YAZARIN GÜNCESİ


Burada yazardan kastımız, edebî metin inşa kudretini elinde bulunduran ve bunu kağıda aktarabilen kalem erbabıdır. Bu çerçevenin içine genelde bütün kalem erbabının dâhil edilebileceği düşünülürse de biz öyle yapmayacağız; bahse konu olan özelde “deneme” yazarıdır. Çünkü kurgudan en uzak kalem odur. Yazıya kendini en çok katandır deneme yazarı. Dolayısı ile her kaleme alınmış ve denemenin hakkını vermiş metin bize yazarından haber verir. Elbette diğer edebî metinler/eserler yazarın ben’inden azade değildir. Ancak deneme, yazara iç dünyasını, dış seslerin içe yansımalarını yazıya saf ve özgün yansıtma imkânını bahşeder. Bu demektir ki denemeye yaşanmışlık eşlik eder. O halde yazarın yaşadığı iklime biraz girmek, ona tesir eden birçok unsuru resmetmek icap eder ki biz buna yazarın güncesi diyebiliriz. Bu günceyi çözebilmek yazarın imtihan boyutlarından bahsi gerektirir. Bahsedelim o zaman.

Yazarın kitapla, yazıyla, sosyal çevreyle, hatta kendisiyle farklı boyutlarda, kaleminin rengini hatta yazma iradesini etkileyebilecek çapta bir imtihan süreci vardır.

Yazarın kitapla imtihanı iki boyutludur. Birincisi, beslenme kaynağı olarak, okuma sürecine eşlik eden kitaplar. Bu hususta yazar, kitaplarla irtibatını kopartmadan, seçici okur vasfını muhafazaya devam etmek mecburiyetindedir deyip, geçelim. Geçmeden önce, “marifet, çok kitap okumak değil, iyi kitabı çok okumaktır” kelam-ı kibarını bir deniz feneri gibi gözden ırak etmeyip, okunası eserleri keşf ve bu eserlerden müstefid olacak müdrik bir okuma ameliyesinin ehemmiyetine ayrıca işaret edelim. Şimdi geçebiliriz. İkincisi, yazarın kendi kitaplarıyla imtihanıdır. Yazar için her kitabı bir istasyondur ki yolculuğuna/yazarlığına devam etmek isteyen kalem erbabı her istasyonda lüzumu kadar eğleşmeli ve asla orada takılıp kendisi bir istasyona dönüşmemelidir. Yazarın kitabıyla imtihanının diğer bir boyutu -ayrı bahistir- işin piyasası ile alakalıdır. Kitap basımı, tanıtımı, dağıtımı, has okura ulaşması, satışı, tenkidi çoğu defa onu gâh coşkuya gâhî hayal kırıklığına sürüklese de bu tecrübeyi mahremiyetinde mahfuz tutmalı ve ileriye bakmalıdır. ‘Dış ses’ yazarı etkilese de ‘iç sese’ dikkatini engellememelidir. Çünkü eser yazarın iç sesidir.

Yazarın yazıyla imtihanı kanaatimce en önemlisidir. Çünkü yazmak zor, sancılı bir süreci muciptir. Yazmaya ara verilen dönemlerde rehavete kapılmak, rahatın tuzağına düşmek yazıya tekrar dönmeyi güçleştirebilir. Yazının/eserin tamamlanmasından doğan hak edilmiş rahatlamanın aksine, bu atıl durum yazarı uzun bir suskunluğa hatta sükûta sürükleyebilir. İmtina etmek gerekir. Öte yandan habire çalakalem yazmak ise edebî kudreti zayıf niteliksiz yazılar kaleme almak demektir ki sıradanlaştırır yazarın kalemini; daha da kötüsü güçlü metnin/eserin önünü keser, yazardan beklenen eseri öteler…

Sosyal çevre yazar için elbette önemlidir. Hepimizin sosyal hayatta vazgeçilmez, olmazsa olmaz rollerimiz ve buna bağlı dar/geniş çevrelerimiz vardır. Farklı rollerden kaynaklanan bu çevrelerin birbiri ile yakın/uzak konuşlanması, yine birbiriyle uyumlu/çatışan yanları vardır. Yazar bu farklı sosyal çevre ve buna bağlı rolleri birbiriyle karıştırmadan sosyal ilişkilerini düzenlemeli ve sürdürmelidir. Kan dolaşımı gibi. Nasıl ki: vücudumuzda kanın varlığı ve dolaşımı hayatın varlığı ile eşanlamlıdır.  Hayatın sağlıklı devamı için temiz ve kirli kan atardamar ve toplardamarlar vasıtasıyla bir devir-daim içinde olmak zorundadır. Aynı sistemin içinde olmakla beraber kirli-temiz kan birbiri ile temas etmez bile. Ederse düzen-hayat bozulur; bazen sosyal ilişkiler de böyledir. Merkez efendinin dediği gibi: “Her şey kendi merkezinde” demeli.  Yazar, yazarlığından kaynaklanan daha çok edebî muhit denilen sosyal çevrede rollerini başka zeminlerde sergilememeli ki iç iklimi zarar görmesin. Aile, iş, mahalle ortamı da birer sosyal çevredir ama evinize eş-baba olarak gidersiniz yazar olarak değil. Sosyal statüler yazarın dünyasında insanı geri plana iten bir ayrıcalık olarak görülmemeli. Sosyal yapıyla irtibat noktasında en önemli husus ise yazarın ihtiyaç duyduğu kontrollü tecride zaman ayırmasıdır. Gerektiğinde tenhasına çekilemeyen bir yazar, ihtiyaç duyduğu sükûneti bulamayacak ve kaleme alacağı her ne ise onu inşa edemeyecektir.

Yazarın kendisiyle imtihanı dedik! Bununla ne demek istedik. Yazarın/yazmanın önündeki en büyük engel çoğu kez yazarın ben’idir. Diğer sebepler bir şekilde yazma eylemine tesir etse de yazarın iç iklimi, varoluş anlamını yüklediği benlik anlayışı ve buna bağlı isteği/isteksizliği üretkenliğini etkiler. Bu sebeple yazar iç iklimini dış nazarlardan mümkün olduğunca korumalıdır; başka bir ifadeyle dış etkileri filtrelemelidir. Bunu nasıl yapabilir? Gözü misal verebiliriz. Bakma-görme sürecinin ilkinde obje göze çarpar ki bundan mesul değiliz; ancak ikinci bakışta göz objeye yönelir yani iradidir ve dolayısı şuurludur ve mesuliyeti muciptir. Dış ortamda tezahür eden şeylere ‘lüzumu kadar’ dikkati vermek, lüzumundan fazla konuşmamak gibi tedbirler yazarı ve kalemini rahatlatacaktır. Bunun aksi dağılmaktır. Yazar zihnen dağılmamalı ki yazdıklarından istifade edilebilsin.

Yazmak sancılı bir süreç ve yazar bu süreci mahremiyetinde yaşayan lakin yaşadıklarını kendinde saklayarak anlamı yazıya aktarandır. Yazarın güncesi önemlidir vesselam…

İSA YAR

HAS OKURA MEKTUP


            Bana, beni soruyorsun!

