SÜKÛT DERGİSİ VESİLESİYLE…


.
.

Ahmet ŞAHİN

 

       Bu fâkiri etraflıca tanıyanlar, millî mukaddesâtımız üzerine kalem oynatmış ve mâşerî vicdânda tâsvip görmüş eski ve yeni her ehl-i kalem sahibini gönülden alkışladığımızı; onlara sahip çıkmayı ve memleket umûmî efkârına tanıtmayı kendimize zevkli bir vazîfe telâkki ettiğimizi yakînen bilirler. Yine bilirler ki, “Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaât” dairesinde ve bu vadide her kim ne söylemişse; o söyleyenin her kelâmından dolayı da kendimizi, kendisinin bir kölesi mevkiînde görebileceğimizi çok iyi bilirler. Bu bakımdan, şahıslar ve onların eserleri ve şahsiyetleri hakkında serdettiğimiz fikirlerimizi mübâlâğalı bulanlar, bizi yeterince tanımamış ve maksadımızı anlamamış olanlardır. Çünkü bu azîz millet, bir türlü “münevver” olamayan “defolu-sahte-aydın”dan ve onların kökü dışarıdaki “kokuşmuş ideolojileri”nden çok çekmiştir. Elbette, millî irfânın yoğurucu gönüllüsü “hakîki münevver”lere sahip çıkmak ise, her şeyden en evvel; millî vicdânın emrettiği millî bir vazîfedir. Şahıslar ve eserleri hakkındaki yergimizin de, övgümüzün de kıstasını belirleyen şey, milletin mukaddesleridir. Bilinmelidir ki biz; bu millete, onun dinine, diline tarîhî örfüne ve an’ânesine gönülden bağlı olan herkesin dostuyuz. Bu sebeple, bir kere daha söyleyelim ki biz; millet aynasından gördüklerimizi olduğu gibi yazıp haykıran hakîkatli bir kalemiz ve inşâ-Allah son nefesimize kadar da böyle kalmaya devam edeceğiz!..

       Ünye’nin Sükûtî kalemlerimizden birisi

olan İsa Yar, kendi ifâdesi ile bir “münzevî” yahut bir “tenha köşe mukîmi”dir. Sessiz ve sakin görünmesine rağmen memleket meseleleri söz konusu olduğunda içindeki “iniş ve çıkışları” hâvî fikirlerini samimîyetle serdetmekten de geri durmaz. Mes’eleri gayet geniş ufuk zâvîyeden ele alarak sabırla değerlendirir ve neticeye mimini koyar.

İsa Yar’da konuşamama sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildir. Bilâkis o, konuştukça açılan bir pervâne gibi hareketlenir ve dahi dinleyenler üzerinde müspet heyecân uyandırır. Bu kabına sığmayan ayaklı kütüphâneyi andıran hareketli ve bereketli adam, hemen her zaman elinde dergileri yahut kitapları olduğu halde, boynunda asılı çantası ile “Küllük” mekânından “muzaffer bir komutan” edâsıyla içeri girerek selâmını verir, hoş-beş faslından sonra o anki mevzû’ya dahil olur.

O’nunla tanışmamız Zeki Ordu sayesinde olmuştu. Şöyle ki: Yeni vazîfe yerimiz Ünye olunca ve Ünye’ye yerleşince İhlas’ın o zamanki Ordu (Türkiye Gazetesi) temsilcisi Yaver Eyüpoğlu’na veda için uğradığım zaman, kendisi bana (-ki Yaver Eyüpoğlu şimdi aynı müessesenin Ünye temsilcisidir ve kendisiyle uzun senelere uzanan bir dostluğumuz vardır-) İhlas Ünye Temsilciliğine uğramamı tavsiye etmişti. Takriben 2001 Senesi Ekim Ayı sonları olsa gerek, İhlas Ünye Temsilciliğinde bulunduğum bir esnâda Zeki Ordu dostumuzla tanışmıştım. Kendisi beni oradan Ünye’nin “Küllük” diye tesmiye olunan çay ocağı mekânına götürmüştü. Burada kendisi gibi Perşembeli olan İsa Yar dostumuz ve diğer “Küllük” müdâvimleri ile tanışmıştım. Bu müdâvimlerin her birinde ayrı bir cevher, cevvaliyet ve kabiliyet bulunduğu benim hemen dikkatimi çekmişti. Bende bıraktıkları ilk intiba, buradaki âdemlerin hemen hepsi ile de sanki çok eskilerden gelen bir tanışıklığımızın var gibi oluşuydu. Belliydi ki, aynı iklimin ve irfânın çocuklarıydık ve 12 Eylül evvelsinin sisli ortamından geliyorduk. Fikrîmiz, zikrimiz birdi ve en önemlisi de biz, kitap okuyan bir nesle mensuptuk. Her birimizin tarihî çaplı müşâhedeleri, dünyevî ve uhrevî düşünceleri vardı. Bu memlekette yüksek sesle söylenecek elbet bizim de fikirlerimiz ve sözlerimiz olmalıydı…

Bu sâikle “Küllük” mekânında hemen her gün bir araya gelir, çeşitli mevzuûlara ilişkin uzun soluklu sohbetlerimizi demli çaylarla beraber hararetle devam ettirirdik. Umûmîyetle memleket mes’eleri girizgâhlı olmakla beraber, mevzû kültür ve edebiyat üzerine devam edip giderdi. Ünye’de bu bâbda bir kültür-edebiyat dergisinin çıkmamasından duyduğumuz burukluğu zaman zaman birbirimize ifâde eder, fakat bu külfetli işe girişmeye de cesaret edemezdik. Zaman zaman bu durumu birbirimizin e-posta adresleri marifetiyle de paylaştığımız olurdu. Hatta, bir keresinde Yahya Cumhur Tapçı “Susmak” başlıklı“ yazısıyla bilgece” bir tavır koyarak: “..boş konuşup havanda su dövmektense hiç konuşmamanın daha iyi olacağını ve şimdi ‘sükût’ etme zamanı olduğunu…” ifâde eder yollu ciddi çıkışını yapmıştı. Bu fâkir de kendisine: “ ‘sükût’ edip bir köşeye çekilemeyeceğini, asıl şimdi konuşması gerekenin kendisi olduğunu, zirâ dâvâsı’nın çilesini çekerek gelen Sayın Tapçı’nın hakîki ‘alperenler’ zümresinden olduğunu…” ifâde etmiştik.

Yahya Bey, sessizce ve derinden giderken; “Çınarın Gölgesinde” adlı bize göre çok başarılı ve ses getiren, görüntülü ve seviyeli mülâkatlar serisine de imzasını atıyordu.

Bu arada İsa Yar, Küllük”çülerden olsun veya olmasın eline geçirdiği ve beğendiği şiir ve yazıları “Küllük” mekânının duvarlarına kupür halinde asar, mekâna girenlerin dikkatlerini çekerdi. Kendisinin, “Küllükte Ahval” başlıklı mizâhî şiiri bunların en dikkat çekeniydi ve hâlâ mekânda çerçeveli olarak asılı durmaktadır.

Hüseyin Yıldıran ile İbrahim Ocak da boş durmamışlar, onlar da birbirinin alternatifi olabilecek mizâhî ağırlıklı renkli duvar gazeteleri çıkarmışlardı. Fatih Ordu ise ustaca onları birbirlerine karşı doldurmakta ve rekabet duygularını kamçılamaktaydı.

Türkiye’nin günlük mes’elelerinin tartışıldığı mekânın en renkli simâlarından birisi de hiç şüphesiz İslâm Ürkmez’di. İslâm Ürkmez, geniş çaplı kültürü ile müktesebâtı olan adamdı ve konuşulanların en son hulâsasını o yapardı.

Günler böyle geçip giderken; Zeki Ordu bu dergi çıkarıp çıkarmama mes’elesinde pek lâf etmez, umûmîyetle dinlemede kalır, sükûtu tercih ederdi. Zeki Bey, “Küllük”te kimsenin olmadığı bir esnâda cebinden katlanmış kağıtlardan oluşmuş bir küçücük defter çıkarmış ve “işte bu bizim dergimiz” demişti. Küçük defterin üzerinde “Sükût Dergisi” yazılıydı ve bunu şimdilik Zeki Bey ile ikimiz bilecektik… Kolay kolay dergi ismi beğenmeyen ben, bu işte apışıp kalmış ve “Sükût” adına itiraz bile edememiştim. Öyle ki derginin adı beni sanki büyülemişti…Ben derginin sahibinin de Zeki Bey’in olmasını kendisine söylemiştim; fakat o, mekânın fiili sahibinin olmasında bir mahzurun olmadığını ifâde etmişti…

Derken takaddüm eden günlerden birinde, mevzû “Küllük Ekibi”nce tartışılmış ve derginin çıkarılması kararlaştırılmıştı. Derginin finansman işini Yahya Bey, Genel Yayın Yönetmenliğini de Zeki Bey üstlenmişti. Bizler de dergiye yazılarımızla destek vermiştik… 2006 senesinin ilk günlerinde Samsun’daki bir matbaada ilk sayımızı çıkartmış, almaya gittiğimizde de çok çok heyecânlanmıştık…

İlk ve sonraki sayılar üzerine M.Halistin Kukul Hocamız, övgüsü ve yergisi ile beraber inceden inceye dergi sayılarını incelemiş, yazılardaki hatalarımızı bir münekkitçi gözüyle tek tek göstermişti.

Dergide pek çok eski imzanın yanında yeni imzalara da yer verilmişti. Bekir Oğuzbaşaran, Vedat Ali Tok, Fatih Ordu, İslâm Ürkmez, Hasan Fahri Dural, Mustafa Şıvgın, Recai Keskin, İbrahim Ocak, Hüseyin Yıldıran, Neşet Naim Öner, M.Halistin Kukul… gibi isimler dergiye değerli şiir ve yazıları ile destek vermişlerdi…

Hattat Mustafa Râkım Efendi özel sayısı ise göz kamaştırıcı bir sayı olmuştu.

Sonra olan olmuş ve dergi 5’nci sayısından sonra o gün bu gün yayınına ara vermiştir… Bir müddet İsa Bey ile Zeki Bey mahalli Radyolarda çeşitli sohbet programları yaparak derginin kapanmasından duydukları burukluğu kısmen de olsa ruhlarında giderme yoluna gitmişlerdir.

Sükût’un nabzını tam beş sayı tutabilmiş, nihâyet başlangıçtaki küçük bir ihmâl neticesinde tersine esen bir uğursuz rüzgârla savrulmuş, hep birlikte ebedî sukut’a dûçâr olmuştuk…

Şimdilerde ise “Küllük Ekibi” olarak bir yandan “Semerkand”ın mânevî ikliminde nefes alırken, bir yandan da Buhara’nın içimizi ısıtan sıcak demli çaylarını yudumlamadayız…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012

BERCESTE_122_k

İsa Yar’ın şiir ve nesir serüveni / BERCESTE


.

TAŞRA’DAN BİR ŞAİR SES: İSA YAR İLE ÖTEDEN BERİDEN…/ Yahya Cumhur TAPÇI     2

İsa Yar ve Eserlerine Dair           / Mehmet Nuri YARDIM    7

İsa Yar’ın Eserlerinde Sükût        / Zeki ORDU      10

BENİM YÂR’İM GELİŞİNDEN BELLİDİR       /Hüseyin YILDIRAN    13

SÜKÛT DERGİSİ VESİLESİYLE…   / Ahmet ŞAHİN  14

İçimizden Bir Yazar     / Musa KIROĞLU     16

,,,

iirvakti

Mevsimlik şiirin en güzel vakti


.

Mevsimlik şiirin en güzel vakti
Şiire ve şaire odaklı yeni bir dergi okuyucularına merhaba dedi.

Nitelikli niteliksiz şiir yazanların ve kitaplarının gün geçtikçe arttığı bir zamanda şiire ve şaire odaklı yeni bir dergi okuyucularına merhaba dedi.

,,,

Şiir Vakti’nin birinci sayısında: Mehmet Aycı, Yelda Karataş, Muhammet Ali Ecevit, Eda Karacaaslan, İsa Tunçbilek,Meral Demir, Filiz Yılmaz,Ayşe Sevim,Tozan Alkan,Eyüp Akyüz,Selim Tunçbilek, İsa Yar’ın şiirleri yer alıyor. Türk şiirin ustalarından yakın zamanda kaybettiğimiz Abdurrahim Karakoç ve ayrıca Didem Madak da unutulmamış. Dergide yer alan yazarlar ise: Çiğdem Oflu, Hasbi Metin, Muhsin İlyas Subaşı, Selim Tunçbilek, Osman Aytekin, Sergül Vural, Alper Yüce. Dergide Mehmet Can Doğan ile Dil, Edebiyat, Kültür ve Kitle Kültürü, şair İsa Yar ile de şair’in Mart 2012 de çıkan kitabı “Hüzün ve Sağanak” üzerine yapılmış söyleşi yapılmış.

Şiir Vakti bu sayısını Çocuk ve Edebiyat’a ayırmış ve dergide bu dosyadan olmak üzere Şair ve Çocuklar bölümü de bulunuyor. Dergide ayrıca Kültür ve sanat haberlerine de yer verilmiş.

Şimdi “Şiir Vakti” diyen dergiye uzun ve hayırlı bir ömür diliyoruz.

İSA YAR ile MÜLAKAT (Berceste dergisi)


 

.

TAŞRA’DA BİR ŞAİR SES:

İSA YAR İLE ÖTEDEN BERİDEN…

 

Yahya Cumhur TAPÇI: Biz sizi biyografilerinizden ve yazılarınızdan az çok tanıyoruz. Bu nedenle siz bize kendinizi nasıl tanıtırsınız? Kendi gözüyle İsa YAR kimdir?

İsa YAR: Zor bir soruyla başladınız Yahya Bey. Kısa biyografi kişi hakkında bir fikir verse bile, bir tarafıyla da insanı örter, saklar. Bu sorunuzun cevabı belki mülakatın sonunda kendiliğinden ortaya çıkar diyelim…

TAPÇI: Değişik dergilerde yazılarınız ve şiirleriniz, yerel gazetelerde köşe yazılarınız yayınlandı, yayınlanmaya devam ediyor. Bir süre yerel bir radyoda program da yaptınız. Ayrıca yazılarınızı yayınladığınız kendi adınıza bir de veb siteniz var. Belki birkaç kitap yayınlayacak kadar yazılarınız hazır. İlk kitaplarınızın yayınlanması neden bu kadar gecikti. Yenilerini de yakında görebilecek miyiz?

YAR: Bu gecikme için birçok sebep sayabiliriz. Yirmili yaşlarımda iken şiirlerimi kitaplaştırmak imkânı doğduğunda ‘çok erken’ olduğunu düşünerek vazgeçmiştim. Sonraları ise yazdıklarımı kitaplaştırmak için aceleci olmadım. Yazdıklarımı edebiyat dergilerinde yayınlamaya devam ettim. Bir yerden sonra kaleme aldıklarımı kitaplaştırmayı ciddi olarak düşündüm hatta istedim ve o zaman bu işin bir piyasası olduğunu gördüm. Piyasayı dikkate almak, piyasada olmak hiç hazzetmediğim bir şey. Edebi çevrelere, özellikle yayınevlerine ne yazık ki bir çocuk saflığıyla baktığımı fark ettim! Çünkü ekseriyeti sadece para kazanma peşindeydi. İçimde bir şeyler kırılıp döküldü. Şunu da ifade edeyim, İstanbul’dan, hakikaten abi mesabesinde gördüğüm bir isim, yayınevi adına görüşmek üzere bizi davet ettiyse de biz gidemedik. Sizin de tanıdığınız, Samsun’da matbaa sahibi olan bir yayıncı kitaplarımızı basma sözü vererek gazetesinde yazmamız için pek ısrarcı oldu. Kabul ettik, bir süre yazdık, bir an geldi gazeteye bazı hususlarda tavır aldım sonra da yazmayı kestim. Dolayısı ile bizim kitaplar da basılmadı.

Uzak-yakın dostlarımız da yazdıklarımızın artık kitaplaşması gerektiğini ısrarla belirtiyorlardı. Bu konuda Vedat Ali Tok’un gayretini zikretmeliyim. Netice itibariyle kitabı bastırıp kurtulmak istiyordum. Kayseri’de, şair-yazar Selim Tunçbilek’in kurduğu ŞiirVakti yayıncılık kitaplarımızı bastı. “Saklı Sözler” benim olduğu gibi yayınevinin de ilk kitabı. Yeni kitaplar hakkında bir şey söylemek için erken. Temkinliyim.

TAPÇI: Biliyoruz ki siz, çok iyi bir okuyucu ve yazarsınız. Okumadan yazı yazılamayacağına göre okuma yazma alışkanlığınızın temelini oluşturan etkenler nelerdir? Sizi yazmaya zorlayan asıl sebepler nelerdir?

YAR: Okur olunmadan yazar olunmuyor elbette. Okuma alışkanlığımız için çocukluğuma kadar inebilirsiniz. Sonrası çok daha fazla bir şey; okur olarak, kitap kaçıp sığındığım liman olmuştur bana… Yazmak ise, sancılı bir süreçtir. Şiir ayrı bir yerde duruyor, ayrıcalıklı. Daha iç. Kanaatimce şairlik delilikten bir şubedir! Deliremediğimiz ya da delirmemek için şiir yazarız. Belki de şiir yazdığımız için aklımızı koruyoruz. Bu söylediklerim, niçin yazdığımın ipuçlarıdır.

TAPÇI: Hayatın iniş çıkışları, zorlukları ve yaşayış tarzı insanları belli bir potaya sokuyor. Siz de ülkemizin değişik yörelerinde görev yapmış, badirelerden geçmiş bir kişisiniz. Buna rağmen yazılarınızın pek çoğuna baktığımızda Ünye bunlar içinde müstesna bir yere sahip. Yazılarınızın çoğunun yazıldığı yer ve hakkında yazdığınız bir ilçe. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz?

YAR: Çünkü burada yaşıyorum. Ama şehir derken burayı kastetmiyorum; şehri kastediyorum. Mekânın insana elbette tesiri vardır fakat üzerinizde hayatınızın geçtiği pek çok yerin tesiri vardır. En son bulunduğunuz yerde de yazsanız, yazdığınız hepsini kapsar. Ünye güzel bir sahil kenti ve bu şehre yerleşeli onbeş yıldan fazla oldu. Öte yandan sahil boyunca doğu istikametine doğru yarım saatlik mesafede Perşembe ilçesindenim. Mekân Karadeniz’in ortak özellilerini barındırıyor. Betonlaşma alabildiğine kuşatsa bile yaşanılası bir yerde yaşıyorum. Bu şehirde oturup sohbet edebildiğim dostlarım var. Ayrıca yılların birikimi olsa da kitabımda yer alan yazıların tamamını Ünye’de kaleme aldım diyebilirim. Dolayısı ile hissiyatımda bu şehrin elbette payı var.

Yeri gelmişken yani Ünye ismini bir edebî sohbette zikretmişken özellikle belirtmeliyim ki bu şehirde kültürel bir faaliyet varsa bir şekilde Yahya Cumhur Tapçı ismi karşımıza çıkıyor. İmkânı elinde bulunduranlar yeterli desteği verseler, bu şehirde edebiyat adına çok daha güzel şeyler yapılabilir. “Uçan fener”den daha önemli şeyler olduğunu bilmeleri kaydıyla…

TAPÇI: Ülkemizde “edebiyat” denilince akla gelen ilk şehir İstanbul oluyor. İstanbul, her yönüyle hepimiz için önemli bir yer. Fakat siz bir edebiyat adamı olarak taşradan haykırıyor, sesinizi duyurmaya çalışıyorsunuz edebiyat çevrelerine. Bu taşradan diğer taşralara sesinizin ulaştığını görüyoruz. Peki, İstanbul’a ulaştırabildiniz mi sesinizi? Sesinizin oralardan duyulması, oralarda da görülmeniz, tanınmanız sizin için önemli mi?

YAR: Sesimin İstanbul’a ulaştığını biliyorum… İstanbul uğultular içinde biraz sağır bir şehir, taşranın sesine. Daha doğrusu bu uğultu biraz da İstanbul’daki taşralıların gürültüsüdür. Kendi görünürlüklerine ve seslerine hayran hepsi…

Sesimin her yere ulaşması peşinde olmadım. Bazen en yakınınıza ulaşamazken sesiniz çok uzaklardan duyulabilir. Bu edebiyat için böyledir. Tanınmak kelimesini ‘bilinmek’ anlamının dışında yani ‘kabul edilmek’ manasında kullanırsak tanınan bir kalemiz tabi. Ayrıca herkesin tanıması gerekmiyor. Edebiyat çevrelerinde çok bilinmek ise günümüzde biraz haddinizi aşmanıza bağlı; buna edebimiz müsaade etmiyor. Taşrada insanlar sanki daha samimi oluyor, metropoller ise insanı kendisine yabancılaştırıyor, hesaplı yapıyor. Çok bilinmeniz için kendinizden taviz vermeniz gerekiyor, hayat zaten aşındırıyor, kendimde kalmak ve içimi korumak istiyorum. Bilmesinler beni, ne kaybederler ki…

TAPÇI: Son dönemlerde genellikle taşradan çokça sesler duyuyoruz. Bakıyoruz ki İstanbul’dan gelen sesler de taşradan besleniyor. İstanbul özelliğini kayıp mı ediyor?

YAR: Aslında taşra da İstanbul da değişiyor, dönüşüyor. Bu kaçınılmaz bir şey. İstanbul içinde taşrayı barındırıyor ama taşraya tesirini kaybetti/kaybediyor. Devlet-i âliye tarihe karıştıktan sonra kültürel anlamda devam ettirdi tesirini. Bu tesir İstanbul üzerinden hayata geçiyordu. İmparatorluk terbiyesi almış ince zevkli, geniş ufuklu ve üslûb sahibi edebiyat adamları sahneden çekildikçe bu tesir iyice zayıfladı. Taşra yani Anadolu belki hâlâ hammadde kaynağı bu manada ama İstanbul merkez olmakla beraber bu madeni cevhere çeviren yer değil artık. Taşra bu merhaleyi de mahallinde tamamlamak zorunda. İstanbul mirasyedi. Ama öyle bir tarihi birikime ve temsil imkânına sahip ki haklı olarak hâlâ gözdedir. Kısacası yeni sesler bütün mütevazılığıyla taşrada ve fakat taşralı değil; İstanbul’a kapağı atınca kibirli ve taşralı bir hale dönüşüyor! Anadolu’da şair ‘alamancıya’ benziyor; taşrada iken İstanbul kokuyor, İstanbul’da taşralı oluyor…

TAPÇI: Bazı çevrelerce edebi bir kitap yayınlamak sanki edebiyatla iştigal edenlerin işiymiş gibi görülebiliyor. Siz bir kamu kurumunda çalışıyorsunuz. Aynı zamanda şiir, deneme vb. yazıyorsunuz. Bunları değişik yayın organlarında ve kitaplaştırarak yayınlıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Mesela herkes şiir yazabilir mi?

YAR: Şöyle mi anlamalıyım: sağlık sektöründe çalışıyorum fakat edebiyat yapıyorum… İnsanların ruhunu darp eden ‘patolojilerin’ şahidiyim ve dolayısı ile müşahedem sahih, konu malzemelerim sahici.

Yazarlık belki tercih edilebilen bir şey ve fakat bence şairlik öyle değil. Yani şiiri tercih edebilirsiniz ama tercihen şair olamazsınız. O bir fıtrat, iklim. Herkes şiir yazabilir; niye yazamasın ki; ama şiir olur mu, bilmem!

Yazmak hususunda şunu söylemeliyim: ben her konuda yazan, yazmayı seven birisi değilim. Bende birikenleri iç dünyamda taşıyamaz olduğumda yazıya taşırım. Aslında yazılarım insan denizine ıssızlığımdan bırakılmış şişedir…

TAPÇI: “Edebiyat karın doyurmaz çay içirir” sözünden çok etkilendiğinizi söylüyorsunuz bir yazınızda; bu söz sizi neden bu kadar etkiledi?

YAR: Az önce yazmak konusunda söylediklerimi teyit eden bir söz olduğu için. Edebiyattan geçinemezsiniz, belki edebiyatçı geçinebilirsiniz çünkü bu çağ ve modernitenin şekillendirdiği toplum düşünen kafaya, hisseden kalbe ve bu çerçevede şekillenen edebi tarza uzak düştü. Uzaklaştı. İnsanımız bedenine gösterdiği ilginin pek azını kafasına ve kalbine göstermiyor. Çünkü tüketim pazarında bir meta değil edebi ürünler. Tüketim pazarında pazarlanan/tüketilen kitaplar ise bu pazarı dikkate alan ancak edebî eksenden uzaklaşmış şeyler. İsterseniz sohbetin burasında çayımızı tazeleyelim…

TAPÇI: Yeri gelmişken “ Saklı Sözler” deneme ve “ Hüzün ve Sağanak” şiir kitaplarınız üzerine konuşalım. Öncelikle bu kitaplar uzun süredir hazır bekliyordu. Neden daha önce yayınlamadınız? Beklediğiniz ilgiyi gördü mü? 

YAR: Konuşmamızın başında bu konuya biraz değinmiştik. Şunu ekleyebilirim: biz hayallerini erteleyen bir nesle mensubuz. Yine biz baharına eylül gölgesi düşmüş ve bir kırılmanın tam ortasında kalakalmış çocuklarız. Bizden öncekiler darp edildiler; bizden sonrakilere atılan format bizde tutmadı, bir hafızanın eşliğinde ‘yatağına kırgın akan ırmaklar’ gibi sessizce aktık içimizde. Dışımıza anlatamadık derdimizi, anlatamazdık çünkü biz derinliği olan kelimelerle konuşuyorduk, kelimelerini kaybeden kalabalıkların sağırlığı bizi tedirgin etmiş de olabilir. Neticede yazdıklarımızın kitap halinde bütünleşerek dağınıklıktan kurtulması gerekiyordu. Adeta üzerimden atmam gereken bir yük haline gelmişti. Kitabın doğru okura ulaşabilmesi için dağıtım imkânına sahip yayınevlerince basımını bekledim. Yayınevlerinin piyasaya göre şekillenmiş tavırlarından umudumuzu kesip, kitabı kendimiz bastırdık.

İlgiye gelince… Üç ay önce piyasaya çıkan kitaplarımın ilgi görmediğini söyleyemem ama edebî çevrelerin ilgisini zaman gösterecek. Kitabın doğru okura ulaşması açısından dağıtım mekanizması önemli fakat mesela yemek ve fal kitaplarının bile sahip olduğu bu imkândan mahrumuz. Ancak Sipariş edenin adresine gönderebiliyoruz. Zaten pazarlama derdinde değiliz.

Öte yandan yayınevi vasıtasıyla ve tarafımızdan kitaplar edebî çevrelere ulaştırıldı. Değerlendirmeler nasıl olacak; bekleyip göreceğiz. Ben Tanpınar değilim ki bir ‘sükût suikastından’ bahsedeyim…

 TAPÇI: “Hüzün ve sağanak ” adında topladığınız şiirlerinizin sağlam bir temele dayandığını görüyoruz. Aynı zamanda kendi tarzınızı da oluşturmaya çalıştığınız belli oluyor. Geleneksel Türk şiiri ve günümüz Türk şiiri arasında kendinizi nerede görüyorsunuz? Günümüz Türk şiiri hakkında kısaca neler söylemek istersiniz?

YAR: Kitabın önsözünde belirttiğim gibi, bu konuda bir iddia ile ortaya çıkmadım. Poetikam şu, şiirde tarzım bu derdinde olmadım. Okuma kaynaklı beslenmemizden, beğenilerimizden ve üslûbumuzdan bir tercih kendiliğinden ortaya çıktı. Şiirde yapılan tanımlamaların, tasniflerin ışığında ve mukayese yoluyla şiirimiz bazı tarzlara yakın/uzak bulunabilir. Kurgulayarak yazmadım şiirlerimi; içimden nasıl geldiyse ve fakat elbette bir edebî anlayışın ölçüsüyle ortaya koydum. Şekil olarak karakteri hece ve serbesttir şiirimin ama iç ahenk ve elbette manaya daha önem veriyorum. Bunu değerlendirmeyi size/edebiyat çevrelerine bırakıyorum.

Günümüz Türk şiiri hakkında ne diyebilirim. Tarzı ne olursa olsun bir tarafıyla geleneğe yaslansa da günümüz şiiri ağırlıklı olarak ‘birey’ şiiridir. Çünkü insanı ezen, yalnızlaştıran bir tarafı var çağın. Çağı sorgularsak günümüz şiirini daha iyi anlarız…

TAPCI: Şiir üzerine daha çok konuşmak isterdim fakat değişik dergilere verdiğiniz mülakatlarınızda şiirleriniz üzerinde değerlendirmelerde bulunmuşsunuz zaten. Biraz da “Saklı Sözler” denemeleriniz üzerinde konuşmak istiyorum. “Saklı sözler ” kitabınızdaki yazıları çok mu uzun süre sakladınız? Sakladığınız başka sözler yok mu? Ne zaman aşikâr edeceksiniz?

YAR: Belki saklanan bendim. Taşrada yaşamak da uygun bir zemin teşkil etti. Ben kendimi kendimden bile sakladım bir anlamda ama her şeyi içinizde hapsedemiyorsunuz. Yıllarca işyerinde beraber çalıştığım bir arkadaşım dergide şiirimi görünce çok şaşırmıştı! Çünkü adamla edebiyat üzerine sohbetimiz olmamıştı. Dışarıda ise bizi şair kimliğimizle bilenler mesleğimizi öğrendiklerinde şaşırıyorlar! Demem o ki edebiyat iklimi başka bir şey. O iklimin aşinası olmayana ne söyleseniz anlamsız. Hayatımız böyle bir çevrede geçiyor. İnsanların gündemi başka; Toki’dir mesela, evdir, arabadır, siyaset, spor, işleriyle alakalı basit şeylerdir. Sizin gerçekliğiniz bu çerçevenin dışındaysa divane âşık gibi kalırsınız ortada. Erbabı dışında herkese saklıdır bizim sözlerimiz. Kitaplaştırmak anlamında soruyorsanız, yoğurdu biraz daha üfleyeceğim…

TAPÇI: “Deneme” yazarları ve eserlerine de sıkça rastlıyoruz son zamanlarda. “Saklı Sözler” kitabınız da bunlardan biri. “Deneme” yazma hakkında neler söylemek istersiniz?

YAR: Deneme, yazarın en rahat ve serbest olduğu edebî tarz. Bilindiği gibi yazıda ileri merhale gerektiren ve temsilcisi çok da olmayan bir tarzdır. Gerçi yazdıklarına, hiçbir tanıma uymayınca “deneme” diyenler de yok değil. Belki bu metinlere denemeye yaklaşan metinler demeliyiz. Nesirde “deneme” hakikaten ustalık ve üslubu muciptir. Deneme yazarları bile her yazdıklarına deneme dememişlerdir. Nesirde diğer edebî türler kendi ölçüleri içinde daha kolay tanımlanır ve sınırları bellidir; makale, sohbet, fıkra, hikâye, roman gibi… Deneme düz yazıda daha fazlasıdır. Daha serbest, samimi ve derin. Eğer anlatacağınız şeyi, söylemek istediğiniz meseli bir tabloda hakiki renkleriyle tasvir etmek isterseniz denemenin imkânını kullanacaksınız. Kaleminiz ressamın elindeki fırça gibi olacak, kelimeler, cümleler tasvir edilenin bütün renklerini temsil edebilecek tonda yer alacak yazıda… Deneme böyle bir şey ve ben deneme tarzını seviyorum. Gerisi tabloyu okuyana kalmış.  

 

TAPÇI: Türkçeyi çok iyi kullanan ve Türk diline çok önem veren biri olarak son devir yazılarında ve şiirlerinde kullanılan dil hakkında neler söylemek istersiniz?

YAR: Bir dil yaramız olduğundan bahsedebiliriz. Bu aslında uzun bir bahistir. Kısaca şunu söyleyebilirim: Hitap ettiğiniz toplumun lisanını dikkate alacaksınız lakin aynı zamanda edebî metnin kendi dilini ihmal etmeyeceksiniz. Dilde yapılan tadilatlar ve dolayısı ile kelime kayıplarımız ifade imkânını da daralttı. Doğru kelimelerle uzun/kısa cümleler kurarak ortaya koyduğunuz metin, en derin anlamı dahi anlaşılır kılmalı. Bu manada şahsen derinliği ve çağrışımı olan kelimeleri tercih ediyorum ve dolayısı ile herkes anlasın gibi bir derdim yok. Herkesin anlayabilmesi için sokağın dilini kullanacaksınız ya da belli kesimin anlaması için nesebi bozuk kelimeler seçeceksiniz. Bana göre değil. Mesela: “hayat” gibi diri bir kelime varken niçin “yaşam” sözcüğünü seçeyim? Seçenler gerekçesini bize izah etmeli.

Dil bahsi çok önemli. Daha sade ve güncel sözcüklerle yazabilirim ama o zaman kendimi tam ifade edemeyeceğimi düşünüyorum. Çünkü kelimelerle düşünüyoruz ve yazı düşünceden doğuyor. Yüksek ve derin düşünceyi piyasa sözcükleriyle izah edemezsiniz, anlamı doğru kelimelerle inşa edebilirsiniz ancak. Kelime seçiminde, yazıda dil hassasiyeti göstermeyen piyasa yazarlarına isimleri ne olursa olsun saygı duymuyorum. Bu manada takdir ettiğim kalemlere mukabil saygı duymadığım epey ‘popüler’ kalem var! Önemli bulduğum bir metni dilini tasvip etmesem de sonuna kadar ve dikkatle okurum. Ne söylediği önemlidir benim için. Yazarken ise tercihim dilimdir…

TAPÇI: Her şeye rağmen, yeni nesil okuma yazma heveslisi gençler var. (Allah eksikliğini göstermesin.) Bu gençlerimize neler tavsiye etmek istersiniz?

YAR: Çok kitap okumaktan, hele yazmaktan uzak dursunlar! Şaka bir yana ciddi manada okumak ve yazmak insana bedel ödetir. Bu bedeli göze alamayan gitsin popüler romanlar okusun ve kalemi eline hiç almasın.

Okumayı-yazmayı ciddiye alanlara şunu söyleyebilirim: ‘marifet çok kitap okumak değil, iyi kitabı çok okumaktır’ sözünü yabana atmadan, seçici olmaları, uyanık bir şuurla okumaları, okuduklarını idrak etmeleri öncelikleri olmalı. Haddini bilerek hudutlarını genişletmeleri, önce edepli olmaları, tevazuu bilmeleri ve fakat müktesebatları nispetinde sahip oldukları birikimin hakkını vermeleri… Kalemlerini satmamaları, kiralamamalarını, Üç kuruşluk dünya için takla atmamalarını yani tavır sahibi olmalarını tavsiye ederim. Ama öncelikle ve özellikle lügat okumayı gerektirse bile kelimelerini çoğaltmalarını, lisanlarına hâkim olmalarını tavsiye ederim…

 

TAPÇI: Son olarak ilave etmek istedikleriniz var mı?

YAR: Biz sözümü söyledik. Zamanı gelince söyleriz de. Sizinle mülaki olmanın zevkini bize bahşettiğiniz için teşekkür ediyorum.

TAPÇI: Asıl biz teşekkür ederiz.

*Berceste dergisi / sayı 122 / Ağustos 2012