‘referee’ düşünceler…


Yazımızın başlığında yer alan ecnebi kelime, bu kalemin üslûbunu bilenlere ters gelebilir; bana da öyle geliyor nitekim. Ve fakat içinde var ola geldiğimiz toplumun gündeminden, daha doğru bir ifadeyle oluşturulan gündemden bir yere kadar kaçabiliyorsunuz, hatta kaçamıyorsunuz. Gündemdekilerin gündemine herkesi dâhil etme alışkanlığından olsa gerek ülkem insanı her zaman oyalanacak bir mevzuu bulmuş ya da bir mevzu ile hep oyalanmış; dolayısı ile kendi gündeminden uzaklaşmıştır.

Kendi gündemi olmak! Kendini gündeme taşımak değil tabi, bilakis ‘var oluş’ idrakinin istikametinde yaşamak, düşünmek, hissetmek, konuşmak ve susmak… Kişi, şahıs, fert, ben, yani insan olarak kendisine sunulan imkânın/hayatın biricikliğinin farkındalığı ile olabildiğince insanî yaşamak… Dışında tezahür eden iklim şartlarını elbette dikkate alarak, iç iklimini yaşanılır kılmak. Ebeveyn, evlat, vatandaş, arkadaş, amir-memur, işçi-işveren vb. olmazsa olmaz rollerin hakkını vermek ve fakat kendini bu role kaptırmamak, hapsetmemek. Mensubiyetine, aidiyetlerine vefa göstermek elbette, sosyal sorumluluklarının şuuruyla hareket etmek muhakkak, insanlığın, milletinin ihyası için gayret göstermek tabi ve fakat evvelinde ve ahirinde kendisi olmak, kendinde olmak. Kendini bilmek. Şehrin kalabalığında konuşacak adam arıyorum; kendi gündemi olan. Buyurun, işte geldim, onarın ruhumun yaralarını, sarın kalbimi, tutun yüreğimden diyebileceğim, kelimeleri sopa gibi kullanan değil merhem gibi yumuşatanlar arıyorum; hatta kelimeleri bildik anlamlarından, ezber kalıplarından çıkarıp muhabbetle yeniden kuranları arıyorum. Her şeyi bildiğini zannedip de aslında hiçbir şey bilmeyenleri değil. Bilmediğini bilmeyenleri hiç değil…

“referee” düşünceler dedik, ecnebi kelimeyle! Hakem, bilirkişi anlamındaki bu yabancı sözcük aldığı ek ile gündemde. Elbette önemli, elbette konuşulacak, farklı mülahazalar dillendirilecek. “Mübarek onbir aylar” latifesi Ramazan’ın mübarekliğini pekiştiriyor ve fakat çok önemli de olsa geçici gündemler insanın gerçek gündemini perdeliyor.

Konuşacak, tartışacak, münakaşa edilecek kimse her zaman ve her yerde var. Ben muaşakayı bilen, muhabbeti tanıyan adam arıyorum. Buyurun, bekliyorum. İftardan sonra çay ocaklarını gezin, bir yerde karşılaşırız… 

İsa YAR

29.8.2010

 

KÖŞE YAZARI


.
         

 

          Doğrusunu isterseniz dostlar, bir çay ocağının tenhasında bir köşede ve kendi halimde okur ve dahi yazar iken, kim ittiyse kendimi bu köşede buldum. Bulur bulmaz da “durun kalabalıklar” ser-levhasıyla seslendim.  Çünkü ikamet ettiğim uzletsiz yalnızlıkta beni meşgul eden düşünceden henüz sıyrılmadan kalabalığa itilmiştim ki o ilkyazı böyle bir ruh halinden kalan tortuydu. Ne ise… 
          Madem bu köşedeyiz, buraya münasip kelam edelim. Önce şu “köşe yazarı” nedir, kime derler ve niçin köşede yazarlar? Dertleri nedir ki başka işleri yokmuş gibi cümle âleme akıl verirler? “köşe yazarı” bir gazetenin, yazısı merakla beklenen yazarı mıdır yoksa haber ve reklâm arasında dolgu malzemesi midir?
         
Evvela bir okur sonra yazar olan bu kalemin sahibi, birikimini sahih okumalara borçludur. Bu sebeple kaleme ve kelama hürmetim vardır. Elbette istifade ettiğimiz yazarlar hep oldu; lakin köşe yazarı hiç olmadı!
         
Bildiğimiz muharrir,  kelimeleri olan, sözünü/meramını dilin imkânlarını en doğru şekilde kullanarak edebî üslup ile ifade eden/edebilen kimsedir. Zengin çağrışımlarla anlamı kuran bir kelime ve fikir işçisi; bir söz sihirbazı… Muharrir yani yazar, mevkiini öyle bir hak edişe borçludur ki kütüphane ya da kitaplıklarımız bizim değil onların adını taşıyan eserlere mekânlık eder. O aynı zamanda bir müelliftir. Böyle hakiki yazarların daha hakiki okurları vardır. Yazar okurunu, okur da yazarını belirler.  Şurası muhakkak ki gazetenin, ayrıcalıklı bir yere sahip dergilerden farkı vardır; ancak gazete yazıları dahi ya makale, fıkra, sohbet ya da denemedir.  Söylemek istediğim: yani köşe yazısı yoktur; o köşede yayınlanmış edebî türden bir yazı vardır/olmalıdır. Dolayısı ile ‘köşe yazarı’ da yoktur; yazarın köşesi vardır.
         
Bilineni tekrar olsa da belirtelim: herhangi bir konuda iddialı, ispata yönelik, kesin hükümlü gazete ve dergi yazılarına makale; kesin yargıda bulunmayan, derinliğe kaçmayan yazılara Fıkra; okuyucuda yazarla sohbet ediyormuş etkisi bırakan yazılara sohbet denildiğini biliyoruz.  Deneme ise karakter bakımından bir fikir yazısı olmakla beraber yazarın konu seçiminde, anlatım ve üslûpta tamamen serbest olduğu yazıdır.
         
Okuduğunuz “köşe yazılarına” bir de bu gözle bakın. Size bir şey söylemeyen, söyleyemeyen, bırakın manasını daha “cümle” olamayan, isim ve resim altı ‘sözcük’ kalabalığını  “köşe yazısı” diye okumayın! Köşenin adı “Şâirâne” olsa da geçin efendim; bulmaca, mesela ‘sudoku’ çözün…
          …
          Bir gün şehrin meydanında bir köşede oturan eli ayağı düzgün bir adam görmüşler. Önünde yere serili gazete ve gazetenin üzerinde üç-beş bozuk para, bir kâğıt, bir de kalem varmış. Birisi adama yaklaşarak sitemle: “Utanmıyor musun dilenmeye? Sapasağlam adamsın; gidip çalışsana!” demiş. Adam başını kaldırıp, karşısındakine küçümseyerek bakmış ve sonra: -“Siz şu köşedeki marketin sahibi olmalısınız. Hani gazetelerde reklâmı olan… Ben de şu yere serili gazetenin köşe yazarıyım. Sana bu sözleri söyleten bozuk paralara gelince; cebimden çıkan bütün param bu. Al! Şu boyacı çocuğa bir çikolata ver; üstü kalsın” demiş.
 
        
Arkasında bir köşe bırakıp uzaklaşmış…

         İsa YAR

 Haber Takip Gazetesi/12.05.2008

CÜMLENİZİ YOK SAYIYORUM!


.
.
.
.

          Daha önce de ifade etmiştim: “köşe yazarı” yoktur! Yazarın köşesi vardır…
         
Yazar, her ne ise yazdığı zahmetli bir müktesebattan beslenir yani birikiminden. Bu ise kolay ve kısa sürede elde edilebilir bir şey değildir. Okuyacaksınız evvela, nitelikli ve devamlı okuyacaksınız; okuduğunuzu anlayacaksınız, anladığınızı idrake yükselteceksiniz. Bunlar da yetmez; bilip öğrendiklerinizi filtreleyerek sahih ve hakiki anlama ulaşacaksınız. Dolacak ve taşacaksınız, işte o zaman yazacaksınız.
         
Yazma merhalesine eriştiniz diyelim, elinize kalemi alıp istediğiniz gibi yazamazsınız. Kelimeleriniz olacak ve cümleniz! Sizin cümleniz… Daha cümle kurmayı beceremeyen, bir gazete köşesine kurulup yazar geçiniyorsa yazık o kaleme, okura ve gazeteye.  Mahalli bile olsa bir gazete yazarlarıyla tanımlanır, öyle olmalı. Haberleriyle değil. Gazetenin kalitesini belirleyen orada görünür olan yazarlarıdır. Maalesef görünen şu ki: mahalli gazetelerde birkaç kalem dışında ciddi manada yazar yok; bu anlaşılır bir şeydir ve fakat yazar sıfatıyla köşe tutan ancak bırakın insicamlı, üslûplu bir yazıyı daha cümle kuramayan dil fukarası kimselerin meydanı tutmasına ne demeli? Bunlar okur-yazar bile değil…
         

         
Yine de görmezden gelir, sükût eder geçerdim. Bir gazetenin sahibi, hissedarı olabilirsiniz, yazı da yazabilirsiniz; yazdıklarınızı okurunuz beğenir beğenmez, takdir ya da tekdir eder geçer. Ancak, başka yazarlara sınır belirleyemezsin! Hangi konuda yazıp yazamayacağını, nasıl yazıp yazmayacağını söyleyemezsin. Yazısını yayınlamazsın olur biter. Eleştirirsin yazdığını, eleştirinin üslûbunu biliyorsan; müktesebatın yetiyorsa. Hukukunuz varsa bizzat yazara söylersin söyleyeceğini; okura değil. Kaldı ki okur da değil muhatabın; kime mesaj veriyorsan!
         
Önce haddini bileceksin. Önce cümle kurmayı öğreneceksin. Türkçenin zengin lügatini biliyor ve yazıda kullanabiliyor olacaksın. İzan, irfan ve idrak sahibi olacaksın. Yazıyı ciddiye alacaksın; yazıyı ve okuru.
         
Sözüm sizedir:  “yazar” sıfatı ile görünür olan ama (bütün çağrışımlarıyla) diline sahip olamayan, imla hatasız yazı yazamayanlar! Kimseden belagat ya da retorik(!) beklemeden aha da söylüyorum: yazınız okunmuyor çünkü cümle’niz kuralsız; cümlenizi yok sayıyorum…

           İSA YAR  
*Vizyon Gazetesi /Kelam-ı kibar köşe yazısı 22.12.2009 

SÜKÛT ÜZERİNE…


.
.
.
.

          Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime…
         
Bütün konuşmalarımız ve susmalarımız hakikatinde sükûta dairdir. Şiir ve yazılarımız da öyle. İfadelerimiz derin bir sükûttan doğar ve ister anlaşılsın, ister anlaşılmasın yine bir sükût iklimine çeker bizi; bizi yani kelam ve kalem sahibini. Suskunluk, bir sise bürünme halidir; adeta sisin içinde saklanmak gibi. Sis belki bir yalnızlıktır, kendisi ile başbaşa kalmaktır; iç evine çekilmek ve orada dış seslere kulağı kapayıp iç sese dikkat kesilmektir.

         Sükût, bir sis gibi bizi kuşatır ya da biz o sise dalarız. Orada öreriz kozamızı. Şiir orada demlenir, yazı orada kaleme gelir ve oradan salarız ifadelerimizi gayrıya; bir çığlık gibi… Bu sis, yani yalnızlığa çekilmiş sükût hali kendi mekânını da inşa eder; münzevi bir adamız olur. Ada’mız ya da adımız… İnsan denizinde bizi tanımlayan sınırlarla çizilmiş, tecrit edilmiş ada’mız. Varsa böyle bir ada’mız, o zaman kendimiziz; adamız. Kelimelerden inşa ettiğimiz sandallara yükleriz anlamlı ifadelerimizi ve salarız insan denizine; adressiz mektuplar gibi. Hepimiz bir Robenson’uz Cuma’sını arayan, yamyamlar arasında; yamyamlar yani zamanı kokutanlar…
        
         Böyle bir adaydı sükût dergisi.
        
Küllük adıyla meşhur çay ocağının mütevazılığında, şehrin uğultusuna sırtını dönmüş birkaç güzel adamın, meselesini mefkûre bilmiş kelam ve kalem sahiplerinin sesini dışarıya duyurduğu bir imkândı… Sükût adasından altı defa duyuldu bu ses. Dikkat çeken bir ses miydi, bilmiyoruz ama duyanların dikkat kesildiği muhakkaktı. Uzak yakın adalardan mukabil sesler geliyordu ve fakat sükût adası nedense uzun bir sessizliğe bürünmüştü. O gün bu gündür ismine yakışır bir dergidir artık sükût; ses vermeyen! Bilmiyoruz, “sükût” dergisi içten içe yanan, sise bürünmüş bir volkanik ada mıdır günü gelince konuşan; yoksa bir rüya mıydı,  bu sahilde seraplaşan… Biliyoruz ki ‘Robenson’ ve ‘Cuma’ bir romanın kahramanıydılar; muhayyeldiler ve fakat İbrahim Ocak’ın muzip ifadesiyle ‘sükûtîler’ gerçekti, genel yayın yönetmeni Zeki Ordu kadar… Bana sükûtu sormasalar, sükût edip geçecektim.

          Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime; gel de sükût etme…

         İSA YAR 

*Vizyon Gazetesi /Kelam-ı kibar köşe yazısı 7.12.2009

MEYDAN OKUYORUM


.
.
.
.
“İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” diyordu Cemil Meriç. Tanzimat’tan bu yana kaç nesil geçti bilmem ama hepimiz bir kaçışın içinde bulduk kendimizi…

Bu hikâye trajiktir. Aslında kendimizden kaçıyorduk; hakikatimizden. Şuurun travmaya uğraması ve tereddüt. Adeta kelimelerini kaybetmiş, dilini konuşamayan ve kendini ifade imkânlarından yani kültürünün bütün şubelerinden habersiz ya da bigane nesillerdik. Sanatın, edebiyatın, musikinin, mimarinin, ilmin zirvelerinde otağ kuran ecdadın aksine kaçıyorduk. Her kaçış bir arayıştır aynı zamanda ve fakat ne aradığımızı bilmiyorduk, neyi kaybettiğimizi bilmediğimiz gibi…

Ben de kitaplara kaçanlardanım. Popüler, görkemli ve fakat içi boş anlamsız modernlikten, sahih, hakiki, muhteşem, diriltici lakin yalnızlaştıran hüzünlü okumalara sığınan bir kalabalık firarisiyim. Bu okumaların kazandırdığı muhayyile, tasavvur, farkındalık/idrak ve vukufiyet (vizyon değil) içimde bir isyan biriktirmedi de değil. Yolda olmanın bilinci, ‘birey’ bencilliğinden korudu bizi, ancak kendi dışımızda bir hayat var ve biz ondan bağımsız değiliz… Kitap okumanızın, odanızı kütüphaneye dönüştürmenizin sizi mesela ev, araba sahibi yapmadığını, çocuğunuzun akademik eğitim masrafına fayda sağlamadığını hatta zorlaştırdığını öğreniyorsunuz…

Romanlarda tasvir edilen hayatlar acı ve dramatik de olsa size gözyaşı döktüren bir film gibi seyir zevki verebiliyor. Oysa hayatın gerçekleri acıtıcı. Yaşadıklarınızın sizde/içinizde biriktirdiği düşünce ve duygu tortularını yani fikir ve hissiyatınızı bir roman gibi kaldırıp rafa koyamıyorsunuz. Ne içinden çıkabiliyorsunuz ne de içinizden atabiliyorsunuz.

Demem o ki siz kitaba kaçsanız da bir tarafınızla meydana çekiliyorsunuz. Meydan, insanın resmedildiği, görünür olduğu mekândır; insanın ve dolayısı ile toplumun. Meydan aslında yeryüzüdür ve insanî hallerin tezahür alanıdır. Şimdi meydan denilince şehir meydanını anlayanlara ‘yiğidin harman olduğu meydan’ı nasıl anlatmalı! Hayat bütün gerçekliğiyle beni sığındığım kitapların münzevî dünyasından kendi meydanına çekiyorken, şairin ifadesiyle : “çekil gideyim hayat” diyemiyorum madem; o zaman ben de hayata hodri meydan diyorum. Şairin “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” ikazını tekrarlamak değil niyetim. Kalem ustaları ile yarışmak ya da düzgün bir cümle kuramadığı halde yazarlık taslayanlara ders vermek niyetinde de değilim. (meraklısı gazete yazılarımızda ‘köşe yazarı’ yazımıza müracaat edebilir). Sadece insan ve toplumun meydandaki halini okumaya/anlamaya ve kendi hakikatimle yüzleşmeye “varım” diyorum…

İsa YAR

*Vizyon Gazetesi /Kelam-ı kibar köşe yazısı 02.11.2009

KÜÇÜK DEV ADAMIN RESMİ…


.
.
.
.

       (çıkın resminizden)
       
Onu, her gün hep aynı yerde, ikinci katta görmeye alışmıştım.
       
Sabah işhanına gelince, zemin katta zabıta ile selamlaşır (zabıta müdürlüğü buradaydı), asansöre iltifat etmeden merdivenlere yönelir, sağlık ocağının geçici hizmet verdiği birinci katı ayaküstü kolaçan edip ikinci kata geldiğimde mutlaka orada olurdu. Selamlaşır, kısaca hatırını sorar ve bir üst katta odama çıkardım. Çalışma odam kütüphane katında olduğu halde, kendimi farklı bir iklimde hissetmeden odama geçer, mesai arkadaşlarımla günü selamlar, masama otururken pencereden denize kısa bir müddet bakakalır ve mutat başlardı… Sonsuzluğun işaretlerini taşıyan denize bakmak sıradan bir alışkanlık olsa bile, havanın açık ya da kapalı olmasına göre manzara değişirdi. Yani bu sahici deniz bir tabloda tasvir edilene benzemez, illa birkaç martı uçuşur, eski iskelenin ilerisinde, yalının denizden su içen tarihi evleri kırmızı kiremitleriyle göz okşardı.
       
Biz hikâyemize dönelim.
       
Sağlık ocağının olduğu katta, poliklinik sırasında yurdum insanının sabr u sükûn içre ve fakat “işim bitse de gitsem” arzusuyla bekleyişlerine mukabil, aşı odasında bir bebeğin/ çocuğun nazlı ağlayışına sıkça şahit olunurdu. En üst katta yer alan rehabilitasyon merkezinde arada bir, lisanını muallim taifesinin anladığı çocuk sesleri duyulurken; kütüphane katı büsbütün sessiz sayılmazdı. Binanın tam ortasında, cam çatıdan zemine kadar inen ve her katta aynı simetride salonun tam ortasında yer alan, uzun bir tabut gibi etrafı demir korkulukla çevrili aydınlatma boşluğu vardı. Böylece bina içi aydınlatma günışığı ile sağlanırken, bina içinde sesler günümüzde kaybolan komşuluklara nispet yaparcasına birbirine karışıyordu.  Yalnız ikinci kat, Onun olduğu bu kısım en sessiz bölümüydü binanın. Tanıdığım fatihlere benzemese de, adı Fatihti. Fatih mi bu kattan, kat mı Fatihten etkilenmişti bilmiyorum, sükûnet sanki bu kata sığınmıştı. Zaten Fatih bir görüntüydü; ses değildi, sessizlikti.
      
Onu hiç otururken, dururken görmedim. Onun da bir odası vardı muhakkak ve ikinci katın temizliği ondan sorulurdu. Bazen paspas yapar, bazen de elinde bir evrakla dolaşırdı. Belki tesadüf etmediğim zamanlarda, bir yerlerde oturur, çay içer, konuşurdu. Bir de ağzından düşürmediği sigarası! Hep ağzındaydı. ‘Sigara yasağı’ başlayınca Fatihi katta daha az görmeye başladım. Belli ki sigara içmek için dışarı çıkıyor, “dışarı çıkmak için” tekrar içeri giriyordu. Ne olduysa bu yasaktan sonra oldu zaten!
      
Dedim ya Fatih bir görüntüydü, canlı bir tasvir.  Ortaya yakın boyunda saklı bir heybet, kaçamak bakışlarında zapt edilmiş bir sükûnet vardı ve lakabı ise küçük dev adamdı. Kırk altı yaşında olduğunu ‘o haberi’ okuyunca öğrendim. Demek ki aramızda bir yaş vardı. Kravat takar mıydı; galiba. Lacivert takım elbisesi gösterişsizdi ama ona bir vakar verdiği de muhakkaktı. Aslında Fatih kimdi, hikâyesi neydi; bilmiyordum.
       
Bana göre Fatih, ikinci kattı; sessizlikti, paspasla temizlikti, sigaraydı. Yok, daha fazlasıydı. Fatih şehirdi, çağdı, memuriyetti. Belki yılgınlık, yorgunluk, tahammül, ama daha çok saklı bir öfke, yalnızlık, çaresizlik, yani insanlıktı. ‘İnsanlığın son adası’ olmuş bir coğrafyanın ortasında, adasız kalmış bir insandı. Fatih, aslında bizdik. Fatih, bizim saklı yanımızdı. Biz! Statü, makam, imkân, marka… gibi aslında bize ait olmayan bir kimliği maske edinenler! Bütün çıplaklığıyla hakikatimizi Fatihin sadeliğinde ve suskunluğunda gördüğümüzden ve o sıradanlıktan, alakasızlıktan korktuğumuzdan, tegafül yaparak onu değil, elindeki paspası görüyorduk…
       En son, cuma günü mesai bitiminde görmüştüm onu. Her zamanki gibiydi. İki gün sonra mesaiye başlarken onu göremedim; herhalde katta değildi… Masamda mahalli gazetede bir resim, bir isim ve haber: kalp krizi geçiren belediye park ve bahçeler müdürlüğünde görevli… Fatih ölmüştü!
      

      
Gazetede resmi görünce Fatih gözümün önüne geldi. Evet, onun resmiydi; yani bir ‘vesikalık’ fotoğraf. Birden fark ettim ki, onun resmiydi ama o değildi! Gazetede olan ‘bir resim haliydi’, suretti, pozdu. Fotoğrafçının tespit ettiği bir andı, hepsi bu. Fotoğraflarımız ne kadar da bizden uzak, ne kadar da yanıltıcı olabiliyordu. Fotoğraftaki biz, “biz” değildik. Vesikalara yapıştırılan bu fotoğraftı, biz değil. Albümlerde saklanan bu resimlerdi, biz değil. Tıpkı, yaşayanın biz olması gibi, resmin değil. Yaşayanın ve yaş alanın/yaşlananın.
      
Resim, verdiğimiz pozdur. Bize telkin edilen ”postur”  yani vaziyet almadır. Ah, o fotoğrafçılar! Bir sanat icra ediyor edasıyla çenenizi düzeltir, başınızı çevirir, “gülümseyin” der. Sizi hiç tanımayan o adam yani fotoğrafçı, sizi en iyi anlatacak pozunuzu çektiğini sanır! Sizi bir resim halinde size iade eden fotoğrafçı, sıradaki ‘müşteriye” teveccüh ederek, sizi hemen unutur ve siz elinizdeki resme/kendinize bir başkası gibi tekrar tekrar bakarsınız. Resimlerde o sunî tebessüm, tâbi bir sırıtma kadar bile sıcak değildir…
      
Aynı yalan aynalardadır. Aynada görünen kim? Dahası: şu hareket eden, konuşan, bir resim değil cisim olarak görünen kim? Biz miyiz?
      
Ey! Diplomasını, doktorasını, sertifikasını çerçeveletip duvara asan; unvanını elbise gibi kuşanan, elbisesini değiştirse bile unvanından soyunamayan sen! İş hanında,  kattakiler! Çıkın resminizden! O paspas bir başka elde; siz günlük telaşınızda.  Evrakı taşıyan birileri yine olacak ve fakat evrakı taşıyanı ‘son gününde’ taşıyanlarda… Geride kalan vesikalık resim, unutulacak isimdir. Bir de başkalarının yüzüne, hatta kendi yüzüne bile bir fotoğrafçı yabancılığı ile uzak bakanlar…
      
Şimdi, ikinci kata her gelişimde, lacivert takım elbisenin daha da gölgelenerek bir hâtıra gibi katta saklandığını vehmeder ve fakat Fatihin ise artık sönmüş son sigarının dumanıyla çekip gittiğini düşünürüm. Tutunamayanları ve yaşar gibi yaşayanları bir kez daha fark ederek…
      
İsa YAR 

 

*Berceste Dergisi 2008  … Haber Takip Gazetesi/23.06.2008

KİMSEYE ETMEM ŞİKÂYET…


.
.
.
.

          Bazen şehirden çıkmak isteği yoklar içimi.
         