           İçimi yoklayarak sana yazarken, sorularını tekrarladım kendime. Bir cevap ararken iç denizimde, belki cevap diye kendimi aradım. Yazdıklarım sorduklarına bir cevap teşkil edecektir, umarım.

 

            Bugüne kadar yazdıklarımın izini sürdüğünü, yazılarımda ne gördüysen kayda değer bulduğunu biliyorum. Okuduğun her metine teslim olmadığını, ret ve kabullerin olduğunu, sorguladığını, seçiciliğini, okuma tarzının ayrıcalığını da biliyorum. Cümlelerime tutunup benimle kuyulara indiğinin, zirvelere çıktığının ve fakat temkini elden bırakmayıp mesafeyi koruduğunun farkındayım. Bu iyi. Ne zaman yalnız kalmak istesem, içimin tenhasına çekilsem “hiç var olmamış gibi” yoktun. Ne zaman kaleme ve kelama saklasam sesimi, duyan sen oldun. Demem o ki yazdıklarımda saklı olan ben’i daha da konuşturmak istediğinde, sorularınla çıkageldin. Pekâlâ:

 

           I

           Kendimle konuştuğum zamanlar olmuştur. Belki bütün konuşmalarım kendimledir, kendimedir. Kendime sorularım olmuş mudur? Ben bir soruyum zaten her insan gibi, cevabı kendisinde taşıyan…

          İstemeye gelince:

          İnsan istememeyi öğreniyor. Elbette “vermek istemese, istemeği vermezdi” sözündeki hakikate ve ardındaki hikmete inanmışlığımız tamdır.  Kastım o ki: kimseden istememeği öğrendim, kendimden bile! İnsan kendisine dahi sözünü dinletemiyor bazen. Belki, dilemek manasında bir istek kalbimi yoklayan, hepsi bu, dilemek. “Gayrıdan istemek” dilemek değil de dilenmek gibi bir şey. Tabi, bu istemenin içini doldurmak lazım… Kimseden veremeyeceğini istememek; çünkü herkes kendinde olandan verebilir. Verebilme gücüne sahip olandan istenir. Mesela adam zengindir ama verme gücü kendinde yoktur; kalbi vardır ama sevgisi yoktur, merhameti, acısı, gözyaşı yoktur ve bu kişi aslında fakirdir, veremez.
          …

         Beni yazdıklarımdan tanıyanlar, sözümden ve sükûtumdan bilenler, bütün tanımlamaların ölçeğiyle ölçenler, en çok mukayese edebilirler. İster ailevî yakınlıktan, mesai birlikteliğinden, ister ise mesela bir çay ocağının/dost meclisinin kendini tekrar edip duran sohbetinden “tanıyanlar” iç denizimin kıyısında dışıma vuran dalgalanmalarımı hissedebildiler sadece. En yakınımdan en uzağa bu böyle gibi geldi bana. Kimden ne isteyebilirim ve kimden niye isteyeyim ki… Dilemek! Hep güzeli, sahih ve selim olanı dilemek. Ve incinmek… Belki ben de gayrıyı hep sahilinden seyrettim. Kolay mı bir insanın mahremine muttali olmak! İçimin, en yakınlarıma nihan kalmış köşeleri var. Dahası, kendim bile içimin saklı köşelerini büsbütün keşfetmiş değilim. Bu hemen herkes için geçerlidir, değil mi?

 

         “Yazdıklarımdan tanıyan” dedim. Üslûbumu güzel bulabilirler, “adamda retorik var yahu” diyebilir, “kalemi kuvvetli, şair işte”, “ben öğretmen sanıyordum, sağlıkçıymış!” yani yazma tarzımdan ya da yazdıklarımdan yola çıkarak bir hüküm verebilirler. Sorarım: kaçı o yazının, şiirin, kelimelerin arkasındaki insanı görebiliyor ya da görebiliyoruz… Belki bundandır tenhayı sevmem. İnsanlarla ne konuşabilirim ki, uğultunun sağır ettiği insancıklarla…

         Bak! Bir sana yazıyorum bunları. Yaprakta ağacı, suda denizi, yağmur damlasında bulutu görebilen kaç kişi var, bilmiyorum. Bildiğim o ki derinlemesine nüfuz edici bakışa, idrak/anlama kabiliyetine ve isteğine sahip bir kaç kişiden biri de sensin. Belki evladım da böyle bir derinliğe sahip, bence öyle ve fakat en yakında olmak bazen görmeyi engeller. Ben onu, o beni göremez; gördüğümüz “baba ve kız”dır. Arkadaş ise biraz daha temkinli mesafeden baktığı için görür, ancak gördüğü kendisidir! Sende kendisini görür ve sen kendini onda; dolayısı ile ikinizin de gördüğü ne sen ne o. Gördüğünüz ikinizin kaynaşmış gölgesi ve karışmış sesidir; ayrıldığınızda/uzaklaştığınızda eksiklik hissetmeniz bundandır; o biraz sende, sen biraz onda kalmıştır. Hepsi bu…

 

          II
          Bütün geç kalmalarım, acele etmemdendir; ertelenmişliklerim de…
         Beklemeyi hiç beceremedim ben. Bir yere mi gideceğim, araba beklemeyi sevmem mesela, biner giderim arabamla ya da araba bana gelecek. Ben yayıncıya değil, yayıncı bana gelecek; bu mizaç yazılarımın niçin hâlâ kitaplaşmadığını da açıklıyor değil mi? Ramon`dan farkım: ben ölüme gitmem, ölüm bana gelecek…

          Biliyor musun: “içimdeki deniz” filminde Ramon`la örtüşen yanlarımı gördüm. Oblomov`da, Tutunamayanlar`ın Selim`inde olduğu gibi. Ama bir farkla; ben daha çok Selim ama biraz da Turgutum. Biraz Oblomov biraz Ştolts yani Andrey… Ramon`u özgürlüğünden alıkoyan/sınırlayan bedenî bir hastalık, bir mecburiyetti… Beni kısıtlayan ise benim dışımda adına dünya denilen çok şey; belki de mizacım en büyük engel. Romanlarda yaşayan karakterler nihayetinde muhayyile ve tasavvurun inşa ettiği “rol modellerdir”, bir kurguda hayat bulurlar. Hayatta ise kurgu yoktur, bütün gerçekliği ile insan vardır. İnsan ve insana dair olan her şey… Bir roman, hikâye, film insana ve hayata dair gerçekliği dile getirebilir ama bir insanın hayatı bütünüyle yaşanmadan anlaşılamaz, hüküm verilemez.

          Hepimiz insanlığın ortak hikâyesinde kendi gerçekliğimizi yaşarız ve yaşamadan hatta yaşarken bile anlayamayız çok şeyi. Üzerine kafa yormadan, dikkat kesilmeden fark edemeyiz hayatın sakladıklarını. Biz de hayatın içinde saklanan sorularız cevapları taşıyan…

 

          İsa YAR

Şehir biraz yalnızlıktır


.

.
.
.

.

            Şehir insan demektir kanaatimce.

Sokaklar, kaldırımlar, hâneler, kahvehaneler, mâbetler, marketler… Yollar, binalar insansız nedir ki? Şehir insan demektir; şehir yalnızlık… Evet, çoğalan bir yalnızlıktır şehrin kalabalığı. Yoksa kent mi demeliydik?  Şehir sıcak kelime, kadim ve medenî; şehir kente dönüşünce başlar yalnızlık! Bu yalnızlık doğurgandır; kalbî, fikrî, hissî, kısaca insanîdir. Şikâyet edilen değil bilakis talep edilen bir yalnızlık.

 

İnsan kendini unutmak için karışır kalabalığa; kendini keşfederek çıkar kalabalıktan. Şehir ise tanımlamak ister insanı, tanımak değil; tanımlamak, sıradanlaştırmak, istiflemek…  Tabelaları vardır şehrin, her tabela bir etiket, her etiket bir kimliktir ‘birey’ için! Amin Maalouf’un ölümcül kimlikleri gibi: aidiyetsiz.  Mağazalar, bankalar, marketler, sendikalar, statüler, arabalar, konutlar, elbiseler… Tabela insanı olmayanlar, kendi tenhasını inşa eder şehirde.  Her tenha bir cazibe taşır, kalabalıklaşır zamanla ve orası da bir tabela olur!

 

Şehir biraz da seyyar satıcılar, ayakkabı boyayan çocuklar, izbe sokaklar ve kapitalizmin mağaza vitrinlerinden azgın bir iştiha ile taştığı geniş kaldırımlarda yürüyen insanlardır. Görülmezden gelinse de görünen yüzü budur kentin. Sabahın seherinde cânanını uykuya, uykusunu bâd-ı sabâ’ya terk etmiş nice adamlar vardır ki en çok günübirlik iş bulmaktır her birinin muradı.  Şehir onlara hiçbir “açılım” sunmaz. Sabah namazını mahalle camiinde edanın ardından, henüz kapalı marketin köşeye sıkıştırdığı küçük dükkânını besmele ile açan birkaç esnaf hâlâ vardır, çok şükür. Hiçbir mekânı olmayan ve fakat her yer mekânımdır diyen bir akşamcının sızıp kaldığı köşe de kentin mücavir alanı içindedir elbette. Yalnızlığı çoğaltan/saklayan şehir bir sığınaktır sadece…  

 

Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar.  Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…

 

Bir şehrin yalnızlığı, insanın yalnızlığıdır. Ayrı bir bahis de olsa, “dünyevî” olamamışlığın bir bedeli vardır ve bu bedel paylaşılır yalnızın mahreminde. Şaşkın cühelanın kör ve sağır nazarını umursamayarak, arastada bir çay ocağının sıcaklığında birkaç dostla hasbıhal eylemektir mesela. Başka şehirlerde başka yalnızların toplandığı bir çatı altı misali çıkan edebiyat dergilerinden eksiği olmayan dergiler çıkarmak, aslında hiç büyümeyen çocuk yanlarını sergileyerek biraz rahatlayabilmektir imkânları ve fakat iş ciddiye alındığında oyun bozulur; dedim ya çocukluk işte. Her şeyi ciddiye alan bu adamlar yalnız kendilerini ciddiye almazlar; yeterince resmiyetin yer aldığı şehre sırtlarını dönüp, birbirlerinin sözünden çok yüzüne bakarak bol çay içerler…

 

Bir de ev hali vardır zamanın dışına çıkmış bu adamların. Evdeki mâşûka razıdır ister istemez; en çok “söylenir” kiralık evde kitap yüklü odanın tozunu alırken ve hayalinde, perdelerinin deseni bile belli kendi evinin tasviri… Babalarına hürmet duygularını hep muhafaza etmiş çocuklar büyüdükçe hürmeti muhafaza ile hayranlığını azaltırken, olan biteni yani hayatı idrak yıllarını alacaktır besbelli. Üniversite sıralarında asgari ücretin üzerinde harçlıkları olan “gelir düzeyi yüksek” babaların çocuklarına özenmeseler de, bu kitap dolusu odada hayata ve insana dair konuşan babanın sözleri gittikçe anlamlı bir sükûta dönüşür, nedense… Cümle âlem bilir ki şiirin mısraları geçmez pos cihazında; nakde dönüşmez. Şiir ki bir iç kanamadır zaten, geç fark edilen… “Parça kontur” bile alamazsınız bir şairin acılarıyla. Yazdıkları hayranlıkla okunan yazarın kalemi beş para etmez karaborsa kömür satanın nazarında; bu böyledir… Sevgi paylaşıldıkça çoğalır, paylaşıldıkça azalır acılar ve fakat yalnızlık hep aynı kalır; adı yalnızlıktır bir kere…

 

Bir medeniyetin bütün şubeleriyle temsil edildiği, temerküz ettiği şehirlerde yaşamıyoruz artık! Köy, kasaba, şehir birbirine nüfuz edemeyen nüfustan ibarettir günümüzde. İnsanlar şehirde adeta “birer kemmiyet”tir; “urbalarla kemik, mintanlarla et”. Mutantan binalar, caddeler, parklar… Eşyanın insana yer bırakmadığı günümüz şehirlerinde hepimiz köleyiz, hepimiz mahpus! Şehrin planını mimarlar tenkit etsin; aile olmaktan çıkan “çekirdeği”, kapısını çalamadığımız komşuyu, yitirdiğimiz mahalleyi,  ahlakiliği/ahlaksızlığı akademisyen sosyal bilimciler araştırsın; kömürünü devlet, iaşesini belediye karşılasın ve fakat şehrin insana yüklediği yalnızlığı bırakalım şairler anlatsın; “ben kendimi dağ bilirim” diyen şairler. Yalnız şair diyebilir : “uzasan göğe ersen/ cücesin şehirde sen/ bir dev olmak istersen/ dağlarda şarkı söyle”…

 

Şehir ve insan birbiriyle ünsiyet kuramadıkça, şehir de insan gibi yalnızdır. Hele günümüz kentlerinin ve bu kentlere yığılmış insanların payına düşen yalnızlık ve bir o kadar da hüzündür. Artık her şehir kısmen yalnızlık, her insan biraz kalabalıktır. Kentin kalabalığı ise büyüyen yalnızlıktan başka bir şey değil. Bahse konu yalnızlığı batı kültüründe tanımlanan yıkıcılığı ile değil, doğunun inşa eden iç zenginliğiyle tarif edersek iyi bir şeydir. Acı fakat şifalı…

 

 Elhasıl şehri seviyorum; yalnızlık kadar!  Bana, kendimi buldurduğu için…

 

İsa YAR

 

*Yağmur dergisi / haziran 2010

O SEN MİYDİN?


.           

            Zaman içinde yolculuk… Hayat biraz da bu değil mi?             

           Yaşamak/yaş almak, doğumdan itibaren her insan için geçerli bir sürgit, kesintisiz, fasılasız bir yolculuk. Şüphesiz, bu yolculuğun merhaleleri var. Her merhale, beraberinde bir farkındalığa bizi ulaştırıyor ve idrakimiz derinleşiyorsa, yol haritamız ne olursa olsun yaşıyoruz yani yolun farkındayız demektir. Sıradan idrak sahipleri için, ‘geçilen yaş’, edinilen malumat ve kesp veya lütuf edilen dünyevî imkânlar tanımlar insanları. Sıradan yani sığ ve zahmetsiz düşünenler; kendisinden fikrî tekâmül beklenip de işin kolayına kaçanlar; herkes değil yani…  Önemli olan ise herkesin tanımlaması değil, insanın kendisini tanıması ve tanımlamasıdır. İnsanın yani varlığının bilincinde olanın…            

           ‘Yolda olmak’ dedik, yaşamanın tanımı mahiyetinde yola ve yolculuğa işaret ettik. Yolculuk özünde ayrılığı, nihayetinde vuslatı icap ettirir. ‘Yolculuk bilinci’ şuurda yer alınca ‘yaşamak’ sadece ve ancak o zaman anlamlı olur. Takvimlerde tükettiğimiz yıllar, okuduğumuz kitaplar, bulunduğumuz sosyal statüler/imkânlar, gülüp ağlamalarımız, yazıp söylemelerimiz ilh. böyle bir şuurdan yoksun isek, bize vaat edilen ya da istenilen hayatın uzağında ve sıradanlığın tuzağında olsa olsa sıradan bir ‘yaşam’ olabilir bizimki; asla kemaliyle bir hayat olamaz. Yalnızlığı göze alamayanların ise kâmil bir hayatın doyurucu derin idrakine ulaşmaları kolay görünmüyor. Nedir bu yalnızlık? Batılı insanın sosyal yalnızlığı değil kastedilen, bir iç yolculuk işaret ettiğim. Tenha olmayı gerektiren ve hâl olarak insanı kuşatan, kuşattığı insanı bütün ‘kalabalığından’ ayıran ahenkli bir içte çoğalışın akabinde bütünleyen yalnızlık, yekparelik…           
          …
         
Çocukluğumuzdan itibaren çekilmiş resimlerimize baktığımızda neler hissederiz! Biliriz ki o resimlerde o an’ımızı tespit eden fotoğraftaki suret bizimdir. Yani o resim bizimdir ve fakat artık biz o değilizdir!  O resim bizim o an’ımızı ve öncesini ihtiva eder; sonrası o resimde yoktur. En son resmimiz ise bütün geçmişimizi temsil eder ve fakat onu sadece biz görürüz, biliriz; gayrı bilmez. O sebepledir ki gayrı (bu çocuğumuz da olabilir) “şu resimdeki kim” diye sorar da biz “benim” derken bile sanki çok önce ayrıldığımız bir yakınımızdan bahseder gibiyizdir.  Hayatı idrak zamanla bizi, sureti aşan bir merhaleye taşır. Kendimizi ve dışımızdakini suret olarak değil; bizde yer eden şahsiyeti ile görürüz. Her yaşta insanın, fotoğraf stüdyosunda çekilen vesikalık resmini ilk eline aldığında sanki kendisine çok benzeyen bir başkasına bakıyor gibi olması bundandır. Çünkü noksandır resim ve ruhumuz bedenimizde olsa da resmimizde yoktur; belki halet-i ruhîmizden bir emare taşır, o kadar.  Bu da gösteriyor ki insan (kendi fotoğrafında bile) suretin dışında, ötesinde ve fevkindedir. Şimdi, hepimiz herhangi bir resmimizi elimize alıp, kendimize soralım: “O sen miydin?”.  Sonra bir aynanın karşısına geçip aynaya/aynadakine soralım:

“ben kimim?”… 
İsa YAR

Kibrit kutusunda hatıralar…


.
.
.

 

Bugünün çocuklarında nasıl tezahür eder bilmem ama şimdi anlıyorum ki bizim çocukluğumuzda her bir nesnenin hayata karışmış bir anlamı vardı. O nesne her ne ise sadece asli işlevi ile değil çağrışımlarıyla da anlamını çoğaltırdı. Şairin “her nesnenin bir bitimi var ama/ aşka hudut çizilmiyor Mihriban”  deyişi ise bahsimiz dışındadır. Hafızanın en muhkem, derin ve kalıcı yanı kanaatimce çocukluk hatıralarıdır. Hele, çocukluğunuz köyde veya kasabada geçti ise bazı nesnelerin çocuk muhayyilesinde kazandığı anlam, eşyanın fevkindedir. 

Elektriğin ve elektronik aletlerin imkânından mahrum ve fakat 14 numara gaz lambasının nice masal saklayan loş ışığında aydınlanan müstakil evlerde sükûnetle genişleyen ahenkli bir huzuru içten hisseden çocuklardık biz. Üç mevsim kuzine/soba yanan kırmızı kiremitli Karadeniz evlerinde ocaklık tabir edilen kısımda (betona yüz vermemiş Anadolu evlerinde hala mevcuttur)  umumiyetle fındık/kızılağaç odunuyla ocak yanar, sacayağı üzerinde bir yemek kazanı fokurdar, isli çaydanlıkta çay demini alırdı. Briket duvarda gölgeler şekillenir, ahşap döşemeye serili kilimin üzerinde ya da yer minderinin rahatlığında oyunlar oynardık. Ocaklığın üst kısmında bir çıkıntıda muhakkak içinde ‘vasatî’ kırk çöp olan birkaç kutu kibrit sıralanır,  hemen yanı başında bir çiviye takılı yarım rükûda gaz lambası asılı olurdu. “Lüküs” tesmiye edilen ve günün şartlarında lüks olan daha aydınlık lambalar her evde bulunmazdı. Bir kenarda muhakkak gazyağı, 7–14 numara lamba camı, lüks fitili ve kibrit yedeklenmiş olarak bulunurdu. Lamba yandıkça islenen camlar her gün parlatılır, kullanılmadığı sürede cam kısmı dantel kılıfla kapatılırdı.  

Babamızda gümüş renkli bir muhtar çakmağı illa bulunur ancak her evde ateş ya da lambayı yakmak için kibrit kıllanılırdı. Boş kibrit kutuları çocuk oyunlarımızda önemli bir malzeme teşkil ederdi. Birbirine ekleyerek tren/vagon imal eder ya da kutunun her bir yüzeyine “Bey, Çavuş, Onbaşı…” gibi şeyler yazar, sırayla düz bir zemin üzerine atar ve hangi yazı üste gelirse o an o rol bizim olurdu. Misket (biz pıtık derdik) oyunlarında gazoz kapağı, elbise düğmesi alışverişinde kibrit kutusunun geniş yüzeyi de tedavüle girerdi.   

Bizim çocukluğumuzda eşyaya/nesneye aşkın bir anlam yüklenmezdi belki, lakin kibrit deyip geçilmez, gereksiz yere bir çöpünün harcanması israf sayılırdı. Belki de halk irfanında her şey geleneğe yaslanan yetiştirme tarzının hayatta karşılığı olan unsurlarıydı. Hayat hayatın içinde öğrenilirdi. Kimse kimseye “gel sana hikmet öğreteyim” demezdi muhakkak, ancak öyle tabiî bir yaşayış sergilenirdi ki biz çocuklar almamız gerekeni oradan farkında olmadan alır, şuur altına atar ve ömrün herhangi bir safhasında o tevarüs edilmiş bilgi bir çıkmazda tutunduğumuz ip olurdu. Okul yıllarımızda olsun seçici/şuurlu okumalarımızda olsun, kitap bilgi ve kültürün kaynağıydı muhakkak ama ‘hayat bilgisi’ denilen şey ciltlere sığmaz da mesela bir kibrit kutusunda temerküz edebilirdi…  Bir kibrit kutusunda hikmet arama ya da felsefî çıkarım yapmak değil maksadım ancak eşyanın/nesnenin varlığında dahi bir ‘lazım’ sebep olmalı.  Kibrit, yanmak ve tutuşturmak için vardır. Belki budur varlık sebebi: yanmak ve tutuşturmak! Bu vazifeyi ifa etmeden önce herhangi bir nesnedir kibrit; kürdan inceliğinde yontulmuş odun parçasıdır, bir parça kükürttür, biraz potasyum klorat, tutkal veya nişastadır; kutu yan yüzeyinde fosfor, cam tozudur ve fakat (burnu) sürtünmeden yanamaz, yakamaz! Bir alev olur yanar, yandıkça bükülür, tutuşturur, kömürleşerek vazifesini tamamlar. Adeta anlık bir var/oluş! Kibrit artık ışıktır, ısınmaktır, ocakta pişen aştır; elhasıl ihtiyaçtır. Bacadan çıkan duman, hanenin-hayatın belirtisidir… 

İnsanın kibritten öğreneceği bir bilgi yok mudur? “Hamdım, piştim, yandım” diyen büyük mutasavvıfın işaret ettiği manayı, kibrite anlam olarak katmamız pekâlâ mümkündür. İnsan dahi kibrit gibi, yeryüzünde çileli bir sürünmeyi/hakikate sürtünmeyi yaşamadan hikemî yanmayı nasıl başarabilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen kâmil insanlar böyleydi muhakkak. Onlar aşkla yandılar ve aşkla tutuşturdular maşuku; aşk olsun… 

İmdi, popüler kültürün dayattığı,  sözüm ona,  plastik medeniyetin “kullan-at” tüketim pazarında hiçbir çağrışımı olmayan elektrikli/gazlı çakmaklar kibritin yerini almış olsa da, kimsenin hafızasında bir kibrit çöpü kadar hatırası yoktur. Zaten kibrit kutusu gibi üst üste dairelerden müteşekkil apartmanlarda, ocaklığında kibrit istiflenmiş tek katlı evlerin geniş ferahlığı da yoktur. Kibrit, birçok nesne gibi artık muteber addedilmese de yüklendiği anlamı hâlâ muhafaza ederek varlığını sürdürüyor. Işıltılı şehir gecelerinde gökteki yıldızlar nasıl birden fark edilmez ama oradadırlar; kibrit de çocukluğumuzun uzak ikliminde pek çok hatırayla bir yıldız gibi bize göz kırpmaktadır…   

Demem o ki, kibrit, çocukluğumuz gibi bir hatıra olup hayatımızdan çekilirken, bize yanmak düştü vesselam. 

İsa YAR 

*Lamure dergisi / sonbahar 2009

 

BİREY


Sırılsıklam bir gündü.

Baharın nisan yağmurlarıyla ıslandığı, yeşeren dirilişin daha çok şehrin dışında hayata uyandığı bir gün… Sanki insanın içi üşümeyle karışık bir ürpertiyle doluyor. Nisan yağmuru da olsa, Karadeniz’de yağmur o bildiğiniz gibi; ipliksi, çisil çisil, kıldan ince…

Şehirden uzaklaşıp kırlara çıkma arzusu yokluyor içimi. Yağmurdan sonra o has toprak kokusu yok kaldırımlarda; ıpıslak toz kokusu, yapış yapış kasvet ve yalnızlığı çoğaltan öylesine kalabalık… “uzaklaş” diyor bir iç ses ve o sese eklemlenen uzak, derinden, yok hayır çok yakın hüzünlü bir başka ses: “bir çeşme başında uzanmak istiyorum”. Şehir soğuk “üşüyorum”…

Bu mart bir başka üşüttü içimizi, buz tuttu kelimeler, yaz yazabilirsen. Biz ki baharına eylül gölgesi düşmüş çocuklardık zaten, üşümemiz bundandı ve fakat niçin “ellerin yurdunda çiçek açarken/ bizim ile kar geliyor gardaşım”…

Nisandı; yağmur yağmıştı, denize bakan yamaçlarda menekşe kokulu fındık bahçeleri yeşermişti, sabah denizi yalayarak gelen sis yükselerek tepelere çekilmişti. Deniz çekilmişti kıyıdan, sis çekilmişti de, ‘çekilmiş ve tedavülden kaldırılmıştır’ zannedilen bir yürek sancılaması, bir fikir çilesi öyle ortada kalakalmış, çökmüştü baharın üzerine. Eski bir bahardan kalma olduğu aşikârdı; ertelenmiş, tortulanmış ve bilge…

Çıktım şehirden.

Sahil yolunda seyir halindeyim. Radyoyu açıyorum. Bir nihavendin son nağmeleri doluyor kulağıma: “kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime”. Deniz hafiften dalgalı, ufuk çizgisinde karaltı gibi bir gemi, yol boyu aydınlatma lambaları. Yağmur sonrası güneşin ‘şems-i şita’ halini terk edişinin ısıtan tebessümü. Ünye-Fatsa arasında ‘şehirden kaçamadın’ diyen betonlaşmaya mukabil az da olsa o eski, o dost kırmızı kiremitli Karadeniz evleri. Uzak bir ülke gibi hafızamı imdada çağıran çocukluğum…

Radyoda nihavend susuyor. Naif bir ses sohbete başlıyor. Hanımefendi, aile müessesesi ve evlilik üzerine konuşuyor. Belli ki kıymetli bir akademisyen; tavsiyeler, kitabî sözler… İyi anlatıyor derken, bir yerde “birey” diyor! Gerisini dinlemiyorum. Ud taksimi ve yol…

Birey!

Takıldım bu kelimeye… Akademik soğuk bakışın kimliksiz sözcüğü! Üniversite sağlık/psikoloji/sosyoloji ders kitaplarında sıkça rastladığımız o ruhsuz kelime: birey! İnsanı bütün tariflerden ve anlamından uzaklaştıran sayısal imge(!) birey…  “sen bir devsin, yükü ağırdır devin”  diyen şairane ses yankılanırken hâtırada, bugün ise hep o batılı formatın sesi: “sen bir bireysin!”  Bu sesle büyüyor çocuklar. Aslında büyüyemiyorlar; rüyası, hülyası, davası, meselesi, mefkûresi olmayan küçük ve yalnız ‘birey’ oluyorlar. Saygısız değiller ama hürmeti bilmiyorlar, saygı duyulmuyorlar ve sayılmıyorlar! Bir yerde sayılıyorlar: seçim sandıklarında “bir rey” olduklarında! Hepsi bu, bunun dışında bîrey…

Birey! Bir araya geldiklerinde sadece kalabalık diye tarif edilebilen; aile, cemiyet ve millet olamayan “urbalarla kemik, mintanlarla et”… Alperenler yetiştiren cemiyetten birey toplumuna d/evriliş. Belki bundandır günümüz şehirlerinin ıssızlığı; kalabalık ama ıssız! Kalabalık lakin yalnız! Her birey dünyanın merkezi; dünya onun etrafında dönmektedir ya da dönmelidir. Kendi menfaati, başarısı, kazanımı esastır. Zaten eğitim sistemimiz birey yetiştirmekte pek başarılıdır; ‘bireysel faaliyetler’ müfredatta mühim bahistir! Şehrin sokaklarında, bulvarlarda, açık kapalı mekânlarda bireyler yürürler, konuşurlar ve susarlar. Tüketirler ve tükenirler…

Ne şehirden uzaklaşmak ne de mevzudan kaçmak mümkün. Dönüyorum yeniden şehre yüzümü. İçimde saklı bir öfke, ne tahammül ne sefer hali…  Bireylerin arasından geçip, hâlâ sohbet edebilen birkaç ‘adamın’ mutlaka var olduğu mekânda buluyorum kendimi. Bir şehrin büyüklüğü hemhal olabileceğin dostların sayısı ile mütenasip madem, mekân büyüyor gözümde. Ocak başında Harun’un tebessümü; söylemeden çay geliyor; yudumluyorum… 

İsa YAR

*Berceste dergisi 2009

 

Doğmak sancısı


.
.
.
.
       Sorsalar, hayatımızı anlatmaya ‘doğumumuzla’ başlarız. Bu biyografik olarak doğru ise de, hakikaten hayatımız doğumla mı başlar? Yoksa biz bir hayatın içine mi doğarız?
      
Belki biz bir hayatın içine doğarız ve hikâyemiz başlar. İçine doğduğumuz hayat bizim hikâyemizi de belirler;  yola çıkış noktamız olur.
      
Biz bir hayata doğarız. Bu hayat, aynı zamanda bir kültür, medeniyet, mekân, coğrafya ve aidiyetler bütünüdür. Bizi, hikâyemizi şekillendiren, tanımlayan da önce bunlardır. Biz, bizden önce başlayan bir hayatın ‘dâhil olduğumuz’ safhasını yani kaderimizi yaşarız. (Bu kader, yaşarken bir keder/ruh gurbeti olabilir ancak bilmeliyiz ki bu keder ebedî bir saadetin bu tarafta gerçekleşen bir doğum sancısıdır…)
      
Dünyaya gelirken sancımızı annemiz çeker. Doğumla, bu a’rafta sancı taraf değiştirir ve bizim sancımız doğmakla başlar. Adeta bir sancı gibi bırakılırız yeryüzüne. Yaşamak dediğimiz ve gölge zevklerle süslenmiş, saklanmış, artan/azalan bir sızı gibi süren bu sancının adını koyalım: var oluş sancısı. Bazen fikir zannederiz, bazen his. Oysa, ruhun gurbeti hissetmesinin adıdır bu sancı.  Bu sancının niteliğinin farkında olana, var oluşun bilincini idrak edene şair diyebiliriz. Şair, mütefekkir, âlim, arif,  sanatkâr…
      
Demek ki biz bir hayatın içine doğarız ve hikâyemiz başlar. Bir yol hikâyesidir bu ve hep aynı yere çıkar ya da aynı kapıya: ölüm ve mezar! İçine doğduğumuz hayat bizden önce şekillenmiştir. Her doğan, yaşanmışın, bir hatıranın içine doğar ve o hatırayı taşır, adını alır, temsil eder, sonra kendisi bir hatıra olur. Tanımlanmış, yaşanmış/yaşanmakta olan, zaman-mekân çizgisinde kıyametini beklemektedir. Varlık ve insanlık âleminin büyük kıyametine ilerleyen bu zaman-mekân çizgisinde her insan ‘an gelir’ kendi kıyametini yaşar. Zaman-mekân sahnesinde rolü, imtihanı tamam olan için perde kapanır. Bir perdelik rol biter ve hayat asıl o zaman başlar. Ölüm, bize bahşedilmiş imkânın, sürenin, zamanın ve dolayısı ile sancının bittiğini ya muştular ya da o sancıyı aratacak bir azabı ilam eder. Muttakiler için bu sancı baş tacıdır. Ne ki bu fanide acıdır; belki ab-ı hayat ilacıdır…
      
Biz bir hayatın içine tertemiz doğarız.  Ruhumuz gurbeti idrak eder. An gelir, bedenimizi, gurbete/bütün kirlenmişlikleri örten mütevazı toprağa terk ederek, ruhun vatanına geldiğimiz gibi gideriz… Ardımızda bir yol hikâyesi bırakarak.

İsa YAR

EFENDİM


.
.
.
.

       Bu ruh gurbetinde…
      
Daha geldiğimiz ilk günde adını duydu kulaklarımız.
      
O ilk ezan ki gül muştusuydu muhakkak. Kundak ve kefen arasında bütün arayışlarımızın adını hayat öğretti bize: gül arzusu…
      
Hicâbını kaybetmiş bir çağın çocuklarıyız! Lisanımın mahcûb kelimeleriyle seslenmek istesem, heyhât, lügatsiz ve dilsiz biçareleriz. Kaldı ki bütün kelimeleri imdada çağırsam, en güzel cümlelerimi kurabilsem bile hâsıl olacak mâna, seni tazimden aciz kalır…
      
Garibiz, efendim.
      
Gözyaşı medeniyetinin mensubu, yolunun yolcusu olarak bu garipliğimiz başımızın tacıdır. “Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı/ Tek dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı” diyen ‘Necip’ sesin tercümanlığı kabulümüzün ifadesidir.
      
Ve fakat ne gariptir ki garipliklerimiz var, üzerimizde iğreti bir elbise gibi duran! Ef’alimizi hâline uydurmak varken, garip hallere büründük; hâlsiz kalsaydık da bu hâllere düşmeseydik efendim… Cellâdına âşık mecnunlarımız, batının/bâtılın köhne yüzüne hayran “mankurtlarımız” var! Dahası, “Ebu Cehil kıt’alar dolaşıyor” diyen arifane sesleri duyamayan, “Bahira’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım” sedalı yağmura hasret yanık gönüllere mukâbil nefsini putlaştıranlarımız var… “Ey iman edenler! İman edin” ikazına muhatabız.
      
Ah efendim!
      
Adını gönüllere nakşeden, taşa işleyen, ‘çağrını’ al taylarla doğuya-batıya akıncı kanatlarında taşıyan ve gökkubbe’de “hoş bir sadâ’ bırakıp ‘iyi atlara binip giden’ ecdadın nesilleri şimdi kendi hânelerinde “adını” evlatlarına öğretme telaşında! Evlerimizin içine kadar giren yabancı/yalancı seslerin uğultusunda “şimdi seni ananlar, anıyor ağlar gibi”… Hüseyin Raci Efendi’nin ifadesiyle “Aziz-i vakt idik, adâ zelil kıldı bizi”…
      
Gelsin efendim;
      
Biz anarken adını ağlar gibi,
      
Zaman devrilsin; öteden, beriden toplansın âşıkların.
      
O kutlu çağlar gibi…
      
Hasretiz, ey sevgili! 
      
dünya gurbetinde mahzun gönlümüz”. Gelmek için kendimize ve dahi tekrar cihana, önce gelmemiz gerekiyor sözüne. Biz dünyevîleştik efendim! Bırakmıyor bizi, bırakamadıklarımız. Ne çok sahte sevdalara dûçâr olduk ki Kays görse halimizi kederinden mecnun olurdu.  Ecdat görse “iyi ki ölmüşüz de bu halleri görmemişiz” derdi; kim bilir. Onlar ki hem derdi, hem de ‘hemderd’i olan kimselerdi. Onlar ki “derdim bana derman imiş” derler de şükreder, dertsizlere acırlardı. Ne büyük insanlarmış…
      
Bu garip zamanda, bunca kirlenmişlik içinde, suçu zamana yükleyerek “yıkasın çağ günahlarını sende/kirlenen sen değilsin  desek de nefsimize,  kendimizi temize çıkaramıyoruz. Temyize yüzümüz yok; tuttuk eteğinden… 
      
Tut yüreğimizden “en sevgili”…
 

       İSA YAR 
     
* Berceste dergisi Nisan 2008

 

YOL DÜŞÜNCELERİ


.
“Çok hızlı gidiyoruz ruhlarımız arkada kaldı.”
.
.
       Hepimiz yolcuyuz.
      
Yolculuğumuzun izdüşümü mekânda tezahür etse de,  esasen zamanın içinde yol alıyoruz. Adına ‘yaşamak’ dediğimiz yol hikâyemizde başka hikâyelere, farklı dönemlere, oluşlara/yıkılışlara şahitlik ederiz. Bu müşahede tek taraflı değildir; mekân ve zaman da öte yandan var olma/yaşama hikâyemize şahitlik eder.
      
Tanpınar’ın “ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında”,  N. Fazıl’ın “nedir zaman nedir/iniş mi yokuş mu”; mutasavvıfların “vakit keskin kılıçtır” ifadelerinin zaman ve mekân algısının oluşum izahında düşünceye/tefekküre açılan kapılar olduğunu belirtmekle yetinip, kapının eşiğinde biraz eğleşip dışarı nazar etmeye devam edelim.
      
Yolcu yürüyüşüne devam ettikçe (yaşadıkça) ardında kalan mesafe ‘geçilmiş’, zaman ‘yaşanmıştır’. Geride kalan eskimiştir. Bulunduğun an’ın ilerisi ise henüz geçilmemiş ve yaşanmamış ‘gelecektir’. Gelecek ise hep yenidir. Ezber bozan bir sual: hakikaten böyle midir? Zaman ve mekân algımız bizi yanıltıyor olmasın! Zaman için eski/yeni kavramı böyle tanımlanırken, insan için aksini söyleriz. Bu manada bebek doğar doğmaz yaşlanmaya (yaş almaya) başlar. Yaşadıkça yaşlanır. Zaman kendi akış çizgisinde ileriye doğru yeni, her geçilen/geçen an eskidir. İnsan ise hayat çizgisi üzerinde ileriye doğru (yaşadıkça/yaş aldıkça) zamanın aksine yaşlanır. Öyle ya da böyle, ne fark eder ki?  Geçen zamanın kazası yoktur. Mekân ise bizi temsil eder/etmeli. İnsan için zamanın ve mekânın çok önemli olduğunu belirterek makas değiştirelim…
      
Modernizmin insana ve topluma dayattığı zaman tanzimi, hayatı öylesine kuşattı ki insanın ‘fark etmesine’ fırsat tanımıyor. Ya biz koşturuyoruz ya da her şey hızla geçip gidiyor yanımızdan. Algılayamadığımızı yok sayıyoruz; tanıyamadığımızı ise yabancı. Bu idrak fukaralığı içinde insan kendine bile yabancılaşıyor. Sonra, ver elini yalnızlık… 
      
Berceste’nin geçen sayısında A. Rahmi Şeyhoğlu’nun “Bir Daüssıla Rüyası: Mahalle” başlıklı yazısını okuyunca, böyle parçalanmış düşünceler içinde buldum kendimi. Bahaeddin Özkişi’nin “sokakda” romanını hatırladım. Malum: değişimi sokakta gözlemleyen eser, çözülüşün/çöküşün sokakta tezahürünü romanlaştırırken, çözümün adresini de verir: sokak! Sokak aynı zamanda mahalledir, hanedir ve sokak topyekûn insan, toplum ve kâh aşağı kâh yukarı merhaledir. Buradaki olumsuz değişimin mimarı ‘onlar’dır; onlar yani ‘iyi saatte olsunlar’…  Bu arada Mehmet Çınarlı’nın ‘onlar’  şiiri de yâdıma düştü: “Bizsiz ayakta durmaya yetmezdi güçleri/ Bizimle güçlenerek yettiler bize” . 
      
Evet, her şey ne kadar değişti! Şehirler, kasabalar, köyler gittikçe birbirine benzedi. Her mekânın anlamlı farklılıkları ve benzerlikleri vardı; nefes alınan mekânlardı hepsi. Şimdi ise, ev mahremiyetini taşıyamayan apartman dairelerinin bir fıtık gibi sokağa sarkan balkonlarda sunî teneffüs yapıyoruz.  Biz yine de bir hafızaya sahibiz. Bu sebeple, yitiklerimizin farkındayız. Ya bizden sonrakiler! Aidiyet fikrinden yoksun ‘bireyler’, modern ve ruhsuz oyuncaklardan başka bir şeye sahip olamamışlar, neye sahip olduğunu bilmeyenler neyi kaybettiklerini nereden bilecekler? Onlara ne verebildik? Hafızamızı kayıp mı ediyoruz?
      

      
Dedelerimiz bir hafızanın son temsilcileri idiler. Lüzumsuz konuşmayan, hâl ehli, yaşayan temsilî bir hafıza… Biz, bu temsilî tabloyu belki hakikatini anlamadan hafızamıza (şuuraltı) kaydettik. Dedelerimiz sahneden sessiz sedasız çekilirken yerini babamızın nesli aldı. Onlar ise sıradan ve yalnız insanlar (bu sıradanlık ‘yıkılmamak’ olarak anlaşılmalı) olarak yaşadılar. Köy ve şehir arasına sıkışıp kaldılar. Şehirde tutunamayan bu zorlu adamlar, evlatlarını okuttular. Ellerinden gelen yalnız bu oldu.  Ve biz! Hafızamızda dedemizin silueti, ruhumuzda darp izleri, babamızın izine basmadan adeta boşlukta yürüdük. Bir yere de varamadık. Hafızamızda o temsili miras deniz feneri gibi yol haritamız oldu. Kızılderili haklı: çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kaldı… 

İsa YAR

*Berceste dergisi 2007

Dibaceye mektup


.

 

(ömür, bir mevsimi resmeden dört renktir) 

1 (Hazan)
Ağaçlar yapraklarını döküyor dibace.
Kuşlar kayıtsız uçuyor; rüzgârda hüzün kokusu…
Dalgalar sahile yürürken; kumlar ıslanıyor, ben üşüyorum.
O metruk, eski iskele gibiyim; şimdi en çok martılar anlar beni. 

Kelimelerimi kaybettim dibace!
Dalından kopmuş bir yaprak nasıl bırakırsa kendini rüzgâra, işte öyle dilimde kelimeler; kopuk, dağınık, serkeş…
‘ya tahammül ya sefer’
Trenler geçmiyor bu istasyondan, gemiler limandan çoktan ayrılmış, itidâl ve öfkenin sarkacında, tam dilimin ucunda…
Oysa ben dengenin insanıyım dibace.
Ahenge vurgun bir tarafım var; ama vurgun yiyen taraflarım ahengini yitirdi dibace.
Düştüğüm yerden kalkmayı bilirim, bunu öğrendim.
Şimdi hüzün nihandır içimde, gam mihmandır.
Hiç vazgeçmedim yürümekten ve yorulmaktan.
Ben yenilmekten yorulmam, kavgadan kaçmam dibace; yılmaktan korkarım, yıkılmaktan değil…
Her gece kanayan bir yanımla sükût çığlık atar odamda.
Hiç de dostane değil bakışlar, aynaya bakınca gördüğüm adamda!

O günden beri dibace, baharımıza eylülün düştüğü sabahtan beri, sabahı özlemedim. 
Saklandığım gecenin aydınlığında gördüğüm hakîkat, günün gerçeğinde yoktu…
Yollara, sokağa, şehre bak; ölüler yürüyor maskeleriyle! 
Makyajlı ölü sûretler…
Ruhları yok onların; ruhlarından soyunmuş bedenler, gönülleri taşlaşmış nefsler gördüğün!
Sen de beni hiç görmedin dibace!
Kırk kapının ardında saklı olanı buldun da bir beni göremedin; çünkü yanındayım, yakınındayım; o kör noktadayım 

2 (kış)
Elhân-ı şitâyı söylüyor artık rüzgâr.
Yeryüzü bekliyor, kardelen bekliyor, asuman bekliyor;
Kuşlar, çocuklar, yollar, yolcular bekliyor…
“bekledim, beklenen bilmedi beni” diyen şair bekliyor.
Kar gibi yağmasını affın, dibace!
Yangın yeri coğrafya, yanan gönüller dibace, serinliğe hasret bekliyor.
“Hasta, sabahı; şeytan, günahı; taze ölüyü, mezar”
Ve yarın bekliyor: tarih, yazmak için yeni zaferleri; yeryüzü, yeni seferleri; serden geçen neferleri…
Hep bekliyoruz. 

Kış, ne güzel örtüdür dibace.
Doğuma hazırlanan toprağın örtüsü, kuru dallarda saklı yaprağın örtüsü…
ve duyarsan, bir bahar muştusudur rüzgarın söylediği…
Kış artık bahardır dibace… 

3 (nevbahar)
Bahar gelince dibace, burada hiç durmadan yağmur yağar.
Çisil çisil “bu yağmur, bu kıldan ince”…
Hüzün şiir gibi dilime gelince, sular ırmağa inince, yenildiğimi bilince, bahar istasyonumda durmuyor dibace… Toprak tohumu çürütüyor. Toprak unutmuş akından gelen atların nal seslerini; yaprak rengini, ses ahengini, yiğit dengini…
Kızlar elif’siz, evler kimsesiz-sessiz, mânâ sensiz dibace.
Rüyamızı çalan hangi densiz dibace?

4 (yaz)
Güneş gördüklerinden utanıyor dibace!
Bulutlar hicapta! Ağlıyor icabında, ben ıslanıyorum…

… yaz akşamlarında kaçarım gölgemi alıp şehirden.
Sığınırım gecenin aydınlığında, gecenin ve her şeyin sahibine.
Mehtap yakamozlanarak sürüklenirken sularda, bir yerlerde sabah kıyama durmuştur.
İstanbul’da bir Fatih, Bağdat’ta bir çocuk ağlar; içimde yolculuk ağlar dibace…
Altay’larda al taylar tayy-ı mekân etmişler…
Sesler duyarım! Ümitlenirim ve susarım dibace…
Orası artık sözün bittiği yerdir 

İsa YAR

(Sükût Dergisi 5.sayı 2007) 

* ‘dibace’ hiç kimsedir.


Dibace’ye mektuplar (2) 
Şehre bak dibace.
Bir uğultunun içinde kaybolan insanlar göreceksin.
Sürükledikleri gölgelerinin ardında kalan sahipsiz seslerini duyacaksın.
Makinelerin efendiliğinde ezilen insancıkları ya da şehirden kaçan ruhları göreceksin.
Belki göremeyeceksin.
Şehir kör eder insanı dibace; kör ve sağır.
 
Şehir biraz da geniş caddeler, mutantan meydanlar ve işlek yollardır. Lakin kalbe giden yollar kapalıdır bu hengâmede. Bir ‘lagar’ kapağı kadar kıymeti yoktur kalp kapağının.
Şehir insanları eşyayı severler ki belki bundandır. Onlar gözleriyle, mideleriyle severler. Aşklarını vitrinlerde, ekranlarda, sokaklarda sergiler ve seyrederler. Maşuklarını cüzdanlarında taşırlar. Onların sevdaları hesaplanabilir bir şeydir!  Kontörle yüklenen, banka kartıyla taksit taksit harcanan, tüketilen bir alışkanlık… Bir dolmuş bile hattını değiştirmezken, onların sevdaları ‘sim’lidir; değiştirilebilen bir telefon hattıdır en fazla… Aslında onların bir sevdası da yoktur dibace.
 

Bu hengâmede akıl firarda, gönül kuyulardadır. Kaç Yusuf masalı kaldı, kaç mecnun kaç Leyla? Kaçtı iffet kokan mâşuka ve göçtü sevda yüklü kervanlar… 

Çık şehirden dibace!
Burada yağmurlar bile kirli yağıyor; kirlenen suyu hangi su ile yıkarız?
Ruha kurulan pusuyu nasıl ruhsuzların başına yıkarız?
Bir gözyaşımız gerçek dibace,
Bir de;Şehirden çıkamamış, pimi çekilmiş bir bomba gibi kendi içinde dolaşan şair… 

İsa Yar (Nisan 2008)