ŞUURALTI
Oraya gitmek için kendime bir sebep arıyorum. Oysa gitmek için belirgin bir sebebim yok. Nedense hep oraya gidiyorum. Kimbilir, belki gitmek ihtiyacından, belki de yitik mekanın izini sürmek arzusu yahut alışkanlık…
“Çayınız, hocam” diyor, yirmili yaşların başındaki genç. Sormuyor bile, çayı sehpaya bırakıyor. Zaten, “Çayınızı tazeleyelim mi” dışında soruları olmayan birisi. Aradığı cevaplar yok. Bu mekâna sorular ve cevap bekleyen bakışlar olmadığı için mi geliyorum? Bak, bunu hiç düşünmemiştim. Düşüneyim o zaman. ‘Sorgulanmak’ deyince aklımıza hemen gelivereni bir kenara bırakırsak, hep sorguda olduğumuzu fark ediyorum. Sorguluyor ve sorgulanıyoruz! Daima bir açıklama bekliyor yahut açıklamaya zorlanıyoruz. Adeta “nasılsın, ne düşünüyorsun, iyi misin, bir şey demeyecek misin…” derken bile sorguluyor, sorgulanıyoruz.
İnsan bir halde kalmıyor, kalamıyor. İçimizden bahsediyorum. Ahenkli bir dengeden, mutmain olma hali ve sükunetten. Ruh hallerimiz, değişken. Canımız sıkılıyor. Canımızı sıkıyorlar. Bu hızlı akış ve değişim eşyada, mekânda yani görünür olanda yaşanırken içte durağanlık, yorgunluk, usanmışlık hali. İçinde değiliz hayatın; seyrediyoruz sadece. Bu ise bir seyr/yolculuk hali değil, temaşa/izleme…
Baraja dökülmüş ırmak, uçurumun başında önü kesilmiş yol gibiyim! İçime doluyor, içimde kıvrılıyorum. Yazmak, yola devam etmekle eş anlamlı; yaşamak gibi. Kalemi tekrar tekrar alıyorum elime, bir cümle yazmadan bırakıyorum elimden. Kime kelam etsem, sesim bir duvara çarparak parçalanıyor. Diyorum ki “deneme” yazarak size ulaşmayı denemeyeceğim artık. Bir kurgunun peşine takarak dikkatinizi, ancak bir romanla ulaşabilirim idrakinize. Romancı değilim. Geriye şiir kalıyor. Oysa kemikleşiyor duygularım, yaralarım kabuk bağlıyor; bu beni yaşadığım topluma uyumlu kılarken şiirden uzaklaştırıyor. Şiirden yani içimden…
Çay içerken, günlük gazetelere bakıyorum; okumuyor, sadece bakıyorum. Okunası şeyler kitaplarda, dergilerde. Gazetelerde ise: “Şeker ve tuzdan uzak durun” diyor sağlık uzmanları! Hayatın tadı-tuzu zaten kalmamış, bırakın yemekte tuz, çayda şeker kalsın. Bir sanatkârda eserini ortaya koyacak duygu ve düşünce yoğunlaşması, günümüz öğretilerinde “patoloji” olarak tanımlanıp, anksiyete-stres ve depresyon, nevroz ilh. tanımlamalarla tedaviye muhtaç görülürken; her kimse herkes sıradanlığında hizaya zorlanırken, hangi eserden, şiirden, fikirden bahsedebiliriz. Sudoku çözerek bırakıyorum gazeteyi sehpaya…
Heyecanla anlatıyor genç adam yanındaki arkadaşına: “Gavs hazretlerinin…” Yan taraftaki sehpayı üç kişi kuşatırken, içlerinden biri gamsız sesle: “Of! Burada sigara içiliyor” diyor. Sigara içen ortayaşlı adam dayanamayıp, okuduğu kitaptan başını kaldırarak tanımadığı şahsa sesleniyor: “Onun için içeride oturmuyoruz birader, buradan daha dışarısı yok!” Bir çocuk duruyor karşımda; boya sandığı değil de sanki dünyayı asmış boynuna: “Parlatalım abi”. Pembe nağmelerle seçim otobüsü geçiyor caddeden. Sıska köpek köşedeki çöp ‘konteynırını’ karıştırırken, canhıraş kaçıyor sokak kedisi. “İsmet Özel, diyor köşede tartışan guruptan bir öğretmen, Terme’ye gelecekmiş” Çocuk parlattı ayakkabıyı, parasını aldı, tekrar boynuna astığı sandıkla yürüdü ardına bakmadan. Durumundan şikayet eder hali olmadığı gibi, bir iş yapmanın büyük adamlara mahsus kabullenmişliği var üzerinde. Boyacılığı ona yakıştıramayan o değil, biziz. Ah, çocukluğumuz! O özlediğimiz uzak ülkemiz çok mu güzeldi? Değil. Güzel olan çocuk olmamızdı. Hep çocuk kalsaydık, hiç büyümeseydik demenin bir daüssıla özleminden öte anlamı yok. Benim yazılarımın bir yanı niçin kapalı havalar gibi karamsar? İki yıl önce, yanımda kızkardeşim, birkaç adımda yorulduğu için sırtıma alıp “hematoloji” polikliniğine kadar taşıdığım babam, fakülte hastanesinde birbuçuk ay süren tetkik ve tedavi sonrası –bu süreçte yaşadıklarımız uzun bir bahistir- “beni götürün” dediği köy evimizde yalan dünyaya veda ettiğinde öldü çocukluğum. Ben çocukluğumu o gün yitirdim. O günden sonra hiçbiryerdeyim. Bütün gidip gelmelerim zamanı sarmak için…
Kelimelerimi saldım sokağa. Son model bir araba geçiyor caddeden, teker izlerinde yamyassı olmuş cümlelerim. Kaldırımda yere savrulmuş anlamı süpürüyor belediye işçisi. Bir seçim otobüsü daha geçiyor, gürültülü. İçimde birbirine paralel iki ben; biri “yaz” diyor, diğeri “yaşa”. Havanın gâh açık gâh kapalı olduğu Karadeniz iklimi gibiyim. Bir kararda olamamak hali. İnsan şuuraltında saklı. Şuuraltı, çocukluğumuz. Şuuraltı aldatmayan yanımız; şuura yükselen yanımızda hesabilik, kontrol ve öğrenilmiş çaresizlikler. Garsonu görüyorum, göz mesafesinden söz mesafesine gelince sesleniyorum: “hesap”
Telefonum çalıyor. “Baba, yemek hazır, bekliyoruz” Kalkıyorum; önce markete uğramalı. Sokakta seyyar satıcıyla selamlaşıyoruz. Yerine kültür sarayı yapılması düşünülerek yıkılan, eski belediye dükkanlarının olduğu alanı çevreleyen kaldırıma paralel ahşap ihata duvarında resimler. Eskiden şöyleydi şimdi böyle diyen resimler. Hepsinde yeniden aday gösterilmeyen mevcut belediye başkanının sembolik fotografı. Arada çocukları at binmeye götürdüğüm ve beyaz Midillinin de bulunduğu At çifliğinde çekilmiş resme takılıyor gözlerim; gösterişli iki ata binmiş iki adam: eski bakan ve başkan . Eve yöneliyorum. Kapı, merdiven, zil, “hani birleşik kesirleri çalışacaktık baba” diyerek kapıyı açıyor bahar gözlü bir çocuk; “tamam, çalışırız kızım.”
Merhaba huzur…
İSA YAR