93 harbinin doğu ve batı cepheleri…


 

Zağra Müftüsünün Hatıraları / Tarihçe-i Vak’a-i Zağra Hüseyin Raci EfendiİZ YAYINCILIK

 Bu kitap, Ttürklerin vatan edebiyatında en samimi yüksek bir şaheserdir…” Bu sözler meşhur edip ve şiirimiz Yahya Kemal Beyatlı ‘ya aittir…

Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi ‘nde Rumeli ‘deki müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi ‘nin hemen o günlerde kaleme aldığı hatıralarıdır…Bu kitap yıkılan büyük devletimiz Osmanlı ‘nın son asrında düşman hücumlarının vahşet ve dahşetinin bir zaptı: masum müslüman halkın çektiği ızdırapların acıklı bir destanıdır…Evet bu kitap ecdadımızdan bizlere bir mektup bir şikayet bir tezallüm bir vasiyettir


 

Yazarı : Mehmed Arif Merhum babamız [Mehmed Arif Bey], Erzurum’da iken, kaderin tecellisiyle milli tarihimizin son acıklı yapraklarını teşkil eden Rusya Savaşı’nda, Anadolu Ordu-yı Hümayunu Mühimme Başkitabeti’nde bulunmuştur. Savaşı başından sonuna kadar görerek, izlenimlerinin sonucunu bir araya toplayıp gelecek nesillere bir ibret olabilmesi için onları bir kitap haline getirmiştir.

 

Milleti saran hastalığı ve sebeplerini de sırası geldikçe açıklamıştır. Mısır’da bulunduğu süre içinde de bilgi sahibi olduğu olayları kısaca ekleyerek meydana getirdiği kitabını Başımıza Gelenler olarak isimlendirmiştir.

20 Nisan 1903

Dava Vekili Celaleddin Arif / Doktor Necmeddin Arif

“Rumeli kıtası, isyan ve savaş ateşiyle yanarken, devletler arası diplomatik haberleşme ve görüşmeler devam etmekteydi. İşin sonunda Rusya ile savaşın kaçınılmaz olduğu anlaşılarak hazırlıklara başlandı. Rumeli kıtasında Tuna ordusunun takviye edilmesine ve çoğaltılmasına çalışılırken, Anadolu tarafında da askerî tertibat ve hazırlıklar yapılıyordu. Akın akın Dördüncü Ordu askerleri silah altına alınarak Erzurum’a doğru gönderiliyordu. Bu sırada, Rusya Devleti de Kafkasya ordusunda aynı hareketi yaparak Gümrü Kalesi’ni askerle doldurmuştu.” bky

Kültür ve Edebiyatımızdan Manzum PORTRELER


 Bekir Oğuzbaşaran
Laçin Yayınları
;
Kayseri, 2007, 102 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.
ISBN No: 9789944423366

 

BEKİR OĞUZBAŞARAN VE MANZUM PORTRELERİ
Vedat Ali TOK

Edebiyat dünyası Bekir Oğuzbaşaran ismini 40 yıl önce tanıdı. Edebiyat öğretmeni, öğretim görevlisi oldu. Bir taraftan hocalık, bir taraftan edebiyatçılık vasfını sürdürdü. Necip Fazıl Kısakürek’in rahle-i tedrisinden geçti. Zekâsı, sür’at-i intikali, hâfızası onunla bir saatlik sohbetinizde hemen dikkatinizi çekecek hususlarındandır. Dost canlısı, sohbetlere neşe ve canlılık katması ile bulunduğu mecliste hemen kendini gösterir.

Türkiye’nin neresinde hangi kitap, hangi dergi basılıyorsa Bekir Oğuzbaşaran’ın mutlaka haberi vardır. Küçük büyük her dergide bir yazısının, bir şiirinin neşredilmesi için elinden gelen mücadeleyi gösterir. Aslında hiç abartısız ciltlerce kitap yazabilecek ve onu da yayınlatabilecek kapasiteye sahip olmasına rağmen ondaki dergi tutkusunu beş altı yıldır tanıyan bu fakir bir türlü çözememiştir. Yayınlanan tek kitabı -ki o da piyasalarda yoktur- “Necip Fazıl’ın Şiiri” ismini taşıyor. Yine belirtelim elinde Necip Fazıl’la ilgili çoğu kimsede bulunmayan bilgi ve belgeler de mevcuttur. Bunların hâlâ kisve-i tab’a bürünmemiş olması şahsen beni çok rahatsız ediyor.

Yeni Türk Edebiyatı uzmanı olmasına rağmen Dîvan Edebiyatına, Divan Edebiyatına olduğundan fazla da halk edebiyatına vukufu vardır.

Türkiye onu yazar olarak tanımasına rağmen son yıllarda şiire yöneldi. Hece ölçüsü ile dörtlükler yazdı; fakat bunlara ısrarla rubai dedi. Çünkü yazdığı dörtlüklerde ölçü rubaiden farklı olmasına rağmen, rubai üslubu vardı. Hakikaten hikemî tarzda dörtlükler yazdı. Dörtlüklerinde uzun şiirlerinden daha büyük bir başarı gösterdi.

Kolay ve rahat yazabilen bir şair. İlhamını bilgi ve kültürüyle birleştiriyor. Dile, imlâya karşı son derece titiz. Şiirin sesini tanıyor. Âhengi yakalayana, kastettiği mânâya ulaşana kadar peşini bırakmıyor bir şiirin…

Yazdığı her dörtlüğü en az iki defa okutturduğu ve görüşlerine de başvurma nezaketi gösterdiği bu fakir, onun şiirlerinin birçoğunu hıfzetme durumuna geldiğini de bu arada zikretmeden geçemeyecektir.

Bekir Oğuzbaşaran, önce çeşitli konularda Türk dörtlükleri yazdı. Bunlar da bir kitap olacak keyfiyet ve kemiyette. Daha sonra gerek ebediyete göçmüş, gerekse hayatta olan ve kültürümüze, edebiyatımıza bir şekilde hizmeti olmuş; eser bırakmış yazarlar, şairler, sanatkârlar, akademisyenler, âlimler için manzum portreler yazdı. Bunlar dergilerde yayınlanmaya başladıktan sonra hoş tepkiler aldı. Bu kitap bir bakıma bu cesaretlendirilmenin semeresi…

Oğuzbaşaran’ın manzum portreleri okunduğunda bilgi, ilham, araştırma, hâfıza, hatır, ahde vefa hasılı aşk ve sevgi görülecektir. Onun hiciv türünde de kuvvetli portreleri var; fakat nedense bunları kitabına almak istemedi.

Manzum portre, edebiyatımızda bildiğim kadarıyla, bu kesafette hiçbir şair tarafından yazılmamıştır. Bu bakımdan bu şiir kitabı farklı bir özellik arz etmektedir. Kitaptaki şiirlere sadece şiir gözüyle bakmak kanaatimce doğru olmaz; çünkü onlarda edebiyat tarihimize not düşebilecek bilgiler, görüşler ve eleştiriler de mevcuttur.

Bu güzel eserin sanat erbabınca dikkatle ve zevkle okunabileceğini düşünüyorum. Manzum portrelerde okuyucu, şiir zevkinin yanında çeşitli bilgiler ve sanat âlemine yakınlığı kadar da ilginç hâtıralar bulabilecektir.

Oğuzbaşaran’ı kutluyor, bu eserin diğer kitaplar için bir başlangıç vesilesi olmasını temenni ediyoruz…

 

 

PERVANENİN RÜYASI


 

 

 Vedat Ali Tok
                 Laçin Yayınları;
                 Kayseri, 2007, 13,5 x 19,5 cm, 190 sayfa, Türkçe, Karton Kapak 

 

 

 

(Fuzûlî Romanı) 

           Vedat Ali TOK’un Türk Edebiyatının altın devrini yaşadığı 16. asrı ve özellikle şiirimizde bütün asırların büyük şairi kabul edilen Fuzûlî’yi anlattığı romanı Pervanenin Rüyası (I. Baskı, 190 s., Haziran 2007) okuyucularıyla buluştu.

             Pervanenin Rüyası, Divan şairlerinin, şiir meclislerinin, tezkirelerin şiir açıklamalarının ve dönemin tarihî ve siyasî  konularının  günümüz okuyucusuna hitap edebilecek tarzda bir roman türü ile tanıtılması açısından önemli bir eser.

ABDÜLHAMİD´İN KURTLARLA DANSI


 Mustafa ARMAĞAN

        Mehmed Akif, Birinci Dünya Harbi’nde Asım’ın neslinin kıt’a kapma oyunu oynadıklarından söz eder. Bu gençlerin kimi Galiçya’da, kimi Sina çölünde, kimi Kafkaslarda, kimi de Çanakkale’de emperyalizme karşı çağları alt üst eden bir mücadele veriyorlardı. Bugün de eğitim neferlerimiz aynı rolü oynamıyorlar mı? İnsanlığa bu defa Yunus’un gönüllerine ektiği güzellikleri demetleyip sunmuyorlar mı? Bu çağın vebasına inançlarından derledikleri güzellikleri derman olarak sürmüyorlar mı? Ve en önemlisi de, Bizden adam çıkmaz hurafesinin çatısını çatır çatır yıkmıyorlar mı? Bu bir Sonsuzluk Kervanı dostlar! Dün Tarık B. Ziyad’ın kutlu askerleri bu vazifeyi üstlenmişlerdi, bugün ise eğitim gönüllüleri. Dün Abdülhamid Han bu kervanın bir halkası olmuştu, bugün vazife bizim omuzlarımızda. Abdülhamid’in dansı devam ediyor dostlar.. Kurtlarla, yani insanlığın düşmanlarıyla insanlığın dostlarının ezeli mücadelesi..

Gül Hasreti


 

Vedat Ali TOKNa’t tahlili
Yayın evi : Sütun Yayınları
  

İslâm âleminde kendine münhasır bir yer edinmiş hemen her şairin rüyası; şiirlerine taç olacak bir naat yazmak ve O’nu (s.a.s.) anarak sözlerini kıymetlendirmektir. Genel manada İslâm dünyası için böyle olan bu hâl özelde Türk edebiyatı ve onun zirve şairleri için daha da bir böyledir…

Şairlerimiz daha sözlü edebiyat döneminden başlayarak en güzel şiirlerini Efendimiz (s.a.s.) için söylemişlerdir ancak biz bu kitaba sözlü edebiyat örnekleriyle değil, Yunus Emre’nin bir naatı ile başladık. Yunus Emre’den itibaren kronolojik sırayla divan edebiyatına uzanan yolculuğumuz, günümüz şairlerinin ‘seçkin’ naatlarından örneklerle son buluyor.

Vedat Ali Tok’un akıcı üslûbu ve zengin değerlendirmeleri ile daha da zenginleşen naatlar her yaştan insanın kolayca anlayabileceği örneklerden seçildi.

Eser; on üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar değişik şiir tekniklerinin ve kalıplarının -hece, aruz, serbest- kullanıldığı bir başucu kitabı

Halimiz bir lisan


“Sustum susmalardan medet umarak”  Özcan Ünlü

Susmak…

Söyleyecek sözümüz olsa da (olmalı), maksat hâsıl olmuyorsa,  söz gönülden gelmiyorsa; susmak…
Söz manadan kopuk ve sadece ‘laf’ ise; susmak…
Söz beliğ bir ifade değilse, bizi ifade etmiyorsa, kalbe girmiyorsa, yankı bulmuyorsa, anlatamıyor ve anlaşılamıyorsa; susmak bir vazifedir.

Konuşmak gereken yerde susmanın, sükût gereken yerde konuşmanın vebali olsa gerektir.
Ölçü: ‘sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür’.
Şimdi biz de konuşuyoruz ve ‘geveze bir nesiliz’.

Halimiz bir lisan olmalı.
‘Dost aynadır’ ama biz aynaya dostça bakmayı unutmuşuz! 
Aynada gördüğümüz kendi suretimiz.
Sîretimizden habersiz, suretimize hayranız.
Becerebilsek, susmayı becerebilsek, ne sesler duyacağız kim bilir.
En başta içimizin sesini…

Kelimeler belki bizden davacı!
Sesin ahengi, kadim adamların, muhteşem ecdadımızın ‘iyi atlara binip gitmesiyle’ kayıp…
Sesimizi kaybettik. Sesimizi, yani kelimeyi!

‘Susma sustukça…’ diyen çığırtkan seslerle; insan sesi olmaktan çıkıp, hoparlörün mekanik sesine tebdil olunan ‘davet’ edemeyen seslerle ve yabancı/yalancı seslerle dolu mekânlarda sükûtu unuttuk…

Yürüyoruz ve hiçbir yere varamıyoruz!
‘Hiçbir yer’: gönüldür.
Vuslat ‘kalbi kuşanarak yürümek’ ve gözyaşımızın kurumamasına bağlı.

Efâlimizi yeni bir lisana tebdil etmenin vakti geldi. 

İSA YAR
*Türkiye Gazetesi/2004

ASLAN EMMİ


       

        Tuhaf adamdı.

        Ellili yaşlarda, evsiz, barksız ve yalnız! Üzerinde eski bir palto, elinde katlanmış gazete ve bir tomar kâğıtla hızlı ama dalgın yürürdü. Onu bir tümsek ya da kütük üzerinde, etrafında toplanan her yaştan insana hitap ederken görürdük. Heyecanlı, coşkulu bir politikacı edasıyla konuşur, ancak alkış ve “yaşa, helal olsun sana” sesleri arasında anlattıklarını biz anlamazdık; çocuktuk. Galiba gündemi gazetelerden takip ediyor, iç ve dış meseleler hakkında kendince yorumlar yapıyordu.

        Lakabı ‘deli aslan‘dı! Ama biz ona ‘aslan emmi‘ derdik. Köyümüzün en renkli simasıydı. Çocukluğumun iz düşümünde hala canlı bir fotoğraf gibi duran bu garip adam, yaz-kış demeden, balıkçı barınağında derme çatma tahta bir bölmede veya eski bir kayığın enkazında yatıp, kalkardı. Asarcık ismiyle bilinen küçük koyda, deniz manzaralı ve bol rüzgâr alan bu garip mekânında, iki taş arasında çalı-çırpı ile ateş yakar ve isli çaydanlıkta çayı eksik olmazdı. Bıyıksızdı, yüzü tıraşlıydı. Başında (Müteveffa şair Attila İlhan gibi) ‘kaptan şapkası’, etrafın farkında değilmişçesine, evet etrafın farkında olmadan başka bir dünyaya kaçarcasına yürürdü! Bazen türkü de söylerdi; ancak sesinde rindane lakaytlık, sanki umursamazlık fark edilirdi. Galiba, bu hali sırrını saklamak, dikkatlerden kaçırmak için örtü gibi kullanıyordu.  Çocuk dikkatimden kaçmayan asıl husus ise şuydu: insanlar ona deli muamelesi yapmıyordu ve zaten deli de değildi. Adeta garip bir saygı da duyuyorlardı. Toplumla arasında ölçülü bir mesafe vardı; esasen bu mesafeyi koyan Aslan Emmi’nin kendisiydi. Sıra dışı bir adamdı. Bilge değildi ama bilge konuşuyordu. Derviş değildi ancak ‘tenha’ydı! Sessizdi, kendi sükûtunu hiç çıkarmadığı bir sırlı elbise gibi kuşanmıştı lakin konuşunca coşardı; sel gibi, çığ gibi, denizin kabarması gibi. Çalışmazdı fakat bazen onun geçici işler yaptığına da şahit olurduk: odun kırmak, ufak tefek kazma-kürek işleri gibi. Kimseden para almazdı; bu işleri ise yevmiye karşılığı yapar, parasıyla da ekmek, çay, şeker, gazete, kâğıt, kalem ve cıgara alırdı. Tuhaf adamdı Aslan Emmi!

        Hikâyesini Babama sormuştum.

        -“Deli adam: evlendi, eşini evden kovdu, yuvasını dağıttı” demişti. O kadar. Onunki tercih edilmiş bir yalnızlıktı. Bu tercihinde asıl sebep neydi, bilmiyorum ama dünyevi olamamıştı. Daha sonraları ‘kitabî bilgi ve sosyolojik malumatımız’ çoğalınca, Aslan Emmi’yi bir tip ve karakter olarak tanımlamaya çalıştım. Roman karakterleriyle benzeşen yanları vardı ama gördüm ki, herkes kendi hikâyesini yaşıyor. Ne Cengiz Dağcı’nın ‘yurdunu kaybeden adam’ına benziyor, ne de Ernest Hemingway’ın ‘ihtiyar balıkçısına’. Şehir ve köy romanlarının karakterlerine de uymuyor; ne Dostoyevski tanır, ne de Tanpınar. Peyami Safa’nın salon tiplerinde esamisi geçmez. Ne Robenson, ne Cuma. Donkişot hiç değil; bir savaşı yok; Pançosu da.   

        Delikanlılık çağımda, daha lise öğrencisiyken kitap, dergi, yazı, şiir, kâğıt, kalem elimden eksik olmazdı. Bu taşınabilen ‘yükle’ sahilde, evde, bahçede, hemen her yerde görünür olduğumdan; bir gün annem (kim bilir hangi endişeden dolayı):

        -“Oğlum” demişti; “-Sen de diğer arkadaşların gibi gezip eğlensene, Aslan Emmi gibi okuyup, yazıp düşünüyorsun!” Aslan Emmi’de tezahür eden yalnızlık, ona benzeme ihtimali bile Annemi ürkütüyordu.

        Aslan Emmi hakkında duyduğum tecessüs üzerine sonraları çok düşündüm. Benzeyen yanımız, sadece soyadımızdı. Zamanla fark ettiğim şu oldu: O, insanlardan kaçıp bir dağ başına çekilmemişti. Bilakis, toplumun içinde kendisini tecrit etmişti. Balıkçıların, sabahın erken saatinden akşama kadar sahili dolduran seslerine sırtını döner, köşesinde bir şeylerle meşgul olurdu. Akşam olup ta, balıkçılar seslerini toplayıp evlerine çekilince, sahilde gecenin karanlığı, denizin sesi, rüzgârın ıslığı ve Aslan Emmi’nin yalnızlığı kalırdı… Benzeyen yanımız belki bu yalnızlıktı.  Onda yalnızlık müşahhas iken bizde mücerretti. Ve… Bunun da farkındaydık.

        Köyün velisi Hace İsmail’di belki -bu karakter ayrı bir yazının konusudur- ama delisi Aslan Emmi değildi. Biz ise, yalı mahallesinde Okçulu ve Kovanlı köylerini ayıran ‘Büyükağız’ deresinin denizle kucaklaştığı Dereköy sahilinde hayal kurmasını bilen çocuklardık. Kumsala uzayan bir avlu gibi geniş bahçenin içinde iki ayrı bina halinde ilk ve ortaokul yer alırdı ki bugün İlköğretim Okulu olarak faaliyettedir. Hemen yanında balıkçı barınakları, kayıklar, ağlar, balıkçılar… Okulun diğer yanında dere. Sonra evler, tarlalar ve yeşil bahçeler. Bir koy halinde sahile uzanan denizi, yay gibi takip eden Karayolunun üzerinde köprü. Yolun üst tarafında Kovanlı Cami ve köprüden sonra dönemecin bitiminde Dereköy Cami. Yine evler ve biraz ilerde Aslan Emminin mekânı: asarcık. (Yalı, Asarcık gibi mekân isimlerine Karadeniz sahilinde sık rastlanır.)

        Ve… Aslan Emmi yıllar önce vefat etti. Ortaokuldan sonra okuma maceramız bizi gurbete salınca Aslan Emmiyi de ancak tatillerde görür olmuştuk. Bir kış gününde ikamet ettiği köhne barınak kar ağırlığına dayanamayarak Aslan Emminin ihtişamlı yalnızlığının üzerine çökünce, oradan başka bir barınağa geçmişti. Yani; taşınma derdi yoktu. Aslan emmi artık yok; Hace İsmail de. Ama içimizde taşıdığımız bir çocukluk hep var. Bir de Aslan Emmininkine benzemese de, söze ve sükûta bürünen bir yalnızlık. Bu yalnızlığı bize unutturan ise başta ailemiz, dostlarımız ve hafızamızdır. 

       İsa YAR

*Yakamoz dergisi / 3. sayı / 2007 

*Bu yazı yayınlandıktan sonraları, Köyde görüştüğüm dereköy yalı cami imamı, Aslan Emmi ile ilgili şeyler anlattı… Mesela, tenha zamanlarda tek cematinin   Aslan Emmi olduğunu, caminin kitaplık bölümünde kitap okuduklarını, büyüklerin hayatına gıbta ettiğini ve ağladığını… İmam efendi henüz bekar iken, bekar evinde Aslan Emmi ile çay içerek uzun sohbetler yaptıklarını ancak evlenince Aslan Emminin eve daha gelmediğini… Tuhaf adamdı vesselam

 

SEVSİNLER STATÜNÜ!


 

.
.
          Statü, hiyerarşi içinde lazım bir tanımlamadır ve sistemik yapıda bir gerçeklik olmakla beraber, çalışanlar başta olmak üzere toplum nezdinde abartılarak daima yüceltilmiştir. O kadar ki statü adeta ‘insanın’ önünde yer alır hale gelmiştir; insanın yani statüyü temsil edenin.               

          Makam ve mevki, aynı zamanda o makamı temsil edene nispetle anılmalı iken, günümüzde durum statü lehine anlam kazanmış ve böylece “temsil eden” sıfırlanarak adeta konuşan, hareket eden bir makam (statü) olmuştur. Makamı terk ile bir bakıma elbiselerinden soyunmuş gibi üryan bir kimlik haline gelebilmektedir makam sahibi. Bu sistemde yani statik/seküler yapıda insan bir unsurdur sadece ve insanî meziyeti ile değil, idarî performansıyla muteberdir. Öte yandan “statü” sadece kamu ile alakalı bir kavram değil, cemiyetin bütün şubelerinde, yapılanmalarında adı ne olursa olsun var olan ve muhakkak “unvan” sahibinin ve hatta unvana yakın olanların nefsanî pay aldıkları bir cazibe merkezidir. Herkes isterse kendisine bir statü bulabilir… İşaret etmek istediğim problem unvanın insanı aşmasıdır.

          Oysa büyük addedilen şahsiyetlerin hâl bilgisini okuduğumuzda bulunduğu vazifeler anlatılırken merkezde insanı görürüz ve temsil ettiği makamlar sadece işaret taşlarıdır. O makama, imkâna gelirken de ayrılırken de mezkûr şahsiyet kendisidir. Büyüklüğü artmaz ya da eksilmez. Çünkü esas olan insandır; dolayısı ile müktesebi, ilmi veya kesb-i kemal-i hüner eylediği meşgaledeki ehliyeti, dirayetidir sahih ölçü. Şu modern zamanlarda böyle insanların işi zordur. Kemalâtını sergileme gibi bir imkândan mahrum olabildiği gibi, statünün istediği de bu değildir zaten.

          Plastik medeniyet bu olsa gerek. Ruhu olmayan bir yapı ve bu yapının idamesi ise insanın varoluş hakikatinden uzak bir eda ile sergilediği performansa bağlı… Bu yapıdır insanı ve dolayısı ile cemiyeti sıhhatinden eden. Batı menşeli bu anlayışın topluma sunacağı nihayetinde daha büyük hastaneler ve hapishaneler; tüketim pazarında huzur aramaya devam edecek tatminsiz bireylerdir. Statik anlayışın tahakkümü ve müdahalesiyle asli fonksiyonu zaafa uğramış aile yapısı gelenekten kopmanın ötesine de geçip, anlamını neredeyse büsbütün yitirecek ve böylece insanlık kendi sonunu bir sosyal bunalım eşiğinde yaşayarak tamamlayacaktır… 

          Görünürde böyle olsa da, toplumun hafızası diyebileceğimiz derin idrakte yine de belki şuuraltı ya da irfan tesmiye edebileceğimiz kirletilmemiş, bozulmamış bir hakikat algısı hep vardır. Toplumda bu şuuraltını şuura yükseltenlerin sayısını bilemiyoruz ve fakat S. Ahmet Arvasi’nin “ideal insan” diye tanımladığı irfan sahiplerinin sayıca az olduğunu da biliyoruz. Türk toplumunun sosyolojik yapısı dikkatle incelenirse hemen her ferdinde ortak bir idrak olduğunu görürüz. Bu idrakin ister farkında olunsun ister olunmasın, çoğu kez toplumun refleks cevaplarında tezahür ettiği görülür. Gerek toplum ve gerek ise “birey” ret ve kabullerinde tanımlayamadığı bu şuurdan hareket eder. İster fevrî ister düşünülmüş olsun her tavır ve fiil onu besleyen, tetikleyen bir arka plana dayanır. Bu ise şahsın/toplumun kendisini, öznesini oluşturan müktesebatıdır. Bir şekilde imkâna kavuşmuş olanların, statüyü temsil edenlerin, insanî bir hal karşısında ya da zor durumda kaldıklarında gösterdikleri doğal tepki toplumun herhangi bir ferdinden farksızdır.

          Nasıl ki heykel siluetin/suretin taşta donmasıdır; statü de kendisini temsil edeni bir şekilde kendisine bağlar, kelepçeler. Bu bağ ne zaman çözülür; müşkül mesele! Belki daha çok hakikatin bir anda idraki ya da insanî tarafın tetiklenmesiyle… Mesela tarlasında çalışan, ilkokul diploması bile olmayan, ama hayatı belki bir irfan penceresinden seyreden bir anne-baba ile ailenin akademik eğitim almış, statü sahibi olmuş, şehirde yaşayan evladı herhangi bir beşerî hal karşısında aynı doğal tepkiyi verir. Bir türküde hüzünlenmek gibi… Farkında olsun ya da olmasınlar geleneğe yaslanan bir ahlak anlayışına sahiptirler. İşte bu benzerlik/aynilik gösteriyor ki insanımızın özünde saklı kalan ve fevri olarak açığa çıkan hissiyat, hassasiyet, hak bilirlik vasfı, dayandığı esasların ihyasıyla toplumu kuşatabilir;  yine ve yeniden ideal insanın tesir ettiği “ideal toplum” oluşabilir. Ben bu ümidi muhafaza ediyorum. Bununla birlikte bu dirilişin kolay olmayacağının da farkındayım. Yıkmak kolay, inşa zordur. Bir insanın inşası ve daha da önemlisi kişinin kendisini düzeltmesi kolay olmasa gerek.

