Tuhaf adamdı.
Ellili yaşlarda, evsiz, barksız ve yalnız! Üzerinde eski bir palto, elinde katlanmış gazete ve bir tomar kâğıtla hızlı ama dalgın yürürdü. Onu bir tümsek ya da kütük üzerinde, etrafında toplanan her yaştan insana hitap ederken görürdük. Heyecanlı, coşkulu bir politikacı edasıyla konuşur, ancak alkış ve “yaşa, helal olsun sana” sesleri arasında anlattıklarını biz anlamazdık; çocuktuk. Galiba gündemi gazetelerden takip ediyor, iç ve dış meseleler hakkında kendince yorumlar yapıyordu.
Lakabı ‘deli aslan‘dı! Ama biz ona ‘aslan emmi‘ derdik. Köyümüzün en renkli simasıydı. Çocukluğumun iz düşümünde hala canlı bir fotoğraf gibi duran bu garip adam, yaz-kış demeden, balıkçı barınağında derme çatma tahta bir bölmede veya eski bir kayığın enkazında yatıp, kalkardı. Asarcık ismiyle bilinen küçük koyda, deniz manzaralı ve bol rüzgâr alan bu garip mekânında, iki taş arasında çalı-çırpı ile ateş yakar ve isli çaydanlıkta çayı eksik olmazdı. Bıyıksızdı, yüzü tıraşlıydı. Başında (Müteveffa şair Attila İlhan gibi) ‘kaptan şapkası’, etrafın farkında değilmişçesine, evet etrafın farkında olmadan başka bir dünyaya kaçarcasına yürürdü! Bazen türkü de söylerdi; ancak sesinde rindane lakaytlık, sanki umursamazlık fark edilirdi. Galiba, bu hali sırrını saklamak, dikkatlerden kaçırmak için örtü gibi kullanıyordu. Çocuk dikkatimden kaçmayan asıl husus ise şuydu: insanlar ona deli muamelesi yapmıyordu ve zaten deli de değildi. Adeta garip bir saygı da duyuyorlardı. Toplumla arasında ölçülü bir mesafe vardı; esasen bu mesafeyi koyan Aslan Emmi’nin kendisiydi. Sıra dışı bir adamdı. Bilge değildi ama bilge konuşuyordu. Derviş değildi ancak ‘tenha’ydı! Sessizdi, kendi sükûtunu hiç çıkarmadığı bir sırlı elbise gibi kuşanmıştı lakin konuşunca coşardı; sel gibi, çığ gibi, denizin kabarması gibi. Çalışmazdı fakat bazen onun geçici işler yaptığına da şahit olurduk: odun kırmak, ufak tefek kazma-kürek işleri gibi. Kimseden para almazdı; bu işleri ise yevmiye karşılığı yapar, parasıyla da ekmek, çay, şeker, gazete, kâğıt, kalem ve cıgara alırdı. Tuhaf adamdı Aslan Emmi!
Hikâyesini Babama sormuştum.
-“Deli adam: evlendi, eşini evden kovdu, yuvasını dağıttı” demişti. O kadar. Onunki tercih edilmiş bir yalnızlıktı. Bu tercihinde asıl sebep neydi, bilmiyorum ama dünyevi olamamıştı. Daha sonraları ‘kitabî bilgi ve sosyolojik malumatımız’ çoğalınca, Aslan Emmi’yi bir tip ve karakter olarak tanımlamaya çalıştım. Roman karakterleriyle benzeşen yanları vardı ama gördüm ki, herkes kendi hikâyesini yaşıyor. Ne Cengiz Dağcı’nın ‘yurdunu kaybeden adam’ına benziyor, ne de Ernest Hemingway’ın ‘ihtiyar balıkçısına’. Şehir ve köy romanlarının karakterlerine de uymuyor; ne Dostoyevski tanır, ne de Tanpınar. Peyami Safa’nın salon tiplerinde esamisi geçmez. Ne Robenson, ne Cuma. Donkişot hiç değil; bir savaşı yok; Pançosu da.
