Ben Giderim Yol Kalır


.
.
                     Bekir Dervişoğlu’na 

“kaptanınız hayırlı yolculuklar…
              İçecek ne alırsınız beyim,
                      Müzik isterseniz kulaklık…” 

Desem anlar mı?
Ben bir yalnızlık alsam…
Yaslanıp yolculuğa
Elimde sancılı bir kitap, konuşurken içimle…
İstemez, kulaksız duyuyorum
Sen bilmezsin içimi, iç/imi sen bilmezsin
Konuşuruz istersen molada çay içimi
Siz, nerede isterseniz
Ben, içimde duracağım… 

Hiçbir yere varmadan içime varacağım
Bir şairi taşır bir yol, bir şehri her otobüs
Taşıyamayacağınız bir yük şair…
Bu koltuk nereye gider
Bu koltuk ne kadar yaslanır maziye
Bagaj fişiniz!
Gözlerimi nereye koyacağım
Sözlerimi… 

Desem anlar mı?
Ben bir yalnızlık alsam…

Uykulu bedenler boşalır kentin kalbine
Gelen gelir, giden gider
Yol kalır…
Kalan yoktur, yolculuktur
Beni bir yalnızlık alır
Kuşatır şehri bir şair suskunluğu… 

Uzak diyarda bir derviş sararmış benziyle
Gülümser muhayyel lakin buruk
Bir hatırada sohbet demleyen ses
Nefes…
Dervişim nerdesin?
Boğacak bu kent beni/seni
Taşıyamıyor şehirler gitmek için geleni
Masivaya bulanmış maverasız kör akış
Bir köşe, bir mescid, yakarış… 

İsa YAR 

* Berceste dergisi / Ekim 2009

KÖŞE YAZARI


.
         

 

          Doğrusunu isterseniz dostlar, bir çay ocağının tenhasında bir köşede ve kendi halimde okur ve dahi yazar iken, kim ittiyse kendimi bu köşede buldum. Bulur bulmaz da “durun kalabalıklar” ser-levhasıyla seslendim.  Çünkü ikamet ettiğim uzletsiz yalnızlıkta beni meşgul eden düşünceden henüz sıyrılmadan kalabalığa itilmiştim ki o ilkyazı böyle bir ruh halinden kalan tortuydu. Ne ise… 
          Madem bu köşedeyiz, buraya münasip kelam edelim. Önce şu “köşe yazarı” nedir, kime derler ve niçin köşede yazarlar? Dertleri nedir ki başka işleri yokmuş gibi cümle âleme akıl verirler? “köşe yazarı” bir gazetenin, yazısı merakla beklenen yazarı mıdır yoksa haber ve reklâm arasında dolgu malzemesi midir?
         
Evvela bir okur sonra yazar olan bu kalemin sahibi, birikimini sahih okumalara borçludur. Bu sebeple kaleme ve kelama hürmetim vardır. Elbette istifade ettiğimiz yazarlar hep oldu; lakin köşe yazarı hiç olmadı!
         
Bildiğimiz muharrir,  kelimeleri olan, sözünü/meramını dilin imkânlarını en doğru şekilde kullanarak edebî üslup ile ifade eden/edebilen kimsedir. Zengin çağrışımlarla anlamı kuran bir kelime ve fikir işçisi; bir söz sihirbazı… Muharrir yani yazar, mevkiini öyle bir hak edişe borçludur ki kütüphane ya da kitaplıklarımız bizim değil onların adını taşıyan eserlere mekânlık eder. O aynı zamanda bir müelliftir. Böyle hakiki yazarların daha hakiki okurları vardır. Yazar okurunu, okur da yazarını belirler.  Şurası muhakkak ki gazetenin, ayrıcalıklı bir yere sahip dergilerden farkı vardır; ancak gazete yazıları dahi ya makale, fıkra, sohbet ya da denemedir.  Söylemek istediğim: yani köşe yazısı yoktur; o köşede yayınlanmış edebî türden bir yazı vardır/olmalıdır. Dolayısı ile ‘köşe yazarı’ da yoktur; yazarın köşesi vardır.
         
Bilineni tekrar olsa da belirtelim: herhangi bir konuda iddialı, ispata yönelik, kesin hükümlü gazete ve dergi yazılarına makale; kesin yargıda bulunmayan, derinliğe kaçmayan yazılara Fıkra; okuyucuda yazarla sohbet ediyormuş etkisi bırakan yazılara sohbet denildiğini biliyoruz.  Deneme ise karakter bakımından bir fikir yazısı olmakla beraber yazarın konu seçiminde, anlatım ve üslûpta tamamen serbest olduğu yazıdır.
         
Okuduğunuz “köşe yazılarına” bir de bu gözle bakın. Size bir şey söylemeyen, söyleyemeyen, bırakın manasını daha “cümle” olamayan, isim ve resim altı ‘sözcük’ kalabalığını  “köşe yazısı” diye okumayın! Köşenin adı “Şâirâne” olsa da geçin efendim; bulmaca, mesela ‘sudoku’ çözün…
          …
          Bir gün şehrin meydanında bir köşede oturan eli ayağı düzgün bir adam görmüşler. Önünde yere serili gazete ve gazetenin üzerinde üç-beş bozuk para, bir kâğıt, bir de kalem varmış. Birisi adama yaklaşarak sitemle: “Utanmıyor musun dilenmeye? Sapasağlam adamsın; gidip çalışsana!” demiş. Adam başını kaldırıp, karşısındakine küçümseyerek bakmış ve sonra: -“Siz şu köşedeki marketin sahibi olmalısınız. Hani gazetelerde reklâmı olan… Ben de şu yere serili gazetenin köşe yazarıyım. Sana bu sözleri söyleten bozuk paralara gelince; cebimden çıkan bütün param bu. Al! Şu boyacı çocuğa bir çikolata ver; üstü kalsın” demiş.
 
        
Arkasında bir köşe bırakıp uzaklaşmış…

         İsa YAR

 Haber Takip Gazetesi/12.05.2008

O SEN MİYDİN?


.           

            Zaman içinde yolculuk… Hayat biraz da bu değil mi?             

           Yaşamak/yaş almak, doğumdan itibaren her insan için geçerli bir sürgit, kesintisiz, fasılasız bir yolculuk. Şüphesiz, bu yolculuğun merhaleleri var. Her merhale, beraberinde bir farkındalığa bizi ulaştırıyor ve idrakimiz derinleşiyorsa, yol haritamız ne olursa olsun yaşıyoruz yani yolun farkındayız demektir. Sıradan idrak sahipleri için, ‘geçilen yaş’, edinilen malumat ve kesp veya lütuf edilen dünyevî imkânlar tanımlar insanları. Sıradan yani sığ ve zahmetsiz düşünenler; kendisinden fikrî tekâmül beklenip de işin kolayına kaçanlar; herkes değil yani…  Önemli olan ise herkesin tanımlaması değil, insanın kendisini tanıması ve tanımlamasıdır. İnsanın yani varlığının bilincinde olanın…            

           ‘Yolda olmak’ dedik, yaşamanın tanımı mahiyetinde yola ve yolculuğa işaret ettik. Yolculuk özünde ayrılığı, nihayetinde vuslatı icap ettirir. ‘Yolculuk bilinci’ şuurda yer alınca ‘yaşamak’ sadece ve ancak o zaman anlamlı olur. Takvimlerde tükettiğimiz yıllar, okuduğumuz kitaplar, bulunduğumuz sosyal statüler/imkânlar, gülüp ağlamalarımız, yazıp söylemelerimiz ilh. böyle bir şuurdan yoksun isek, bize vaat edilen ya da istenilen hayatın uzağında ve sıradanlığın tuzağında olsa olsa sıradan bir ‘yaşam’ olabilir bizimki; asla kemaliyle bir hayat olamaz. Yalnızlığı göze alamayanların ise kâmil bir hayatın doyurucu derin idrakine ulaşmaları kolay görünmüyor. Nedir bu yalnızlık? Batılı insanın sosyal yalnızlığı değil kastedilen, bir iç yolculuk işaret ettiğim. Tenha olmayı gerektiren ve hâl olarak insanı kuşatan, kuşattığı insanı bütün ‘kalabalığından’ ayıran ahenkli bir içte çoğalışın akabinde bütünleyen yalnızlık, yekparelik…           
          …
         
Çocukluğumuzdan itibaren çekilmiş resimlerimize baktığımızda neler hissederiz! Biliriz ki o resimlerde o an’ımızı tespit eden fotoğraftaki suret bizimdir. Yani o resim bizimdir ve fakat artık biz o değilizdir!  O resim bizim o an’ımızı ve öncesini ihtiva eder; sonrası o resimde yoktur. En son resmimiz ise bütün geçmişimizi temsil eder ve fakat onu sadece biz görürüz, biliriz; gayrı bilmez. O sebepledir ki gayrı (bu çocuğumuz da olabilir) “şu resimdeki kim” diye sorar da biz “benim” derken bile sanki çok önce ayrıldığımız bir yakınımızdan bahseder gibiyizdir.  Hayatı idrak zamanla bizi, sureti aşan bir merhaleye taşır. Kendimizi ve dışımızdakini suret olarak değil; bizde yer eden şahsiyeti ile görürüz. Her yaşta insanın, fotoğraf stüdyosunda çekilen vesikalık resmini ilk eline aldığında sanki kendisine çok benzeyen bir başkasına bakıyor gibi olması bundandır. Çünkü noksandır resim ve ruhumuz bedenimizde olsa da resmimizde yoktur; belki halet-i ruhîmizden bir emare taşır, o kadar.  Bu da gösteriyor ki insan (kendi fotoğrafında bile) suretin dışında, ötesinde ve fevkindedir. Şimdi, hepimiz herhangi bir resmimizi elimize alıp, kendimize soralım: “O sen miydin?”.  Sonra bir aynanın karşısına geçip aynaya/aynadakine soralım:

“ben kimim?”… 
İsa YAR