          Statü ruhun prangasıdır vesselam. 

          İsa YAR

AĞZIYLA BALIK TUTAN ADAM


Yazılarımı okuyanlar pekâlâ bilirler ve zannederler ki kalemimizi güya insana, hayata ve memleket meselelerine hasretmiş ve dahi iç dünyamızda biriken ne varsa kelimelere yüklemeye çalışmışızdır…  Fark ettim ki, insan da, hayat ve hayatî memleket meseleleri de kendi gerçekliği ile orta yerde durmakta. Zaman akmakta ve biz tökezleyerek olsa da yolculuğumuza devam etmekteyiz.  

Akla ziyan düşüncelerin, iç oluş sancılarının uzağında durmayı şiar edinmiş kalabalıklara karışmak ve orada biraz olsun gaflet etmek ihtiyacı ile çare ararken, fırsat ayağımıza geldi. ‘balığa gitmek’ daveti aldık! İşin içinde ‘gitmek’ vardı ve biz hep istasyonlarda kalıp, gelip geçen trenlere el sallamış olmanın usancıyla balığa da olsa ‘gitmenin’ ardına takıldık…

Vakit ikindi sonrasına devrilirken, ‘Küllük’ mekânından Harun Beyin arabasına doluşup şehrin cenubuna doğru hareketlendik.  ‘balık istifi’ doluştuğumuz vasıtamız gün akşama yaslanırken İn-Kur kasabasını biraz geçince, yeşillikler arasında asude dinlenen köye vasıl oldu. Hoş-beş derken baktık iki ‘pat pat’  motoru,  av levazımatı, pişirme edevatı ve dahi lüzumu kadar âdem ile yeni bir sefer hazırlığı var. Mihmandarımız Okuyucuzade Uğur’un karıncayı incitmeyen ricası ile yeni vasıtalara doluştuk ve akabinde bir patırtı ile yokuş aşağı (dere canibine) yol almaya başladık. Kıtmir mi yoksa kelb mi desem bir hayvan-ı sadık bize refakat etmekte idi. 

Dereye vasıl olduğumuzda biz manzaranın güzelliğini temaşaya dalmışkenAlucralı Kara Murat av hazırlıklarına başlamıştı bile. Akşamı edanın ardından doğan ay mehtaplı bir gecenin müjdecisiydi muhakkak. ‘serpme’ tabir edilen ve ‘Vona’ diyarında ‘saçma’ adıyla bilinen, bir ucu sol omuza, bir tutamı sağ ele tutuşturulan ve bir iple bileğe bağlanan ağ ile üç kişi saçmalamaya başladı.  Derenin gölleştiği yerlerde takılan saçmayı kurtarmak için Harun’un suya dalışı görülmeye değerdi. Bu arada biz de çocukken yaptığımız gibi taş altından el ile balık yakalama becerimizi sergiledik tabi. Lakin bu mahareti küçümseyen Beytullah ve Ceyhan: 
“- O da bir şey mi? Biz ağzımızla balık tutarız” dedilerse de, dere kenarında yavru balık yakalayıp ellerinde taşıdıkları plastik seyyar akvaryumda yaşatma derdine düştüler; çocukluk işte.

Neyse efendim. Gecenin üçte birisini suya verdikten sonra balıkları temizleme ve tavaya derc’eyleme işi yine Uğur ile biraderine kaldı. Çalı-çırpı ile tutuşturulan yer ateşinde ısınırken, derenin sesi, dağların karaltılı heybeti, mehtabın şairaneliği hazîrûnu gevşetmeye yetmişti… Kimi yan gelip yatmış, kimi balık közleme sevdasına düşmüş (Ceyhan), kimi de soğan közlemişti (Beytullah). Çaylar içildi, balıklar yenildi, pat-pat sesleri ile dereye veda edildi.  Cümbüşün birkaç noksanı da yok değildi; mesela: Esad Muhlis Beğ, İslam Hoca, Yıldıran Hüseyin Beğ, Yahya beğ ve elbette Muallim Zeki Bey ve Muallim Ahmet Bey gibi… O geceden yâd’ımda kalan şudur ki, bizim insanımızın misafirperverliği bir muhabbet olarak hayatın içinde devam etmekteydi.

Gece yarılandığında evimize avdet edebildik… Şimdi ne zaman Ceyhan’ı görsem elinde plastik kap ile ne zaman balığa gideceğimizi soruyor; Beytullah ise her ihtimale karşı çantasında közlemeye hazır küçük bir soğan taşıyor…O rüyayı bir daha görmek için ‘gitmek’ lazım.

İsa YAR

CEMİYET AH…


 

 

Sevemedim!

Yazıya, tek kelimelik ucu açık bir cümle ve hele olumsuzu çağrıştıran mana ile girmek tercihim olmasa da, kasdın anlaşılmasına dikkat çekmek maksadıyla, söylenmek istenilenin (makasıd) dibaceye yansıması ya da şuuraltının şuura yükselişi olarak kabul edilmesini istirham ederim ey kâri. 

Niyetim kimsenin kafa konforunu bozmak, rahatını kaçırmak, malumatfuruş bir eda ile ukalalık etmek değildir. Belki de öyledir. Bu hususta kararına müdahalem mevzuubahis olamaz bile ve fakat şöhrete müptela kalemlerin tesirinden bir an sıyrılıp, yazımın sonuna kadar bîkarar kalmanı umabilirim. Olaki senin dahi düşündüğün fikriyatı ifade etmişimdir. Belagat sergilemeye ihtiyacım yok, ‘retorik söylem’ ise uzak iklimlerin lisanı. O halde şurada iki kelam ile meramımı ifade edeyim. Yazının daha eşiğinde bu kadar eğlenmem isimi/yazarı merkeze alan şartlı bakışa karşı dikkatinizi uyarma ihtiyacındandır. 

Evet, sevemedim demiştim.
Muhabbeti, aşkı, sevdayı, sevgiyi yeryüzüne gönderilişimizin anlamı olarak gören ve bu esası merkeze alan bir medeniyetin mensubu, kültürün iktisab edeni ve dahi hayatı alperen dervişçesine yaşamış ecdadın vârisi bir kalbi kırık olarak ‘sevemedim’ demek, beni tekzip etse de; ısrarla söyleyeceğim: ‘bazı şeyleri’ hala sevemedim. Nedir bu ‘bazı şeyler’? Yazımızın başlığına dikkatinizi çekerek ‘sevilmeyen’ özneyi ya da ‘şeyleri’ imadan çıkarıp alenileştirelim. 

Sosyal bir gerçek olan ve modern toplumun aslında ilkel/ilkesiz(!) eğlencesine meşru zemin oluşturan basitlikleri sevemedim. Düğünlere, festivallere, bu adla temsil edilen eğlencelere bakın! İnsanî, içtimaî/sosyal, manevî (itikadî ve amelî),ananevî anlamları olması gereken ‘evlenme’, sünnet, kültürel etkinlik(!) vs. taşıması gereken anlamın ne kadar uzağında. Ne aidiyet renkleri, ne de irfan… Zafiyet, yabancılaşma, kokuşma vs. İşte bu tezahürü, ekranlarda/meydanlarda herkesin gözünün önünde/gözümüze soka soka tekrar/ikrar etmeleri; (bigane kalıp, iç ahengimizin asudeliğine kaçsak da) en yakınımızdakileri ayartıp dikkatimizi/öfkemizi kendilerine çekmeyi başarmalarını fark etmenin farkındalığıyla ‘avare(avarel)leştirilmeyi’ sevemedim… Sıradanı, basiti, kabayı, kimliksizi, taklidi ‘kendisi’ olamamayı, yabancılaşmayı ve aşksız, kişiliksiz, ikiyüzlü/maskeli yakınlıkları sevemedim… Kendini, aslını ve iddiasını inkâr eden bir cemiyet fotoğrafını sevemedim. 

Son söz üstadın:
Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle… (NFK) 

Siz eğlenmenize bakın ve beni sükûnetimde çayım, kitabım ve kalemimle yalnız bırakın. 

İsa YAR 

*Bu yazı lügat okunması için kaleme alınmadı;  yine de siz yanınızda bir lügat bulundurun efendim.