırakırsak, hep sorguda olduğumuzu fark ediyorum. Sorguluyor ve sorgulanıyoruz! Daima bir açıklama bekliyor yahut açıklamaya zorlanıyoruz. Adeta “nasılsın, ne düşünüyorsun, iyi misin, bir şey demeyecek misin…” derken bile sorguluyor, sorgulanıyoruz.
İnsan bir halde kalmıyor, kalamıyor. İçimizden bahsediyorum. Ahenkli bir dengeden, mutmain olma hali ve sükunetten. Ruh hallerimiz, değişken. Canımız sıkılıyor. Canımızı sıkıyorlar. Bu hızlı akış ve değişim eşyada, mekânda yani görünür olanda yaşanırken içte durağanlık, yorgunluk, usanmışlık hali. İçinde değiliz hayatın; seyrediyoruz sadece. Bu ise bir seyr/yolculuk hali değil, temaşa/izleme…
Baraja dökülmüş ırmak, uçurumun başında önü kesilmiş yol gibiyim! İçime doluyor, içimde kıvrılıyorum. Yazmak, yola devam etmekle eş anlamlı; yaşamak gibi. Kalemi tekrar tekrar alıyorum elime, bir cümle yazmadan bırakıyorum elimden. Kime kelam etsem, sesim bir duvara çarparak parçalanıyor. Diyorum ki “deneme” yazarak size ulaşmayı denemeyeceğim artık. Bir kurgunun peşine takarak dikkatinizi, ancak bir romanla ulaşabilirim idrakinize. Romancı değilim. Geriye şiir kalıyor. Oysa kemikleşiyor duygularım, yaralarım kabuk bağlıyor; bu beni yaşadığım topluma uyumlu kılarken şiirden uzaklaştırıyor. Şiirden yani içimden…
Çay içerken, günlük gazetelere bakıyorum; okumuyor, sadece bakıyorum. Okunası şeyler kitaplarda, dergilerde. Gazetelerde ise: “Şeker ve tuzdan uzak durun” diyor sağlık uzmanları! Hayatın tadı-tuzu zaten kalmamış, bırakın yemekte tuz, çayda şeker kalsın. Bir sanatkârda eserini ortaya koyacak duygu ve düşünce yoğunlaşması, günümüz öğretilerinde “patoloji” olarak tanımlanıp, anksiyete-stres ve depresyon, nevroz ilh. tanımlamalarla tedaviye muhtaç görülürken; her kimse herkes sıradanlığında hizaya zorlanırken, hangi eserden, şiirden, fikirden bahsedebiliriz. Sudoku çözerek bırakıyorum gazeteyi sehpaya…
Heyecanla anlatıyor genç adam yanındaki arkadaşına: “Gavs hazretlerinin…” Yan taraftaki sehpayı üç kişi kuşatırken, içlerinden biri gamsız sesle: “Of! Burada sigara içiliyor” diyor. Sigara içen ortayaşlı adam dayanamayıp, okuduğu kitaptan başını kaldırarak tanımadığı şahsa sesleniyor: “Onun için içeride oturmuyoruz birader, buradan daha dışarısı yok!” Bir çocuk duruyor karşımda; boya sandığı değil de sanki dünyayı asmış boynuna: “Parlatalım abi”. Pembe nağmelerle seçim otobüsü geçiyor caddeden. Sıska köpek köşedeki çöp ‘konteynırını’ karıştırırken, canhıraş kaçıyor sokak kedisi. “İsmet Özel, diyor köşede tartışan guruptan bir öğretmen, Terme’ye gelecekmiş” Çocuk parlattı ayakkabıyı, parasını aldı, tekrar boynuna astığı sandıkla yürüdü ardına bakmadan. Durumundan şikayet eder hali olmadığı gibi, bir iş yapmanın büyük adamlara mahsus kabullenmişliği var üzerinde. Boyacılığı ona yakıştıramayan o değil, biziz. Ah, çocukluğumuz! O özlediğimiz uzak ülkemiz çok mu güzeldi? Değil. Güzel olan çocuk olmamızdı. Hep çocuk kalsaydık, hiç büyümeseydik demenin bir daüssıla özleminden öte anlamı yok. Benim yazılarımın bir yanı niçin kapalı havalar gibi karamsar? İki yıl önce, yanımda kızkardeşim, birkaç adımda yorulduğu için sırtıma alıp “hematoloji” polikliniğine kadar taşıdığım babam, fakülte hastanesinde birbuçuk ay süren tetkik ve tedavi sonrası –bu süreçte yaşadıklarımız uzun bir bahistir- “beni götürün” dediği köy evimizde yalan dünyaya veda ettiğinde öldü çocukluğum. Ben çocukluğumu o gün yitirdim. O günden sonra hiçbiryerdeyim. Bütün gidip gelmelerim zamanı sarmak için…