Delikanlılık çağımda, daha lise öğrencisiyken kitap, dergi, yazı, şiir, kâğıt, kalem elimden eksik olmazdı. Bu taşınabilen ‘yükle’ sahilde, evde, bahçede, hemen her yerde görünür olduğumdan; bir gün annem (kim bilir hangi endişeden dolayı):
-“Oğlum” demişti; “-Sen de diğer arkadaşların gibi gezip eğlensene, Aslan Emmi gibi okuyup, yazıp düşünüyorsun!” Aslan Emmi’de tezahür eden yalnızlık, ona benzeme ihtimali bile Annemi ürkütüyordu.
Aslan Emmi hakkında duyduğum tecessüs üzerine sonraları çok düşündüm. Benzeyen yanımız, sadece soyadımızdı. Zamanla fark ettiğim şu oldu: O, insanlardan kaçıp bir dağ başına çekilmemişti. Bilakis, toplumun içinde kendisini tecrit etmişti. Balıkçıların, sabahın erken saatinden akşama kadar sahili dolduran seslerine sırtını döner, köşesinde bir şeylerle meşgul olurdu. Akşam olup ta, balıkçılar seslerini toplayıp evlerine çekilince, sahilde gecenin karanlığı, denizin sesi, rüzgârın ıslığı ve Aslan Emmi’nin yalnızlığı kalırdı… Benzeyen yanımız belki bu yalnızlıktı. Onda yalnızlık müşahhas iken bizde mücerretti. Ve… Bunun da farkındaydık.
…
Köyün velisi Hace İsmail’di belki -bu karakter ayrı bir yazının konusudur- ama delisi Aslan Emmi değildi. Biz ise, yalı mahallesinde Okçulu ve Kovanlı köylerini ayıran ‘Büyükağız’ deresinin denizle kucaklaştığı Dereköy sahilinde hayal kurmasını bilen çocuklardık. Kumsala uzayan bir avlu gibi geniş bahçenin içinde iki ayrı bina halinde ilk ve ortaokul yer alırdı ki bugün İlköğretim Okulu olarak faaliyettedir. Hemen yanında balıkçı barınakları, kayıklar, ağlar, balıkçılar… Okulun diğer yanında dere. Sonra evler, tarlalar ve yeşil bahçeler. Bir koy halinde sahile uzanan denizi, yay gibi takip eden Karayolunun üzerinde köprü. Yolun üst tarafında Kovanlı Cami ve köprüden sonra dönemecin bitiminde Dereköy Cami. Yine evler ve biraz ilerde Aslan Emminin mekânı: asarcık. (Yalı, Asarcık gibi mekân isimlerine Karadeniz sahilinde sık rastlanır.)
Ve… Aslan Emmi yıllar önce vefat etti. Ortaokuldan sonra okuma maceramız bizi gurbete salınca Aslan Emmiyi de ancak tatillerde görür olmuştuk. Bir kış gününde ikamet ettiği köhne barınak kar ağırlığına dayanamayarak Aslan Emminin ihtişamlı yalnızlığının üzerine çökünce, oradan başka bir barınağa geçmişti. Yani; taşınma derdi yoktu. Aslan emmi artık yok; Hace İsmail de. Ama içimizde taşıdığımız bir çocukluk hep var. Bir de Aslan Emmininkine benzemese de, söze ve sükûta bürünen bir yalnızlık. Bu yalnızlığı bize unutturan ise başta ailemiz, dostlarımız ve hafızamızdır.
İsa YAR
*Yakamoz dergisi / 3. sayı / 2007
*Bu yazı yayınlandıktan sonraları, Köyde görüştüğüm dereköy yalı cami imamı, Aslan Emmi ile ilgili şeyler anlattı… Mesela, tenha zamanlarda tek cematinin Aslan Emmi olduğunu, caminin kitaplık bölümünde kitap okuduklarını, büyüklerin hayatına gıbta ettiğini ve ağladığını… İmam efendi henüz bekar iken, bekar evinde Aslan Emmi ile çay içerek uzun sohbetler yaptıklarını ancak evlenince Aslan Emminin eve daha gelmediğini… Tuhaf adamdı vesselam