Alıp başımı gitmek ve mesela dağlardan seyretmek isterim denizi; sonra kaybolmak içimin denizlerinde…  Ancak, bu isteğim fazla sürmez, yine bir çay ocağında bulurum kendimi. Çay ocağı dedimse, maksat çay içmek değil, dostlarla hemhal olmaktır. Yarenlik edecek dostlarımızın olması ne güzeldir ve o çay ocağı ‘Küllük’varî bir mekânsa terki pek o kadar da kolay değildir. Hele bugünlerde…
         
Bu kaçış arzusuna rağmen şehre kapanıp kalmak alışkanlığın ötesinde bir şeydir. Sosyolojik izahı erbabına göre muhakkak vardır (bu mevzuu İslam Ürkmez ile bir ara konuşmalıyım). Kanaatimce, mekân olarak şehrin dışına çıkmakla şehirden uzaklaşmış olmuyoruz! Kalabalıkları bir uğultu gibi kendimizde taşıyoruz. Şehri/kalabalıkları o kadar içimize almışız ki tenhada bile kendimizle baş başa kalamıyoruz; kendimiz, yani hakikatimizle… Varlığımızı bir başkası/öteki üzerinden idrak ediyoruz; kim bilir, aynaya bakmak ihtiyacı duymamız belki de bundandır.  ‘yok’ derken, aslında ‘var’ demek istiyoruz… Tenhada kalabalık kuşatıyor bizi, kalabalıkta yalnızlık.  Kaçıyoruz ve belki kaçarken kendimize yakalanıyoruz. Kendimize ve kendimizle yüzleşmeye…
         
Bu hâlimiz bir memnuniyetsizlik hâlimidir? Hayır, değil. Daha çok, bir farkındalık sersemliği! Fark etme, idrak ve daha ötesine geçemeyip olduğu yerde ‘erteleyip/ertelenerek’ beklemek. Yani hâl-i intizâr. Bu merhaleyi aşamadığımızdan, olmanın eşiğinde ve belki “a’raf”ta kozamızı örüyoruz. Dışımızda bir dünya var ve varlığını “realite” olarak her an bize hatırlatıyor. Muhayyileyi, tasavvuru ezen, kendi gerçekliğini dayatan ve insana kaçış alanı bırakmayan dünyevî gerçeklikle kuşatılmışız. Bu kıskaçtan belki fikir ve his imkânıyla firar edebilsek de, ecdat kadar hür olamadığımız için, yine dönüyoruz bizi esir eden sıradanlık kafesine. Onlar ismen değil, hakikaten içe doğru derinleşen bir irfâna sahiptiler; biz ise dışımızda popüler görünümüyle mantarlaşan parçalanmış bir kültürün sahibiyiz. Onlar fehmederlerdi; biz anlamıyoruz bile…
         

         
İmdi, yukarıdaki ifadelerden ne anlamamız icap eder ya da “sen nerede yaşıyorsun kardeşim” diyebilirsiniz.  Demeseniz de olur ama bir kere sorduk! Geçen günlerde bu şehirde bir akşamüstü, davet edildiğimiz “şiir gecesine” giderken, yolda karşılaştığım iki ‘gazeteci’ dostla ayaküstü konuştuktan sonra daha iyi anladım ki günümüzde “edebiyat karın doyurmaz, bol çay içirirmiş”… Edebiyat, yani insanın kendi iç denizinden, inci çıkarması. Oysa ırmaktan kum çıkartsa neler kazanır… Gazeteci dostları reel memleket meseleleri ve mahallî mevzularıyla baş başa bırakıp,  kendi ‘gündemime’ bir sukut-ı hayâl gibi hikâyeme ve şiire yürüdüm. Sarkis Efendi’nin o nihâvend şarkısı dilimde:
         
“kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime
         
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”
   
         
İsa YAR
                                             Haber Takip Gazetesi/Tenha Köşe 02.06.2008

BAŞIMIZA GELENLER


.
.
.
.
       O kitabı okumadım.
      
Üstelik hakkında o kadar çok şey yazılmasına rağmen!
      
şu çılgın Türkler’den bahsediyorum. Çok tartışılmasından belki; çok tartışılan şeylerden kaçan bir tarafım var. Münazaranın yerini münakaşa alınca sıkıntı basar beni. Alır düşüncemi giderim.
      
Bir yere gittiğimiz yoktur aslında, gidemeyiz de. Kalın Türk kitabının da yazarı şair İsmet Özel’in ifadesiyle “toparlanın; kalıyoruz” îmâsına iştirak ediyorum yani. Bir yerde tutunmak değil, kalmaktan bahsediyorum. Bu coğrafyada kalmak, bin yıl olduğu gibi…
      
Bu yazı, okumakta olduğum bir kitabın tesiriyle kaleme alındı. ‘Başımıza Gelenler’ Mehmed Arif imzası ile ilk defa 1903 yılında neşredilen ve en son bky tarafından basılan bir kitap. 93 Harbi’nde Doğu Anadolu cephesini anlatıyor. Erzurum ve Kars civarı. Osmanlı-Rus harbi! Eser hakkında tek cümle söyleyebilirim: herkes okumalı.
      
Millî Mücadele, Çanakkale, Sarıkamış, Yemen… Bu milletin evlatlarının hangi zor şartlarda, cepheden cepheye koşarak destanlaştıklarını; redif askerlerini, un ve peksimetten ibaret iaşelerini, Gazi Muhtar Paşayı, yaralarımızı, yâr ve ağyârımızı… bu ve bunun gibi eserlerde tarihimizi okumadan, ama hakikaten okumadan bugünü anlayamayacağımızı ve yarını inşa edemeyeceğimizi bilelim. Kredi kartımızın asgari ödemesini yaptıktan sonra, çocuğumuzun adını zor telaffuz ettiği filan ‘marka’ ayakkabı ya da t-shirt’i almadan önce ‘Gedikler Muharebesi’ni (1877
)  hatıra getirelim.
      
Yemen türküsünde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasını bakın nesi var/Bir çift pabuç ile bir de fesi var” sözlerinin ne manaya geldiğini bilmeyenlerin; kimseye laf söylemeye ve hele gençlere sitem etmeye hakkı yoktur. Başını ellerinin arasına alıp düşünse yeridir. Marifet çok şey bilmek olmasa gerek. Belki marifet bildiği ‘şey’in hakikatini kavramaktır.
      
Başımıza gelenleri idrak eden bir gençlik, ecdadının bu coğrafyada daha dün neler yaşadıklarının tarihî şuuruyla, savaşın acılarını hissedecek ve fakat bir mankurt edasıyla ağyara da barış şarkıları söylemeyecektir. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bize yine tarih söylüyor. Başımıza gelenleri okuduktan sonra Dedem Mehmet Ağayı daha iyi anladım. Millî mücadelede Karabekir Paşanın ordusunda askerliğin akabinde Erzurum tabyalarından eve dönebilen o efsane adamın cephede yaşadıklarını torunu olarak hiç dinleyemedim. Doğumumdan üç ay önce vefat etmiş. Cümlesine rahmet… Öte yandan, Babamın da askerliğini Sarıkamış’ta yapmış olması; ilk atamamın Kars’a çıkması ayrı bir hatıradır.
      

      
Hep okumaktan bahsediyoruz ya…
      
Okumak öyle sıradan bir şey değildir. Bir kitap, okunduğunu okuyan üzerinden söylemeli bize. Mesela şiir okumak ve dinlemek ne güzeldir. Daha güzeli ve doğrusu ise şiirin anlamı üzerine düşünmek, şairin tavrını görebilmektir. Şiir sükûnetten beslenir, uğultudan kaçar; şair gibi… Tarih hafızadır, şiir ise hatıranın ötesinde bir şey…  

       İsa YAR

Haber Takip Gazetesi/19.05.2008

DURUN KALABALIKLAR


.
.
.
.

       Bir ses…
      
Dikkatimizi dışımızdaki uğultudan kendimize/içimize çeviren bir ses. Şehrin ya da adına şehir denilen gürültülü görüntünün idraki kör ve sağır eden karmaşıklığından kurtarıcı bir ses:
      
“durun kalabalıklar!”
      

      
Adına yaşamak dediğimiz fakat anlamı üzerine ciddî manada düşünmediğimiz, adeta bir alışkanlık gibi tekrarlayıp durduğumuz ‘günü’ dolduran kısır bir döngü bizim hayatımız. Yaşar gibi yaşamak yani.
      
Caddelere, sokaklara bakın; ama dikkatle ve görmek için bakın. Giyim mağazalarının vitrinlerinde insan kalıbında cansız mankenlerin hareket eden modelleri gibiyiz! Adeta çağı teşhir eden, bir diğerinden farkı ve dahası ‘farkındalığı’ kalmayan bir figür…
      
Hayatı ‘ıskalamak’ bu olsa gerek. Hepimiz formatlandık! Hayata değil bilakis hayatı ve her şeyi tüketmeye hazırız. Tüketiyor ve tükeniyoruz. Harcamak için kazanıyor, kazanmak için kendimizi harcıyoruz. Ve o ses: “durun kalabalıklar!”. 
      

      
Kalabalık, bu kemiyetiyle bir keyfiyet ortaya koyamaz. O zaman, bu kalabalık içinde kaybolan o yalnıza yani insana, kendimize seslenelim:
      
Yavaşla!
      
Dur ve düşün!
      
Varlığının hakikati nedir ve niçin yaşıyorsun? Eskiler göz ve söz mesafesinde iletişimle yakınlık hâsıl ederken, sen yanında/yakınında olanla bile neredeyse cep telefonu ile konuşacaksın! Ulaşamazsın… Hayatın ve hakikatin kapsama alanında değilsin; farkında olmadıkça, fark etmedikçe ve sen istemedikçe değişemez, değiştiremezsin. ‘Zaman seni kuşatmış, mekân kelepçelemiş’ farkında mısın?  Bırak eşya istiflemeyi; sonunu getiremezsin. Oysa kendi yaralarını onarabilirsin, çocuğunun gözyaşını silebilirsin, eşinin yüreğinden tutabilirsin, dostun hatırını sorabilirsin…
      
Bırak kalsın kendi çıkmazında sokak.
      
Yürü içinin ferah caddelerinde, kalbini de kuşanarak… 

       İsa YAR

Haber Takip Gazetesi/05.05.2008

SEVSİNLER STATÜNÜ!


 

.
.
          Statü, hiyerarşi içinde lazım bir tanımlamadır ve sistemik yapıda bir gerçeklik olmakla beraber, çalışanlar başta olmak üzere toplum nezdinde abartılarak daima yüceltilmiştir. O kadar ki statü adeta ‘insanın’ önünde yer alır hale gelmiştir; insanın yani statüyü temsil edenin.               

          Makam ve mevki, aynı zamanda o makamı temsil edene nispetle anılmalı iken, günümüzde durum statü lehine anlam kazanmış ve böylece “temsil eden” sıfırlanarak adeta konuşan, hareket eden bir makam (statü) olmuştur. Makamı terk ile bir bakıma elbiselerinden soyunmuş gibi üryan bir kimlik haline gelebilmektedir makam sahibi. Bu sistemde yani statik/seküler yapıda insan bir unsurdur sadece ve insanî meziyeti ile değil, idarî performansıyla muteberdir. Öte yandan “statü” sadece kamu ile alakalı bir kavram değil, cemiyetin bütün şubelerinde, yapılanmalarında adı ne olursa olsun var olan ve muhakkak “unvan” sahibinin ve hatta unvana yakın olanların nefsanî pay aldıkları bir cazibe merkezidir. Herkes isterse kendisine bir statü bulabilir… İşaret etmek istediğim problem unvanın insanı aşmasıdır.

          Oysa büyük addedilen şahsiyetlerin hâl bilgisini okuduğumuzda bulunduğu vazifeler anlatılırken merkezde insanı görürüz ve temsil ettiği makamlar sadece işaret taşlarıdır. O makama, imkâna gelirken de ayrılırken de mezkûr şahsiyet kendisidir. Büyüklüğü artmaz ya da eksilmez. Çünkü esas olan insandır; dolayısı ile müktesebi, ilmi veya kesb-i kemal-i hüner eylediği meşgaledeki ehliyeti, dirayetidir sahih ölçü. Şu modern zamanlarda böyle insanların işi zordur. Kemalâtını sergileme gibi bir imkândan mahrum olabildiği gibi, statünün istediği de bu değildir zaten.

          Plastik medeniyet bu olsa gerek. Ruhu olmayan bir yapı ve bu yapının idamesi ise insanın varoluş hakikatinden uzak bir eda ile sergilediği performansa bağlı… Bu yapıdır insanı ve dolayısı ile cemiyeti sıhhatinden eden. Batı menşeli bu anlayışın topluma sunacağı nihayetinde daha büyük hastaneler ve hapishaneler; tüketim pazarında huzur aramaya devam edecek tatminsiz bireylerdir. Statik anlayışın tahakkümü ve müdahalesiyle asli fonksiyonu zaafa uğramış aile yapısı gelenekten kopmanın ötesine de geçip, anlamını neredeyse büsbütün yitirecek ve böylece insanlık kendi sonunu bir sosyal bunalım eşiğinde yaşayarak tamamlayacaktır… 

          Görünürde böyle olsa da, toplumun hafızası diyebileceğimiz derin idrakte yine de belki şuuraltı ya da irfan tesmiye edebileceğimiz kirletilmemiş, bozulmamış bir hakikat algısı hep vardır. Toplumda bu şuuraltını şuura yükseltenlerin sayısını bilemiyoruz ve fakat S. Ahmet Arvasi’nin “ideal insan” diye tanımladığı irfan sahiplerinin sayıca az olduğunu da biliyoruz. Türk toplumunun sosyolojik yapısı dikkatle incelenirse hemen her ferdinde ortak bir idrak olduğunu görürüz. Bu idrakin ister farkında olunsun ister olunmasın, çoğu kez toplumun refleks cevaplarında tezahür ettiği görülür. Gerek toplum ve gerek ise “birey” ret ve kabullerinde tanımlayamadığı bu şuurdan hareket eder. İster fevrî ister düşünülmüş olsun her tavır ve fiil onu besleyen, tetikleyen bir arka plana dayanır. Bu ise şahsın/toplumun kendisini, öznesini oluşturan müktesebatıdır. Bir şekilde imkâna kavuşmuş olanların, statüyü temsil edenlerin, insanî bir hal karşısında ya da zor durumda kaldıklarında gösterdikleri doğal tepki toplumun herhangi bir ferdinden farksızdır.

          Nasıl ki heykel siluetin/suretin taşta donmasıdır; statü de kendisini temsil edeni bir şekilde kendisine bağlar, kelepçeler. Bu bağ ne zaman çözülür; müşkül mesele! Belki daha çok hakikatin bir anda idraki ya da insanî tarafın tetiklenmesiyle… Mesela tarlasında çalışan, ilkokul diploması bile olmayan, ama hayatı belki bir irfan penceresinden seyreden bir anne-baba ile ailenin akademik eğitim almış, statü sahibi olmuş, şehirde yaşayan evladı herhangi bir beşerî hal karşısında aynı doğal tepkiyi verir. Bir türküde hüzünlenmek gibi… Farkında olsun ya da olmasınlar geleneğe yaslanan bir ahlak anlayışına sahiptirler. İşte bu benzerlik/aynilik gösteriyor ki insanımızın özünde saklı kalan ve fevri olarak açığa çıkan hissiyat, hassasiyet, hak bilirlik vasfı, dayandığı esasların ihyasıyla toplumu kuşatabilir;  yine ve yeniden ideal insanın tesir ettiği “ideal toplum” oluşabilir. Ben bu ümidi muhafaza ediyorum. Bununla birlikte bu dirilişin kolay olmayacağının da farkındayım. Yıkmak kolay, inşa zordur. Bir insanın inşası ve daha da önemlisi kişinin kendisini düzeltmesi kolay olmasa gerek.

          Statü ruhun prangasıdır vesselam. 

          İsa YAR