Kelimelerimi saldım sokağa. Son model bir araba geçiyor caddeden, teker izlerinde yamyassı olmuş cümlelerim. Kaldırımda yere savrulmuş anlamı süpürüyor belediye işçisi. Bir seçim otobüsü daha geçiyor, gürültülü. İçimde birbirine paralel iki ben; biri “yaz” diyor, diğeri “yaşa”. Havanın gâh açık gâh kapalı olduğu Karadeniz iklimi gibiyim. Bir kararda olamamak hali. İnsan şuuraltında saklı. Şuuraltı, çocukluğumuz. Şuuraltı aldatmayan yanımız; şuura yükselen yanımızda hesabilik, kontrol ve öğrenilmiş çaresizlikler. Garsonu görüyorum, göz mesafesinden söz mesafesine gelince sesleniyorum: “hesap”
Telefonum çalıyor. “Baba, yemek hazır, bekliyoruz” Kalkıyorum; önce markete uğramalı. Sokakta seyyar satıcıyla selamlaşıyoruz. Yerine kültür sarayı yapılması düşünülerek yıkılan, eski belediye dükkanlarının olduğu alanı çevreleyen kaldırıma paralel ahşap ihata duvarında resimler. Eskiden şöyleydi şimdi böyle diyen resimler. Hepsinde yeniden aday gösterilmeyen mevcut belediye başkanının sembolik fotografı. Arada çocukları at binmeye götürdüğüm ve beyaz Midillinin de bulunduğu At çifliğinde çekilmiş resme takılıyor gözlerim; gösterişli iki ata binmiş iki adam: eski bakan ve başkan . Eve yöneliyorum. Kapı, merdiven, zil, “hani birleşik kesirleri çalışacaktık baba” diyerek kapıyı açıyor bahar gözlü bir çocuk; “tamam, çalışırız kızım.”
Merhaba huzur…
İSA YAR
.
.
.
Ünye’de edebiyatçı olmak
İnsan yaşadığı şehri benimsiyor. Doğup büyüdüğünüz yer olmasa dahi yaşadığınız şehir yaşanmışlığın hatırasında size bir aidiyet sunuyor.Yürüdüğünüz sokaklar, sık uğrayıp çay içtiğiniz mekanlar, kenarda köşede hala ayakta kalabilmiş geçmiş zaman evleri, açık alanları obur bir iştahla yutan apartmanlar ve en önemlisi tanıdığınız insanlar sizin için yaşadığınız şehrin anlam haritasını oluşturuyor.
Böyle olmakla birlikte kişi kendisini merkeze alarak herkese ve herşeye kendi gerçeğinden baktığından olsa gerek yaşanılan şehir bütün genişliğine rağmen an gelir küçülür, dar gelir insana. Demem o ki mekan ve mukim arasında oluşan bağ herkes için aynı değildir…
Neredeyse yirmi yıldır bu şehirde yaşıyorum. Bir şehri tanımak için yeterli bir süre. Oysa biliyorum ki ne ben bu şehri yeterince tanıyorum ne de şehir beni. Aramızda eksik bir şeyler var. Benden yana eksik olan şudur ki bu şehirde çocukluğum yok. Çocukluğumuzun geçmediği mekan, ne kadar benimsemiş olsak da bizim için ruh gurbetine benzer bir hatırasızlıkla noksandır. Yani hafızamızın önemli bir kısmında yer tutmaz çünkü çocukluk bizim uzak ülkemizdir. Doğup büyüdüğümüz yerlerden bir ömür ayrı kalsak bile o belde bir hafıza olarak bizde yaşar. Bu sebeple şehir, kendi çocuklarında bile en fazla mahalleden ibarettir. Demek istediğim, bu şehirde yaşayan birisiyim sadece. Aramızda en anlamlı bağ ve yakınlık, aynı coğrafyada, karadeniz sahilinde güzel bir köyde çocukluğunu yaşamış birisi olmak. Bu şehirde dışımdaki iklim/mekanbir anlamda bana yabancılıkhissi hiç vermedi. İç iklimimiz ise başka bir şey; yaşadıklarımızın toplamı ve içimizde saklı bahçe…
Yukarıda kaleme aldığım ifadelerden ne anlamak lazım geldiğini bilmiyorum, anlayan beri gelsin diyerek geçiyorum. Yazının bundan sonrasında kendi hissiyatımdan değil(mesleğimiz ne olursa olsun) edebiyatçı tanımına giren insanın gözünden bu şehire bakmaya çalışacağım. Belki şehre bakmayacağım, bu şehir (bütün temsilcileriyle) edebiyatçıya nasıl bakıyor bunu dile getirmeye çalışacağım. Burada edebiyatçıdan kastmız elbette yazan adamdır. Edebiyat, mevzusu itibariyle zaten şehirli karakter taşır; konusu insan, toplum, kültür ve medeniyettir. Dolayısı ile en gelişmiş haliyle dil