Şehir biraz yalnızlıktır
.
.
.
.
.
Şehir insan demektir kanaatimce.
Sokaklar, kaldırımlar, hâneler, kahvehaneler, mâbetler, marketler… Yollar, binalar insansız nedir ki? Şehir insan demektir; şehir yalnızlık… Evet, çoğalan bir yalnızlıktır şehrin kalabalığı. Yoksa kent mi demeliydik? Şehir sıcak kelime, kadim ve medenî; şehir kente dönüşünce başlar yalnızlık! Bu yalnızlık doğurgandır; kalbî, fikrî, hissî, kısaca insanîdir. Şikâyet edilen değil bilakis talep edilen bir yalnızlık.
İnsan kendini unutmak için karışır kalabalığa; kendini keşfederek çıkar kalabalıktan. Şehir ise tanımlamak ister insanı, tanımak değil; tanımlamak, sıradanlaştırmak, istiflemek… Tabelaları vardır şehrin, her tabela bir etiket, her etiket bir kimliktir ‘birey’ için! Amin Maalouf’un ölümcül kimlikleri gibi: aidiyetsiz. Mağazalar, bankalar, marketler, sendikalar, statüler, arabalar, konutlar, elbiseler… Tabela insanı olmayanlar, kendi tenhasını inşa eder şehirde. Her tenha bir cazibe taşır, kalabalıklaşır zamanla ve orası da bir tabela olur!
Şehir biraz da seyyar satıcılar, ayakkabı boyayan çocuklar, izbe sokaklar ve kapitalizmin mağaza vitrinlerinden azgın bir iştiha ile taştığı geniş kaldırımlarda yürüyen insanlardır. Görülmezden gelinse de görünen yüzü budur kentin. Sabahın seherinde cânanını uykuya, uykusunu bâd-ı sabâ’ya terk etmiş nice adamlar vardır ki en çok günübirlik iş bulmaktır her birinin muradı. Şehir onlara hiçbir “açılım” sunmaz. Sabah namazını mahalle camiinde edanın ardından, henüz kapalı marketin köşeye sıkıştırdığı küçük dükkânını besmele ile açan birkaç esnaf hâlâ vardır, çok şükür. Hiçbir mekânı olmayan ve fakat her yer mekânımdır diyen bir akşamcının sızıp kaldığı köşe de kentin mücavir alanı içindedir elbette. Yalnızlığı çoğaltan/saklayan şehir bir sığınaktır sadece…
Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar. Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…
Bir şehrin yalnızlığı, insanın yalnızlığıdır. Ayrı bir bahis de olsa, “dünyevî” olamamışlığın bir bedeli vardır ve bu bedel paylaşılır yalnızın mahreminde. Şaşkın cühelanın kör ve sağır nazarını umursamayarak, arastada bir çay ocağının sıcaklığında birkaç dostla hasbıhal eylemektir mesela. Başka şehirlerde başka yalnızların toplandığı bir çatı altı misali çıkan edebiyat dergilerinden eksiği olmayan dergiler çıkarmak, aslında hiç büyümeyen çocuk yanlarını sergileyerek biraz rahatlayabilmektir imkânları ve fakat iş ciddiye alındığında oyun bozulur; dedim ya çocukluk işte. Her şeyi ciddiye alan bu adamlar yalnız kendilerini ciddiye almazlar; yeterince resmiyetin yer aldığı şehre sırtlarını dönüp, birbirlerinin sözünden çok yüzüne bakarak bol çay içerler…
Bir de ev hali vardır zamanın dışına çıkmış bu adamların. Evdeki mâşûka razıdır ister istemez; en çok “söylenir” kiralık evde kitap yüklü odanın tozunu alırken ve hayalinde, perdelerinin deseni bile belli kendi evinin tasviri… Babalarına hürmet duygularını hep muhafaza etmiş çocuklar büyüdükçe hürmeti muhafaza ile hayranlığını azaltırken, olan biteni yani hayatı idrak yıllarını alacaktır besbelli. Üniversite sıralarında asgari ücretin üzerinde harçlıkları olan “gelir düzeyi yüksek” babaların çocuklarına özenmeseler de, bu kitap dolusu odada hayata ve insana dair konuşan babanın sözleri gittikçe anlamlı bir sükûta dönüşür, nedense… Cümle âlem bilir ki şiirin mısraları geçmez pos cihazında; nakde dönüşmez. Şiir ki bir iç kanamadır zaten, geç fark edilen… “Parça kontur” bile alamazsınız bir şairin acılarıyla. Yazdıkları hayranlıkla okunan yazarın kalemi beş para etmez karaborsa kömür satanın nazarında; bu böyledir… Sevgi paylaşıldıkça çoğalır, paylaşıldıkça azalır acılar ve fakat yalnızlık hep aynı kalır; adı yalnızlıktır bir kere…
Bir medeniyetin bütün şubeleriyle temsil edildiği, temerküz ettiği şehirlerde yaşamıyoruz artık! Köy, kasaba, şehir birbirine nüfuz edemeyen nüfustan ibarettir günümüzde. İnsanlar şehirde adeta “birer kemmiyet”tir; “urbalarla kemik, mintanlarla et”. Mutantan binalar, caddeler, parklar… Eşyanın insana yer bırakmadığı günümüz şehirlerinde hepimiz köleyiz, hepimiz mahpus! Şehrin planını mimarlar tenkit etsin; aile olmaktan çıkan “çekirdeği”, kapısını çalamadığımız komşuyu, yitirdiğimiz mahalleyi, ahlakiliği/ahlaksızlığı akademisyen sosyal bilimciler araştırsın; kömürünü devlet, iaşesini belediye karşılasın ve fakat şehrin insana yüklediği yalnızlığı bırakalım şairler anlatsın; “ben kendimi dağ bilirim” diyen şairler. Yalnız şair diyebilir : “uzasan göğe ersen/ cücesin şehirde sen/ bir dev olmak istersen/ dağlarda şarkı söyle”…
Şehir ve insan birbiriyle ünsiyet kuramadıkça, şehir de insan gibi yalnızdır. Hele günümüz kentlerinin ve bu kentlere yığılmış insanların payına düşen yalnızlık ve bir o kadar da hüzündür. Artık her şehir kısmen yalnızlık, her insan biraz kalabalıktır. Kentin kalabalığı ise büyüyen yalnızlıktan başka bir şey değil. Bahse konu yalnızlığı batı kültüründe tanımlanan yıkıcılığı ile değil, doğunun inşa eden iç zenginliğiyle tarif edersek iyi bir şeydir. Acı fakat şifalı…
Elhasıl şehri seviyorum; yalnızlık kadar! Bana, kendimi buldurduğu için…
İsa YAR
*Yağmur dergisi / haziran 2010