Şiir Öldü mü?


           

          
           ‘Günümüzde şair kalmadı, şiir yok’ iddiası ve bu iddianın akabinde devam eden tartışmalara dair kalem erbabından tenkit, yorum, istihza, öfke, savunma mahiyetinde yazılara, gerek edebiyat dergilerinde gerekse gazetelerin kültür-sanat sayfalarında sık rastlıyoruz.

Şiir/şair yok demek, ‘insan kalmadı’ demekle eş anlamlı. Oysa şair de var, şiir de. Sıkıntı burada değil; şairin kimliği/kimliksizliği, şiirin ne kadar şiir olduğu tartışılmalıydı. Peki, niçin böyle bir tartışmanın içindeyiz? Bu sorunun cevabını verebilmek için, ‘batılılaşmanın’ hikâyesini tekrar okumalıyız. Ayrıca bu uzun bir hikâyedir; yaşanmıştır, yaşanmaya devam etmektedir. Tesiri ise, nesilleri kuşatarak sürmekle birlikte, kesin bir neticeye bağlanmamıştır. 

Muhteşem bir medeniyetin bânîsi, taşıyıcısı olan bu büyük milletin, son iki asırda yaşadıklarının sonucu, bütün sahalarda olduğu gibi söz sanatında/şiirde yükseldiği zirveden sonra ‘zorunlu makas değişikliği’ tabir/tesmiye edebileceğimiz ‘Batılılaşma macerası’ birçok kırılmayı beraberinde getirdi… Yabancılaşma , -kimine malum, kimine meçhul sâiklerle- ‘iddiasından’ vazgeçme, hafıza kaybı/ mankurtlaşma, köksüzleşme bu zorlamanın tabi sonucu… Şiir, gelenekten tamamen kopmadan ve fakat –yatağına kırgın da aksa– batı tesiriyle mülemma varlığını sürdürüyor.

            Şiir havzasında daralma, ses kaybı, manasızlık, varlık sebebiyle irtibatsızlık ve neticede: kimliksiz, öksüz ve köksüz bir yapılanmadan bahsetmeliyiz. Şair, yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceğine göre, toplumu değiştiren /dönüştürenlerin de hedeflemediği ve artık, belki kontrol da edemediği ‘iddiasızlık’ çukurunda zirve (has)  şiir beklemek abestir. Kelimenin lügatten kovulduğu bir lisanla, şiir yazacaksınız! Tablo budur. Bu sebepledir ki, şuursuz/şuuraltı sayıklamalar şiir sanılmakta, anlatamayan ve anlaşılamayan (manasız) ifadelerde hikmet aranmaktadır. Edebiyat havzasında saf şiir yerini koruduğu gibi, kendine yabancı/yalancı, ruhsuz, nihilist, bunalımlı ancak hafakansız, ben merkezli seslerin çoğalması normaldir. Bunca tasfiyeden sonra…

            Şair buradadır, içimizdedir ve şiirini terennüm etmektedir. Seviye diyorsanız! Şairin yaşadığı toplumun hayat damarlarını, dilini, kimliğini ve değerlerini tahripten kurtarıp, yeniden ihyâ ve inşâ edeceksiniz. Başka yolu yok.

İsa YAR

*Berceste Dergisi

ÖZLEM YAĞMURLARI


-Bir Na’t Antolojisi-

Kayseri’de yayınlanan Berceste dergisi 2005 yılında Türkiye çapında bir na’t yarışması açtı. Sonra da bu yarışmaya gelen şiirlerden bir seçki yayınladı; Özlem Yağmurları/Na’t Antolojisi. Elbet takdir edersiniz ki yarışmaya gönderilen her şiir bu kitapta yer almamıştır. Dereceye girenler, mansiyona layık görülenler ve yayınlanmaya değer bulunanlar kitaba konulmuş. Kısa biyografili, fotoğraflı, 160 sayfalık kitapta 76 şiir var.

Özlem Yağmurları’nın editörlüğünü, Berceste’nin genel yayın yönetmeni Ümit Fehmi Sorgunlu yapmış. Kapak tasarımı İbrahim Şahin’den, sayfa düzeni Ebubekir Şahin’den. Kitabı yayına hazırlayan ise Vedat Ali Tok.
Kitap, Sorgunlu’nun Sunuş yazısıyla başlıyor. Sonra Tok’un Na’t Edebiyatımız başlığı altında okuyucuyu bu alanda bilgilendiren bir yazısını okuyoruz. Şu satırlar Vedat Ali Tok’un bu yazısından:
“Câhiliye döneminden sonra Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir güzellik ve değer kazanmıştır. Bu, biraz da Hz. Muhammed (sav)’in şâirlere gösterdiği hoşgörü neticesinde olmuştur. Bu yüzden Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında peygamberimizi övücü şiirler –na’tler– yazılmıştır, yayılmıştır. Övme, medhetme anlamında olan na’t (naat) kelimesi edebiyatımızda daha çok Hz. Muhammed (s.a.v.) için yazılan, ,Onun doğumu, vasıfları, peygamberliği, mûcizeleri, mirâcı, hicreti ile ilgili şiirlerin genel ismi olmuştur.”
Yarışma birincisi ve kitabın birinci şiiri Rıfat Araz’ın “Na’t”ı. Araz’ın şiirlerini, şiir dünyasını biliriz. Hemen bütün şiirleri bir na’t veya münacât mahiyetindedir. Yıllar önce kaleme aldığımız Sonsuzluğa Adanan Ömür kitabıyla ilgili yazımızda bu hususu etraflıca işlemiştik.
Bu bakımdan sevgili Rıfat Araz’ın böyle bir yarışmadan birinci çıkması onun tabiî hakkıdır, demek geçiyor içimizden. Şiirinde, “Pervaneyim çevrende, çözülmez sır gibiyim” demesi sadece kafiye uysun diye, şiir olsun diye değildir. Samimidir Araz;
Yâ Hatemü’l Enbiyâ, iki cihân serdârı;
Her sesin, her sözünde varlığın esrârı var!..
Ey âlemin ışığı, secdenin son baharı;
Tuttuğum gül dalında, güllerin ebrârı var!..
Yarışmanın ve antolojinin ikinci şiiri Nezir Elmas’a ait. Doğrusu, bizim ölçülerimize göre Elmas’ın şiiri hiç de öyle başarılı değildir. Kimileri tek mısradan (müfred) ibaret 13 bölümden oluşmakta Nezir Elmas’ın “Naat” başlıklı, “Gecikmiş Dirilmeler” alt başlıklı şiiri. Ve şu üçlemeyle başlıyor;
İma’nın ve imanın gevşek kaldığı bir çağda
Her sabaha köpüklü kelimelerle uyandım
Uyandım sığmadı koltuklarıma dünya
Naat’in 6. bölümü bir dörtlük;
Ya Resul sen bölerken bölünmez sanılanı
Antika zamanlardan kekre bir tat gelir
Gelir ve kalbime dokunur tanımlanamaz bir şey
Değil bir şey gibi bir şey… bir şey ki ah
Özlem Yağmurları’nın üçüncü şiiri, yarışmanın da üçüncüsü İbrahim Sağır’ın; “Naat-ı Peygamberî”si. Üç dörtlük, beş üçlükten sonra beyitlerle akıp gidiyor Naat-ı Peygamberî. Peygamberimizin doğumundan önceki Mekke tasviri ile başlayan şiir, iki cihan serverinin doğumu, inkılâpları, mucizeleri ile son buluyor;
Teşrifine hazır Hacer-ül Esvet,
Kâbe’nin her yanı kir, Resulallah.
Meydanlar, mekanlar serâpâ kasvet,
Vicdanlar sevgiye kör, Resulallah.
İbrahim Sağır, şiirinin sonunu şöyle bağlıyor;
Sunup havz u kevserden kefil ol cennetlere,
Sevgili ümmetini eyle şâdân Efendim.

Bende-i hakirine lûtfeyle şefaâtin,
Sensin mahşer gününde şefaâtkân Efendim.
Berceste dergisinin o yıl açtığı na’t yarışmasında mansiyona layık görülen şairlere gelince; Selami Yıldırım, Emre Şimşek ve İsa Yar.
Selami Yıldırım’ın “Ey Sevgili Efendim” şiirinde biz öyle kayda değer bir başarı bulmadık. Fakat yine de seçici kurulun değerlendirmesine saygımız var. Beş kısımdan oluşan Yıldırım’ın şiirinin ikinci kısmı şöyle;
Adın ki damağımda
Ana sütü tadında
Muhammed’den Mehmed’e
Türkçemin kanadında
Sınırları aşarak
Çınlatır gök kubbeyi:
Lâ ilahe illallah
Muhammedun resulullah
Emre Şimşek’in ikinci mansiyonu alan “Dilenci” şiiri şu üç mısrayla başlıyor;
fikirler olsun…
her kapı aralığı Allah versin/di bugün
gözlerim kilitlerden sana taştı sultanım
Şu üç mısrayla da bitiyor;
içimdeki hücreye hapsetmiş olduğun aşk!
doğuş seviş ölüş ve dirilişti sultanım/
şükürler olsun…
Mansiyona layık görülen şiirlerin üçüncüsü İsa Yar’ın, “Efendim”i;
Arasın Leylâ’yı Mecnun çöllerde;
Ben aşkın sendeki özüne geldim.

Nefsim ‘varım’ sansın gölge hayatta
Ben ‘beni’ bırakıp ‘biz’ine geldim.
Berceste dergisinin na’t antolojisinde iki de Elazığlı şair var. Biri Mehmet Faik Güngör, diğeri bu fakir.
Güngör’ün son mısraları;
Hani duru sularda yıkanan şafakların
Gönülleri fetheden Bilâlî ezanların.

Şansına ağla zaman, yanlışlarına ağla
Asi duruşlarını tövbelerinle dağla…
Bizim Na’t’ımızın makta beyti ise;
“Habibimsin” diyerek Mevlâm etmiş mithatın
Ne desin bundan öte, daha Mithat Efendim
——————————–
* Alıntılarda kitaptaki yazıma bağlı kalınmıştır. RMY

Günışığı Gazetesi / Elazığ

Eski Defterimden…


 

.

Arayış

 

Gece yarısı…
 

Soğuk odamda

Yapayalnızım.

Dışarıda yağmur,

İçimde sızım…

 

Ben,

Boğazlanmış bir adam!

Bir resim,

Bir hayal,

Odam.

 
10.11.1982/Büyükağız


Cinnet

 

Nefsimi paramparça dilebilmek isterim

Özümü, benliğimi bulabilmek isterim

Ne olurdu, beynimde uğultular son bulsa;

Maziyi baştanbaşa silebilmek isterim.

 

Düşünmek hep düşünmek ve çıldırmak sonunda;

Delice olsa dahi, gülebilmek isterim!

Unutmak, unutulmak ve başlamak yeniden

‘hayat böyle de güzel’ diyebilmek isterim…

 

İnsanlardan çok uzak ve Allah’a pek yakın

Yapayalnız bir anda ölebilmek isterim…


İsa YAR 

25.05.1982/Samsun


Gurbet

Gurbet, yalnız günlerin bitmediği uzun yol. 

Hasret, yıkıcı bir his, hayali sararken kol. 

                                   7.1.1980/Yozgat 

 


Gözyaşı


Seni gördüm de bu gün, gözlerin yaşlı;

Ağlıyordun güzelim, hüzünlüydün sen.

Ne kadar mahzun idin, sessiz telaşlı

Susuyordun güzelim, anlıyordum ben…

                        13.2.1980/Büyükağız


Istırap

 

 

Bir volkan kudurur sanki içimde,

Yakar da gönlümü kül eder gibi…

Her şey bilinenden başka biçimde

Yaşamak, ölmekten bin beter gibi…

23.8.1980/Akdağmadeni-Yozgat


Efgan

 

 

Ne gülden bir eser kaldı,

Ne bülbülün figanı var.

Şimdi, hazan bahçesinde

Bir garibin efganı var.

          22.09.1980/Büyükağız


Tavsiye 

 

Derdini söyleme dostuna bile!

Ağlama birinin yanında sakın!

Kaçıver herkesten, yalnız kalıver

Ve ağla, hep ağla, Allah’a yakın…

 


                         4.5.1981/Büyükağız


Perişan

 

 

Rüzgârın önünde bir yaprak gibi,

Zamanın akışı içindeyim ben!

Bir hayal peşinde geçerken ömür,

Çilenin nakışı içindeyim ben.

 

                        Eylül 1981/Samsun


 Veda (I)

 

 

 

Gitti ki, bir daha gelmez cananım;

Bitti ah bu fasıl, neylesin sazlar.

Bir hüzzam şarkıdır yalnızlığımız;

Gönlümü teselli eylesin sazlar…


                        21.8.1982/Büyükağız

 

Veda (II)

 

Gittin ama güzelim bana hatıran kaldı

Gülü solan bahçemde yaslı bir hazan kaldı

Götürdün her şeyimi, ne aşk kaldı ne ümit

Gittin ama güzelim gönül perişan kaldı…

                                   Eylül 1982/Büyükağız


Eylül  

Bir hüzzam şarkıdır

Yalnızlığımız.

Hıçkırır saz ve ney

Beste perişan…

 

Geçti ah, baharın

İçinden hazan!

Soldu çiçek ve renk

Deste perişan…

 

                        23.8.1982/Samsun


Hiciv 1

 

 

Nice insanlar gördük;

Insan sandık, yanıldık!

Tebessüme aldanıp

Ihsan sandık, yanıldık!

 

Hiciv II

 

Kurulmuş koltuğuna

Gücü makamındadır!

Ne kadar yükselse de

Cüce makamındadır..
                  
6.6.1995

                                              İSA YAR

 

 


                        —Sana…

ve gece…

hüzzam şarkılar duyulur odamdan.

sigaram, çayım, kalemim

sesler geliyor uzaktan

kaybolur boşlukta sesim…

 

ve resim…

sen ve ben anılarda.

tanıyamaz oldum kendimi baktığım aynalarda!

değişen mevsim değil, bilirim;

mevsimlerde biziz değişen.

bütünlük her şeyde;

bir ben paramparça

bir de yüreğim.

 

ve şarkılar susar bir yerde

düşünmek sükûttur.

gizlenecek ne var, çekili perde?

bu oda

bu oda benim sırdaşım

her gece burada ağrıyor başım

 

ve mehtap öpüyor yaprağı dalda

dal ürperiyor

ben üşüyorum.

bakıyorum yollar boş.

uyusam artık

kollar boş…

                                               7.7.1986/Adana

NE TAHAMMÜL NE SEFER…


Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,

Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;

Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda

 

 

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!

Ortasında bir ömrün; ne tahammül ne sefer,

Adsızım, pusatsızım, ha komutan ha nefer

Dinlensin yorgunluğum zamanın beşiğinde,

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde…

 

 

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

Lime lime olmuşum; sağım keser solumu!

‘Gelemem ay karanlık’ sen aydınlat yolumu.

‘Kahrın da bir lütfûn da’, ben yeniden başlarım;

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

 

                                                           31.03.2004

kibrit kutusundan yazı çıkarmak


 

.
.
.
Kibrit kutusundan yazı çıkartmak…  Nasıl olur?  Kibrit kutusundan kibrit çöpü çıkmaz her zaman. O sadece içersinde ‘vasati şu kadar çöp’ ibaresiyle, tanınmış, ‘tüplü çakmak’ denilen ucube çıktıktan sonra yerini onlara devretmiş bir hafızadır. Sözümüz ‘muhtar çakmağına’ değil. Çünkü o da geçmişi yad etmemize sebep olan başka bir hafıza sebebi.

            Şair-yazar dostum İsa yar’ın ‘Lamure’ sonbahar sayısı için kaleme aldığı  ‘Kibrit kutusunda hatıralar…’ başlıklı yazısını okuyunca o günlere gittim. Aynı kültür ikliminde kırk küsur yıl yaşamış biri olarak bu yazının bende tedai ettirdiği şey, sanırım aynı nesil üzerinde de aynı tesiri göstermiştir. Tabiî yazıyı okumuş olanlar için.

            Kibrit o zamanlar hayatın önemli parçalarından biriydi. Rahmetli dedemin ‘Nemlioğlu bir kibrit çöpü için hanımını boşamış’ bilgilendirmesi; bu nesnenin ne kadar hayatın içinde olduğunu aşikâr eyler. Kibrit bir hafızadır. Hem de önemli bir hafızadır. Böyle bir yazı bize hafızamızı canlandırmak için yetti de arttı bile. Doğrusu böyle bir konu için çok şey ifade eden bir yazı olmuş.

            Bir kibrit kutusundan yazı çıkarmak kolay değil elbet. Basitmiş gibi görünen şeylerin taşıdığı mânâ tahminden çok ötedir bazen. Kibrit de öyle. Şayet onu basit bir çöp olarak görürseniz yanılıyor, hatta aldanıyorsunuz demektir. Çünkü bazı şeylerin ifade ettiği hakikati onu hakkıyla yaşayanlar bilir.

            İsa Yar, yazının bir bölümünde o günlerin yaşantısını şöyle kaleme alıyor:    “Elektriğin ve elektronik aletlerin imkânından mahrum ve fakat 14 numara gaz lambasının nice masal saklayan loş ışığında aydınlanan müstakil evlerde sükûnetle genişleyen ahenkli bir huzuru içten hisseden çocuklardık biz.” Evet öyleydik… Gaz lâmbasının o kendine has loşluğu, içimizi öyle bir aydınlatırdı ki bu günün nesline bu izah etmek mümkün değildir. Çünkü her odada yanan elektrikli lâmbalar sanki hep varmış gibi bir hisse kapılmamızı sağlamaktadır. Hâlbuki o zaman evlerde aynı anda yanan gaz lâmbası nadirattan bulunurdu. Ve biz o loşluğu dışarının karanlığı ve içimiz aydınlığı ile kıyaslardık hep.

             O zamanlar her şey insan merkezliydi… Eşya daha bizlere hükmetmeye başlamamıştı. Hemen hemen birbirine benzer evlerde yaşardık. Yaz mevsiminin dışında benzer yanlarımız daha çok olurdu. İsa Yar’dan dinleyelim: “Üç mevsim kuzine/soba yanan kırmızı kiremitli Karadeniz evlerinde ocaklık tabir edilen kısımda (betona yüz vermemiş Anadolu evlerinde hala mevcuttur)  umumiyetle fındık/kızılağaç odunuyla ocak yanar, sacayağı üzerinde bir yemek kazanı fokurdar, isli çaydanlıkta çay demini alırdı.” İsli çaydanlıklarda demini alan çaylar yok artık. Muhtevası bilinmeyen her türlü deterjan ile rengi defalarca parlatılan, neredeyse alındığından daha yeni görünen, ışıl ışıl parlayan demliklerin içi isliydi şimdi. Ama kimse görmüyordu veya göremiyordu. O zamanlar bize içimiz parlatmayı öğretiyorlardı. Yani insan olmayı…

              “Briket duvarda gölgeler şekillenir, ahşap döşemeye serili kilimin üzerinde ya da yer minderinin rahatlığında oyunlar oynardık.” O zamanlar ne atari vardı ne bilgisayar. Yalnız başımıza değil başkalarıyla oynardık. Kızdığımız ve sevdiğimiz arkadaşlarımız olurdu. Canımız sıkılınca ‘klavyeyi tokatlamaz’ yerdeki ‘çalı’ya tekme atardık. O zaman yerlerde ‘ çalı çırpı’ denilen şeyler olurdu. Onları toplar kuzinede yakardık. Sadece bedenimiz değil içimiz de ısınırdı. Şimdi yerlerde plastik kap artıkları var. Ve … ve işe yaramayan çevreyi kirleten ne kadar şey varsa onlar. Değil içimizi dışımızı bile ısıtmıyor onlar. Sadece ruhumuzu karartıyor.

            Evet birbirine benzer evlerimizde eşyaların yerleri de aynıydı. İsa yar’ın yazısından bir bölümle yazımızı noktalayalım. “Ocaklığın üst kısmında bir çıkıntıda muhakkak içinde ‘vasatî’ kırk çöp olan birkaç kutu kibrit sıralanır,  hemen yanı başında bir çiviye takılı yarım rükûda gaz lambası asılı olurdu.” 

 

            Kibrit kutusundan yazı çıkartmak…  Nasıl olur? Demek böyle bir şey…

 

 Not: Sayın İsa Yar’ın yazısını tamamını 2009 Lamure sonbahar sayısında ve ya www.isayar.com den okuyabilirsiniz.

 

            Zeki ORDU

*Karadeniz Haber Postası Gazetesi