yani lisandır. Edebiyatçı, inşa edeceği eseri tahayyül ve tasavvur ederken tenhaya, yalnızlığa, sükunete, iç aleminde yoğunlaşmaya ihtiyaç duyar ancak ortaya koyduğu eseri bozkırın ya da denizin ortasına değil şehrin meydanına bırakır. Şehrin meydanına yani onu anlayarak gereğini hayata geçireceklerin meydanına. Bu imkanı barındıran yerdir şehir ama bu imkanı şehir adına elinde bulunduranların edebiyatla ilişkisi nasıldır. Buna bakarak o şehrin kültürel zenginliğini ya da nasipsizliğini anlayabiliriz. O zaman bakalım bu şehre…
Ünye’de edebîyatın herhangi bir dalında eser/ler ortaya koyabilen insanların var olduğunu biliyorum. Bu hususta mahallini aşmış isimlerin varlığı bir gerçek. Öte yandan bu şehirde içeriğinde ciddi edebi metinlerin, şiirin yer aldığı dergilerin kendini gösterdiği de gerçek. Yayınına ara vermiş Sükût, yoluna devam eden kertenkele gibiülke geneline hitap eden dergilerin yanısıra, okul mahreçli olan ve fakat muhtevasıyla mahallini aşmış yağmur ve yakamoz dergilerini kim yok sayabilir. Şiir seçkisiUzak, yöre ve kent kültürü dergisi canik, dil vekültür, lâl, künyebunlara ilave edebileceğimizdergiler. Eserlerini kitaplaştırmış birkaç isim, kitaplaştırabilecek donanımda edebî kalemler bu şehirde yaşıyor. Ve fakat:
Ünye bunun ne kadar farkında ve özellikle bu şehirde edebî faaliyetlere destek olabilecek imkana sahip olanlar nerede? Ünye’de bu hususta, burada yaşayan hakiki şair ve yazarlar, has okurlar, edebiyat sevdalısı öğretmenler ve ilgili öğrenciler dışında kimleri ve hangi müesseseleri sayabiliriz? Edebiyatçılar kalemi terkedip ellerine mikrofon alarak meydanda şarkı söyleseler şüphesiz çok daha fazla ilgi ve destek göreceklerdir. Gazete adı altında birkaç mahalli haberi dolgu malzemesi yaparak kutlama ilanları yayınlasalar teşvik dahi alabilirler. Gerçi tablo birçok yerde böyledir ancak işin ruhunu kavrayan, gerçek anlamda kültürel etkinlikler yapan, bu etkinlikleri destekleyen, sahip çıkan yerler de var memlekette. Mesela, 19. kez düzenlenen “suçıktı şiir akşamları”nı ülke genelinde edebiyat çevresinden bilmeyen yok gibidir. Bu kültürel faaliyetin yapıldığı yer, nüfusu baz alırsak (ki büyükşehir olmak için nüfus baz alınıyor) Ünye’nin çeyreği nüfusa sahip Dursunbey ilçesidir. Güzelliğin mimarı ise çok yerde olduğu gibi Dursunbey belediye başkanıdır. Mahalli idareler ve sivil toplum kuruluşları böyle faaliyet ortaya koyduklarında mülkî idarenin desteğini de her zaman almışlardır. Yeterki projelerinizde yer alsın.Maalesef bu misaller istisna kabilindendir. Asıl mesele taşrada yaşamanın, eser ortaya koymanın sonuçlarıdır. İstanbul’un dışına çıktığınızda, bütün varlığınızla edebiyatın içinde olmanız yetmez. Sesiniz kısık çıkar. Taşrada insanlar edebî kimlikleriyle değil mesela meslekî bilinirlikleriyle öne çıkarlar. Bu ise edebiyatın taşrada karşılığının sınırlı olduğunu gösterir. Oysa merkezde eser ve yazarı ön plandadır. Edebiyatçı edebî kimliğinin dışında tanınmaz bile, biyografisinden veya mülakatlardan çıkarırsınız ne ile geçindiğini. Orada dikkatler ortaya koyduğu esere yöneliktir. Edebiyatçı iseniz taşradan çıkarak merkeze gidecek, merkezden taşraya isminiz ve dolayısı ile eserinizle döneceksiniz. Yoksa taşrahas okurun ve hakiki edebiyatçıların dışında eserinizin farkında bile değildir. Diğer yandan edebiyatçıların protokollerden uzak durması edebiyatın doğası gereğidir ve edebî temsil bunu gerektirir fakat protokolün edebiyattan uzak durmasını nasıl izah etmek gerekir, bilmiyorum. Bilen varsa izah etsin…
İsa YAR
* ünye yağmur degisi 2013