ŞEFİK ABİ


varsayilan

Gülser abla sitem etmese, belki bu yazı doğmayacaktı. “-Kitaplarını okudum… Şefik abinden bahsetmeni de isterdim.”

Bu söz üzerine düşündüm: hayatımızda iz bırakan ve fakat kendimize yakın bulduğumuz için mi yoksa mahremiyetimizden saydığımızdan mı bilmiyorum, hayatı kayda değer pek çok ismi içimizde sırlıyoruz. Oysa sıradan zannettiğimiz bir hayat hikâyesinin içinde bazen çok güçlü bir karakterin yaşadığını göremiyoruz bile. Belki de her birimiz bir hikâyenin karakteri olduğumuzdandır, kim bilir…

Şefik ağabey, benden birkaç yaş büyüktü.

Bu birkaç yaş farkı ömrün ilerleyen yıllarında kapansa dahi çocukluğumuzda neredeyse boyumuzu aşan bir mesafe demekti. Dolayısı ile çocukluk akranım değildi ama deniz kıyısında yer alan ve o yıllarda birkaç evden teşekkül eden yalı mahallesinin parmakla sayılabilecek ele avuca sığmaz çocukları olarak, “abi” diyebileceğimiz üç-dört isimden birisiydi.

İnsan, zaman ve mekânla kuşatılmış olduğundan, zamanı ve mekânı dikkate almadan yapılan değerlendirmeler eksik kalır. Yalı mahallesi, okçulu ve kovanlı köylerini ayıran derenin denizle birleştiği koyda, her iki köyden sahile ilk yerleşen birkaç ailenin yaşadığı küçük fakat önemli bir yerdi/r. Şefik ağabeyin ailesi de ilk yerleşenlerdendi. Yalı bir mekân olarak, stratejik-coğrafi imtiyazı ile birçok imkânı barındırıyor ve sosyal hayat neredeyse kasaba hüviyeti taşıyordu. Karadeniz sahil yolunun sağladığı ulaşım imkânı önemliydi. İlk ve ortaokulun yanı sıra Kemal amcanın fırını, bakkallar, gazete bayii, hızar atölyeleri, terzi, lokanta, berber, dişçi, köfteci, dondurmacı, ayakkabıcı, demirci, cami, kahvehaneler, balıkçı kayıkları ve çekeği gibi pek çok unsuru bu arada sayabiliriz ki altmışların sonu-yetmişli yılların başlarında bu tablo her yere nasip olmamıştır.

Şefik ağabey, fırıncı Kemal amcanın oğluydu. Altında fırın ve bakkalın yer aldığı konakvarî, enlemesine uzun iki katlı evin meydana bakan bir odası sanırım ona tahsis edilmişti. (Milli bayramlarda okul öğrencilerine heyecanla hamasi şiirler okuyan dedesi Dursun emminin renkli kişiliği bir yana, babası Kemal amca çocukların pek sevdiği bir isimdi ki fırın, belki de bunun için sık uğradığımız bir mekândı. Kemal amca bizi çok mu severdi bilmiyorum ama gelmemize memnun olur, bize şakalar yapar, buna karşılık biz de sıcak ekmekleri rafa dizerek ona yardımcı olmaktan çocukça zevk alırdık. Hamur yoğurma bölümü, pasa bezleri, un çuvalları, kısaca ekmek pişirme ameliyesinin bütün safhalarına Kemal amcanın şefkatiyle vakıf olmuştuk. Teneffüslerde fırınla bitişik bakkala uğrar, elli kuruşa çeyrek ekmek arası helva ve üzerine kaşık ucuyla sürülmüş reçeli afiyetle yer, karnımız doyunca okul bahçesine koştururduk…) Hareketli bir yapısı olan Şefik ağabeyi ise fırında ve bakkalda pek göremezdik nedense. Coşkulu, her an bir kavgaya hazır ataklığı yanı sıra sanırım hassas bir ruha sahipti. Sahilde karavanla kamp kurmuş turistlerle gitar çalarak “muhabbet” eden, birkaç arkadaşıyla okulların açılmasına yakın kırtasiye malzemesi satarak ticarî faaliyet gösteren, yerinde duramayan bir karakterdi.

Ortaokul sonrası ancak bir ay süren, Perşembe Öğretmen Okulunda öğrenciliğim esnasında, Şefik ağabey son sınıfta okuyordu. Aslında daha önce mezun olması gerekirken haşarılığından okulu uzatmıştı. Dolayısı ile kısa süreli de olsa okul arkadaşım sayılır. Onunla ciddi manada irtibatımız sonraki yıllara tekabül eder. Öğretmen okulundan ayrılıp sağlık kolejine geçiş yapınca, köy ile irtibatım ancak tatillerde sürdü. Şefik ağabey ise öğretmen olarak Çayeli’ne atanmıştı. Bu arada 1980 öncesinin bilinen sosyal şartları memleketi öylesine sarmıştı ki, birkaç arkadaşı ile köyde “ülkü ocağı” bile kurmuştu ki mekânın şöhreti mahallin sınırlarını aşmış, haniyse devlet Fatsa’dan, karşı yakadaki Fatsa da bu köyden rahatsız olmuştu. Ben okulu bitirip Ankara’da göreve başlayınca, yine izinli geldiğim zamanlarda denk gelirse görüşebiliyorduk.

Şefik ağabey kendisiydi. Herkes ve her kesimle kolayca kaynaşır, ancak milliyetçiliğini bir kimlik gibi gururla taşırdı. Tanımlamaların ölçeğinde bir dava adamı değildi; adamdı. Hiç değişmeyen yanı bu adamlığıydı. Oysa (meselesi ne olursa olsun) nice dava adamları gömüşlüğümüz vardır ki ortada dava kalmayınca, adamlığı da kalmıyordu! Dolayısı ile Şefik ağabey davadan geçinen, dava alıp satan sıradanlardan değildi. Birkaç yaş küçük olmama rağmen nedense beni görünce önemli biriymişim gibi hürmet ve samimi yakınlık gösterirdi ya da bana öyle gelirdi. Benimle sanki daha çok fikrî mevzularda konuşmak ister, hızla girdiği muhabbetten aynı hızla çıkar, “-yine görüşelim.” der, hareketli sosyal hayatın doğallığına dönerdi. Zaten kimseyle laf yarışına girmez, fikrini kafasında imanını kalbinde taşır, bulunduğu ortamı adeta rahatlatır, herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabullenmiş görünürdü. Bu sebeple hatırı sayılır geniş bir çevresi vardı. Hiç değişmeyen bir özelliği ise mütevazı oluşuydu. Dost, ahbap, tanıdık kim olursa olsun her zaman samimiyetle yaklaşır, yakınlığı muhafaza ederdi. Görevi gereği bir statüsü ve buna bağlı çevresine rağmen o hiç büyümeyen bir çocuktu. Oysa geldiği makamlarda kendisini bir şey zannederek, küçülerek değişen nice tanıdık da gördü bu gözler…

Akranlarına göre geç evlendi; kendisi gibi öğretmen olan, dayımın kızı Gülser abla ile. “Muhtar” Mehmet dayım, Şefik ağabeyin haşarılığının yatışmasını diledi diyelim, nihayet izin verince Leyla ve Mecnun hikâyesine dönüşmesine ramak kala evlenebildiler… Samsun sahra sıhhiye okuluna askeri birliğime teslim olmaya giderken (babamın ricası üzerine) bana refakat etmesi yâd etmeden geçemeyeceğim bir hatıradır. Beni subay akrabasıyla tanıştırmış, güya emanet etmişti. Bir başka hatıra ise, yıllar sonra düğünümüzün (bekârlığıma darbe vuran yıl farklı olmakla beraber, gün 12 Eylüldü) Perşembe halk eğitim merkezi salonunda olmasıdır ki kendisi ile alakası oranın müdürü olmasıdır.

Adana’dan nihayet Ordu’ya atandığımda daha sık görüşür olduk. Bir gün kendisini makamında ziyaret etmiştim. Hoş-beşten sonra heyecanla masasının üzerindeki kitapları göstererek:

“-Senin kadar olmasa da biz de kitaptan kopamıyoruz. Gerçi tamamını okuyamıyorum ama kitap görünce dayanamıyor, alıyorum” derken gözlerinin içi gülüyordu. Çizgisini kitap tercihinde devam ettiriyordu. Bu orta boylu, nispeten zayıf, yerinde duramayan adam, alışılmış “memur/amir” karakterlerine benzemez, statüyü adeta önemsemez, herkese yardımcı olmaya çalışmak bir yana hakikaten yardımcı olur, sahip olduğu vefa duygusunun pek çok eski dostta aşındığını görmenin hüznünü de saklamazdı. Son zamanlarda iyice zayıfladığını fark etmiştim. Bünyesi hassastı, uzun zamandır rahatsız olduğunu lakin umursamadığını biliyordum ama rahatsızlığının ciddileştiğini sonra öğrendim.

Şefik ağabey, ardında iki evlat ve genç bir hayat arkadaşı bırakarak kırklı yaşlarının başında aramızdan ayrıldı. Cenazesine katılan vekil, bürokrat, protokol mensupları, arkadaşları, köylüleri ne hissettiler bilmem ama ıslak bir ılıklıkla bir hatıra gibi kaydı gözlerimden Şefik ağabey. “Büyükağız” dediğimiz yerleşim yeri onun vefatından sonra haniyse tatsızlaştı, tenhalaştı, şevkini kaybetti. Adam gibi adamların bıraktığı boşluk günümüzde daha çok derinleşiyor, sanki. Vefatının üzerinden oniki yıl geçse de “Şefik Uçar” bu isimlerden birisi olarak hafıza ve hatıramızda yerini bütün tazeliğiyle koruyor…

İsa YAR