Hayatın İçinden…


Yazarlık, Oblomovluk, Betül…

 

Küçük kızım Betül henüz ilköğretim birinci sınıf öğrencisi. Bir gün, “Okuyup, büyüyünce ne olacaksın” sorusuna muhatap olunca çocuk safiyetiyle verdiği cevap ailede hepimizi tebessüm ettirmişti: “-Yazar olacağım; kız yazar.”  

Geçen gün çalışma odamda dolanırken “-Baba, artık yazmıyorsun” demesin mi? Gözlemi beni  şaşırttı ve sordum: “-Nasıl yani!” Duraksamadan cevapladı: “-Ben de yazar olacağım ya, ne evde ne burada yazdığını artık göremiyorum… Ben zaten yazar olmaktan vazgeçtim, öğretmen olacağım, belki doktor olurum…” Çocukları seviyorum; öylesine kirlenmiş bir çağda yaşıyoruz ki neredeyse bu dünyada konuşulası bir onlar kaldı…

Elimde İvan Gonçarov’un “Oblomov” romanı var; 1891’de ölen Rus yazarın meşhur eseri. Beş yıl önce de Nihat Dağlı’nın “elveda oblomov” isimli deneme kitabını okumuştum. Schopenhauer’in (ölümü 1860) “okumak, yazmak ve yaşamak üzerine” adlı eserini ise Ahmet Aydoğan’ın nefis çevirisinden okuyalı bir ay olmadı. Masamın üzerinde az edebiyat, berceste, bizim külliye, Türk Edebiyatı, yedi İklim, somuncubaba, ayvakti, yolcu, kültür, yakamoz dergileri… Kitaplar, kalem, kâğıt…  ve Betül’ün sesi: “baba, artık yazmıyorsun…”

Kim demiş yazmıyorum diye! İçimde başlayıp biten yazılar, kimsenin görmediği, okuyamadığı metinler, kelimeler, kelimeler… Bu işte biraz ‘oblomovluk’ var. Delikanlılığında, belki çocukluğunda bile her yere elinde kitapla giden, fındık bahçesinde “dolu sepet, boş çuval” seslerine sırtını dönerek çayıra uzanan, çay içen ve okuduğu kitabın ya da muhayyilesinin mutasavver dünyasında at koşturan birisi, büyüyünce ne olur: muhayyilesinin kurbanı olur. Bu adam okur, hatırı sayılır bir memuriyete intisap eder,  bir gün evlenir, çoluk çocuğa karışır ve aradan yıllar geçmiş olsa da ‘oblomovluk’ yakasını bırakmaz. O doğmadan vefat eden, bu sebeple yüzünü görmediği dedesinin ağa olması, babasının itimat ve imtiyazına mazhariyeti değildir bu tablonun arka yüzü; mizacıdır, iç denizidir, kendisidir.

Evin küçüğü Betül, meslekî unvan sahibi anne babanın sağladığı hâmî ve müşfik aile ortamına mukabil, gelirlerine/emsallerine göre mesela hâlâ ev sahibi olamamalarının sebebini babasının yazarlığında gördüğü için mi kararını değiştirmiş, öğretmen veya doktor olmak istemiştir? Zannetmiyorum. Nereden bilsin ki şiir ikliminde ikamet eden bir babanın çocuğu konformist kazanımlardan mahrumiyete baştan mahkûmdur.

Evet, bu işte bir oblomovluk olmalı; yoksa bir şehirde aynı kiraya denizi ve dağları gören daha ferah evler varken, ondört yıl bir evde kirada oturmak nasıl izah edilebilir. Sevgili Vedat Ali Tok gibi bir dostun: “Şu kitaplarını artık bastır, çok erteledin, (…) yayınevi olabilir” tavsiyesini; bu manada İstanbul’dan ciddi davetler aldığım halde, gitmemeyi ne ile açıklayabilirim.   Hayır, oblomovluk değil; kim bilir belki bir hayal kırılması, bir iç isyan, tavır, çekilme ve sükûta bürünen direniş…

 Betül, farkında olmadan, bir farkındalığı çocukça ifade etti sadece. “Yazar olmak” ki biz buna “şair” olmayı da eklemeliyiz hatta başa almalıyız, istenilecek bir şey değildir çünkü istemekle olunan bir şey değildir. Olunan bir şeydir sadece. Şairlik ayrıca doğuştan bazı özellikleri de muciptir. Eğer bunlar istenilen ve istenildiğinde olunan şeyler olsaydı, istenildiğinde terk edilebilirdi de. Oysa özellikle şairlik, sizi terk etmeden siz onu terk edemezsiniz. Bu iklim meselesidir.  Her iklimin bir coğrafyası ya da her coğrafyanın bir iklimi vardır. İklim değişiklikleri olsa da esas değişmez. Anlaşılan o ki, Betül daha uzun süre kiralık bir evde oturacak; annesi bir ev hayali kurmaya devam edecek. Ve Betül büyüdükçe hayatı hem herkes gibi görecek ve fakat herkes gibi olmayacak; yani karakter olarak ne Oblomov ne de Ştolts; herkes kendisi… Bir başkasına sadece benzeyebiliriz, o kadar.

 

İsa Yar

 

18.05.2010

(devam edecek)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir