Şiir, şair


Öteden beriden

 

Bu kalemin sahibi, ‘ileri sürdüğü görüşler itibariyle’ bir iddianın içinde değildir. Ve fakat elbette bir iddianın sahibidir; varlık sebebiyle eşanlamlı gördüğü cihanşümul iddianın şahsına yüklediği sorumluluğun şuurunda olmaktır bu. Bir ebu zer yalnızlığının gölgesi düşse de tenhasına, kuşandığı iddia itibariyle söyleyecek sözü vardır, dinleyeni olsa da, olmasa da…

 

‘bir iddianın içinde değildir’ derken, şu veya bu şekilde kendisine atfedilmiş yetkinliğin ya da akademik ‘bilmişliğin’, bir yerlere söz yetiştirmenin, görüntü vermenin/saklanmanın hesabında da değildir, olmamıştır. Bu manada rahattır kalemini kullanırken; bu rahatlık, konformist kafaların rahatlığı ile eşanlamlı sayılmamalı, bilakis çekilmiş/çekilmekte olan bir sancının paylaşılmaz biricikliğini taşımanın ve böyle yaşamanın, bu sürece kimseyi dâhil etmemenin rahatlığıdır. Şiir ve şairi anlatırken, bir muallim edası bulamazsınız ifadelerimde; zaten muallim de değilim. Bir yangını resmeden ressam, fotoğraflayan/filme alan haberci, su sıkan itfaiyeci, mesela elbiselerini kurutan çok üşüyen biri gibi değil de, belki yangının içinde ya da içinin yangınında ikamet eden birisi gibi… Ateşe düşmüş, ateşler içinde olan insan başka; içine ateş düşmüş, içinin ateşinde yanan insan başka. Bu fark, şiir okuyanla şairin farkıdır.

 

Sözgelimi, İsmet Özel’in bütün şiirlerini neredeyse ezberden okuyabilen, yazdıklarının takipçisi (hadi hayranı diyelim) bir okur, an gelir şairin beyanları karşısında şaşakalır, bocalar, kendi Özel’inde şiiri sahiplenerek, şairini terk eder. Bunu konuşalım.  Aynı durum Necip Fazıl, Yahya Kemal, Sezai Karakoç, Attila İlhan için de varittir. Bu böyledir; bu böyledir çünkü şair, şiirleriyle değil şairliğiyle diğerlerinden ayrılır. Vasatı yoktur şairin. Şiiri anlamaktan daha zoru, şairi anlamaktır. Bu bahse döneceğiz.

 

Maksadım şiiri konuşmak değil. Buna zaten ihtiyaç da yok. Belki her şairin ‘poetika’ babından şiirine biçtiği anlam ve durduğu yeri tarifi var. Bu mevzuda konuşma ehliyetine haiz, memleketimin güzide edebiyat muallimleri ve dahi akademisyenleri var, nitekim.  Ben daha çok ve özellikle şair üzerinden konuşmak istiyorum; eseri değil, müessiri anlamak babından. Çünkü şiiri üzerinden yakın/uzak durduğumuz bir şairin, diğer alanlarda sergilediği red ve kabuller, iddia ve itirazlar, kısaca müdahil olduğu mevzudaki tavır, onun “şair” özelliği bilinmedikçe ya da dikkate alınmadıkça hakikatiyle anlaşılamayacaktır…

 

Kalem olarak her şair aynı zamanda iyi bir nasirdir, öyle olmak durumundadır. Çünkü bu, şiirden daha kolaydır. Şairin kaleme aldığı yazılarda şiirin izini de sürebiliriz.  O ki düzyazıda bile muğlâk, karmaşık bir dil kullanabilir, belki şöyle demeliydik: şair, yazısında dili, muğlâk, kapalı kullanabilir. Bu durum, şiire yaslanan bir zihnin kaçınılmaz yoğunluğunu gösterir bize. Kabul ve redlerinde öne çıkan keskin bir üslûbun, derinleşip genişledikçe naif, yumuşak dokunuşlara dönüştüğünü görebiliriz pekâlâ. Nüfuz edendir şair. Toprağın derinliklerine suyun nüfuzu gibi; kazığın saplanması gibi değil. Mesela Ahmet Haşim’in “bize göre”, Yahya Kemal’in “aziz İstanbul”, Necip Fazıl’ın bütün eserleri, Attila İlhan’ın “hangi batı”, Y. Bülent Bakiler’in “Üsküp’ten Kosovaya”, Cahit Zarifoğlu’nun “bir değirmendir bu dünya”, Sezai Karakoç’un “edebiyat yazıları”, Olcay Yazıcı’nın “nemrut ateşi”, İsmet Özel’in birçok eseri bir şairin kaleminden çıktığını gösterir bize…

 

Şiir, şairin fikir ve his serencamının usaresidir, özsuyudur. Kelime (ses) ve şekil bilgisi (tarz-ı şiir) şiirin kabuğudur ya da mânâyı/ifadeyi kuşatan zarftır bir anlamda.  Bu plasentayı göz ardı etmiyoruz elbette, ancak bir sancının eşliğinde doğan şiir plasentadan ayrılmadıkça yaşayamaz; var olamaz, şiir olamaz. Burada şiirin doğuşunu da imâ etmiş oluyoruz.  Şiirin şairde oluşumunu bazen şair de bilmeyebilir, bir şeylerin olduğunu bilir ancak, süreci ve sonucu belirleyemez, yaşar. Bu süreçte yalnızdır şair. Şiir tenhada/n doğar;  şairini terk ederek var olur… Bu doğum teşbihini her şeye teşmil edemeyiz elbette. Şairin idrak algısına veya ifade-i meramına misal teşkil etmesi açısından şunu söyleyebiliriz: Siz “güneş doğdu” dersiniz; şair ise “güneş doğmaz” diyebilir. Şairin buna benzer ezber bozan ifadeleri, onun düşünme tarzının yansıması olarak kelamına ve kalemine tesir eder. Güneş doğmaz/batmaz derken, hareket edenin güneş olmadığını söylemektedir. Güneşe yönünü dönmekle alakalı bir şey; hakikat bir güneş ise, hep oradadır ve sen hakikate sırt dönebilir, göz kapayabilirsin, ışığın veya karanlığın senin duruş ve mesafendendir demektedir şair. Bunu böyle ifade etmesi ise, şairliğindendir. O zaman nedir şairlik?

 

            Şair, mükemmelin peşindedir, en güzelin, en iyinin, en…  bir mısraın hatta bir kelimenin dahi yerli yerinde olmasını mesele edinecek kadar.  O kadar ki manayı ifade edecek en doğru kelimenin yerine, ona en yakın kelimeyi koymayı bile kabullenemez; doğru kelimeyi bulmak zorundadır. Oysa hayat her şeyi harmanlanmış olarak, bir arada sunar insana. Kaosa benzeyen bu karmaşık yapı sıkar şairi. Her şeyde bir ahenk, denge, itidal, sükûnet, yerli yerindelik ve fakat aynı zamanda hareket, devamlılık, dirilik arayışı… Zihin ve his bir med-cezr, gel-git, kalabalık-tenha ikilemini yaşarken şair, dışarıdan tezat zannedilen davranışlar sergileyebilir. Bir derviş kadar teslimiyet yüklüyken, bir tarafı alabildiğine direnişçidir. Direnişi isyan değil, bir haldir, duruştur. O, fıtrata aykırı, doğal olmayan her şeye mesafelidir; onu kurgulanmış bir düzene, yaşayışa, alışkanlığa dönüşmüş aidiyetlere ve buna bağlı “ezberlere” muti kılamazsınız. Mizaca benzeyen bu ruh hali ile şairin, yaşadığı dünyadan memnuniyeti beklenemez, bu yüzden ona en çok yakışan hüzündür belki…

 

Şimdi o bahse dönebiliriz! Şairi anlamak zor demiştik. Bir kere şairlik bir meslek değildir; seçilen ve tahsil edilen bir “şey” hiç değildir. Belki şiir şairini seçer. Şiirin de bir iklimi vardır ve şair oranın mukimidir. Başka bir ifadeyle şiir seçer mihmandarını, kendisini ağırlayabilecek, taşıyabilecek, katlanabilecek yüreği. “Dil insanın evidir.” demiş heidegger; şiirin evi de şairdir. Şair o kimsedir ki hayatını idame ettirirken, şiirin onu pek çok imkândan mahrum kılmasına aldırış etmez. Toplumun içinde fark eder bunu, kendi içinde değil.

 

Şair bize şiiri dışında ne verebilir? Şair bize bir bilgi vermez! Bilgiyi bir şekilde aileden, okuldan/muallimden, kitaplardan ve hayattan ediniriz. Şair bize, bildiklerimiz üzerinden bir şey söyler. Bize, bildiklerimizi anlamayı, ayıklamayı, ret ve kabulün iman ve inkâr boyutunu, sığlığını ve derinliğini düşündürür. Düşünmeye zorlar. Ezberimizi bozmak budur; tablet yutar gibi öğrenilmiş ve fakat hazmedilmemiş bilgiyi parçalamayı ve sindirmeyi öğretir bize. Bu, düşünmeyi ama hakikaten düşünmeyi gerekli kılan ve zihni zorlayan bir ameliyedir. İşte bu sebepledir ki şairin takipçisi olanlardan bir kısmı ya da ekserisi yolculuğun bir merhalesinde şairi terk edebilir. Şair bunun bilincindedir. Tenhasına çekilir veya yol hikâyesini sürdürür. Bazen şair, muhayyilesinin tuzağına ya da bir tezadın içine düşebilir; takipçisi haklı olarak şaşırır ve uzak durabilir. Bu kopuşta bile şiirinden vazgeçmez. Şair, şiire benzer: söyler ve susar.

 

Elhasıl, şair öznedir. Bırakın nesne muamelesine katlanmayı, gizli özne olmaya bile tahammülü yoktur. Çünkü şairin ortaya koyduğu kendisidir. O kadar kendisidir ki “binlerce maskem var/ çıkarmaya korktuğum/ ve/ hiçbirisi ben değilim” dese dahi, şiiri iç evine açılan bir penceredir şairin; nasıl saklansın ki… Öte yandan, kaçan/saklanan bir tarafı da vardır şairin. Bir yanardağın sükûtunu kuşanan, içten içe kaynayan; yangınını taşıyamaz olunca varlığını hissettiren ve sıradan olmayan bir dağdır şair. Çok yakınında bulunan bilir pek tekin olmadığını, o sebeple şiirine yakın ama kendisine uzak durmalı. Aksi halde rahatınızı kaçırabilir…

 

            İsa YAR

 

(Bu yazı, Türk Eğitim-Sen ve Anadolu Gençlik Derneği’nde yapılan konuşmaların dibacesi mahiyetindedir…)

* Berceste Dergisi  / Temmuz 2010

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir