AYTMATOV’A DAİR…


 “Ruslar, babamı gözümün önünde öldürdüler. Ya duvarlarla konuşacaktım veya kâğıtlarla” Cengiz Aytmatov

          

 

          

 

             O kâğıtları seçti.

            Doksanüç yılının başlarıydı. Kıştı, soğuktu. Bir de denizden esen sert rüzgâr. Mutadım üzere yeni gelen dergileri sormak için girdiğim kitapçı dükkânında raflara göz atarken, bir kitap dikkatimi çekmişti. “Gülsarı”, yazarı Cengiz Aytmatov. Adını bir şekilde duymuş gibiydim, bir aşinalık vardı sanki ama yine de tanımıyordum. Tanımadığım eser ve isimlere temkinli yaklaşırım. Kısa bir incelemeden sonra kitabı aldım; çünkü bu karar anı önemlidir ve ben göz göze geldiğim her eseri kitap dünyama davet etmem.

Kitapçıdan birkaç dergi ve  “Gülsarı” ile çıkmıştım. Dedim ya, kıştı, soğuktu ve üstelik Karadeniz’den sert bir rüzgâr esiyordu.  Bu mevsim, kitap okumak için çok müsait bir iklimi de kuşanmıştır. Muhayyile aradığı uygun zamanı daha çok bu mevsimde bulur. Hele kırlara açılan ya da denize bakan bir pencerenin günışığını buyur ettiği bir odanız varsa… Kitap alıp götürdü beni.  ‘Çevirmenin’ bazı kelimeleri dimağımda red duvarına toslasa da, anlatım ve anlam o kadar güçlüydü ki nihayet kelimelerin manayı taşıyan bir vasıta olmaktan ibaret olduğunu görüyor ve takılıp kalmıyordunuz. Bozkırlar, dağlar, kış, kolhoz, Tanabay, insanlar…

İki yıl sonra yaz mevsiminde gittiğim Kastamonu’da Nasrullah Cami yanında kitapçıdan, Aytmatov kitapları soruyor; “Gün Olur Asra Bedel” ve “Kızıl Elma…” ile çıkıyorum dışarı. Refik Özdek çevirisi (ötüken) ile Türkçenin dil zevkini de tadarak hemen başlıyorum okumaya. “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gelir gider… gelir giderdi”…Sarı-Özek tren istasyonu…  Nayman Ana, mankurt…  ıssık göl…  Sonra başka eserleri; “Dişi kurdun rüyaları, Cemile, Sultan Murat, Beyaz Gemi, Toprak Ana, Yıldırım sesli manasçı, Deve gözü, Yüzyüze, Deniz kıyısında koşan ala köpek”. Edebiyatın roman şubesinde zirve olması, üslûbu, meselesi, doğduğu toprağa bağlılığı ve en çok kendisi olması… Aytmatov’u sevmiştim. Bizdendi. Yabancılaşan aydın portresi yoktu; bilakis mankurtlaşmaya karşıydı… Yakın zamanlarda “Afrikalı Leo” “Doğunun Limanları” romanlarını okuduğum Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” adlı deneme kitabına bu noktada temas etmeden geçemeyeceğim. Maalouf, malum çok bilinen güçlü bir kalem. Ölümcül kimlikler kitabını, kalemini ve muhakemesini takdir ederek okudum. Ancak, yazarın kendi hikâyesini de dikkate aldığımızda kimlik üzerine söyledikleri tutarlı olsa da, aidiyet zafiyetiyle malûl bir tarafı/temeli olduğu muhakkak. Maalouf, birden çok kimlik/kimliği olduğunu, yerine göre birinin öne çıktığını ama hiçbirinin kendisi olmadığını, belki hepsi olduğunu ifade ediyor. Kimliksizliği bile kimlik yerine koyuyor. Bu onun için anlaşılır bir şey; anlamak ve hak vermek için hikâyesine bakmak yeterli. Aytmatov’da ise kimlik bunalımı ya da kimlik arayışı yok. O kendisi. Hikâyesi bir milletin hikâyesi ve bu coğrafyanın… Öte yandan insan gerçeği ve toplum sosyolojisi bakımından yeryüzüne hitap ediyor. Kökleri sağlam ve dalları gövdesiyle uyumlu! Aytmatov, Törekul’un oğlu… Babasını öldürenlerin diliyle yazsa da (bu bir imkândı) atasını/kendisini yazdı. Sözü yahşi idi; çünkü hep bağlı kaldığı özü de yahşi idi. Kendi diliyle yazan ve fakat mankurtlaşıp özüne yabancılaşanların ne kendi evi oldu ne de başka aidiyeti.   Ölümcül bir kimliği bile…

Cengiz ismini kardeşimde sevmiştim. Bir de Kırgız Türkü Aytmatov’da ve Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı’da… Birinden bahsederken diğeri de yâdıma geliyor muhakkak. Aynı coğrafyanın benzer şartlarının içinde yaşamışlar, yaşadıklarını romanlaştırmışlar. Dağcı’nın hikâyesi de bir milletin hikâyesi “O topraklar bizimdi, Onlar da insandı, Yurdunu Kaybeden Adam, Ölüm ve korku günleri…” Kırım, Bahçesaray, akmescid, kalamara, Rus, Alman, savaş, sürgün…  Aytmatov ise benzer bir hikâyeyi zamana ve mekâna yayarak anlatıyordu. İkisi de büyüktü.

Davet edildiğim ve çok arzu ettiğim halde gidemediğim “Hazar şiir akşamları”nın, sonuncusuna katılmıştı. Bizim külliye dergisi 34. sayısını ona ayırmış ve pek çok yazar, büyük eserler kaleme alan Aytmatov’u kaleme almıştı. En son “Dağlar devrildiğinde” romanını okudum. Son zamanlarda ‘Nobel’e aday gösterilme çalışmaları yapıldığını duyuyorduk. O, Nobeli aşmış bir isimdi ve hem Nobele ihtiyacı yoktu hem de Nobeli ona vermezlerdi. Süslü salonların değil, hürriyet kokulu rüzgârların ‘türkü’ söylediği kırların hikâyesini yazan bu dev adamın, Elazığ sokaklarında etrafını çeviren çocukların başını okşarken gördüğüm fotoğrafı çok şeyi anlatmaya yeter. O, mankurtların aksine, köklerine bağlı ama dalları yarına uzanan bir çınardı. Cengiz Aytmatov (Aytmatoğlu) öz kültürüne yaslanarak, ondan beslenerek ve besleyerek  cihanşümul olmanın adıdır.

O, kâğıtları yani yazmayı seçmişti. Yaşarken yazdı, yazdığı için yaşayacak…

Ruhu şad olsun.
İsa YAR
*Berceste dergisi / Haziran 2008

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir