Taşrada kalemin yalnızlığı


.
.
.

Ünye’de edebiyatçı olmak

İnsan yaşadığı şehri benimsiyor. Doğup büyüdüğünüz yer olmasa dahi yaşadığınız şehir yaşanmışlığın hatırasında size bir aidiyet sunuyor.Yürüdüğünüz sokaklar, sık uğrayıp çay içtiğiniz mekanlar, kenarda köşede hala ayakta kalabilmiş geçmiş zaman evleri, açık alanları obur bir iştahla yutan apartmanlar ve en önemlisi tanıdığınız insanlar sizin için yaşadığınız şehrin anlam haritasını oluşturuyor.

Böyle olmakla birlikte kişi kendisini merkeze alarak herkese ve herşeye kendi gerçeğinden baktığından olsa gerek yaşanılan şehir bütün genişliğine rağmen an gelir küçülür, dar gelir insana. Demem o ki mekan ve mukim arasında oluşan bağ herkes için aynı değildir…

Neredeyse yirmi yıldır bu şehirde yaşıyorum. Bir şehri tanımak için yeterli bir süre. Oysa biliyorum ki ne ben bu şehri yeterince tanıyorum ne de şehir beni. Aramızda eksik bir şeyler var. Benden yana eksik olan şudur ki bu şehirde çocukluğum yok. Çocukluğumuzun geçmediği mekan, ne kadar benimsemiş olsak da bizim için ruh gurbetine benzer bir hatırasızlıkla noksandır. Yani hafızamızın önemli bir kısmında yer tutmaz çünkü çocukluk bizim uzak ülkemizdir. Doğup büyüdüğümüz yerlerden bir ömür ayrı kalsak bile o belde bir hafıza olarak bizde yaşar. Bu sebeple şehir, kendi çocuklarında bile en fazla mahalleden ibarettir. Demek istediğim, bu şehirde yaşayan birisiyim sadece. Aramızda en anlamlı bağ ve yakınlık, aynı coğrafyada, karadeniz sahilinde güzel bir köyde çocukluğunu yaşamış birisi olmak. Bu şehirde dışımdaki iklim/mekanbir anlamda bana yabancılıkhissi hiç vermedi. İç iklimimiz ise başka bir şey; yaşadıklarımızın toplamı ve içimizde saklı bahçe…

Yukarıda kaleme aldığım ifadelerden ne anlamak lazım geldiğini bilmiyorum, anlayan beri gelsin diyerek geçiyorum. Yazının bundan sonrasında kendi hissiyatımdan değil(mesleğimiz ne olursa olsun) edebiyatçı tanımına giren insanın gözünden bu şehire bakmaya çalışacağım. Belki şehre bakmayacağım, bu şehir (bütün temsilcileriyle) edebiyatçıya nasıl bakıyor bunu dile getirmeye çalışacağım. Burada edebiyatçıdan kastmız elbette yazan adamdır. Edebiyat, mevzusu itibariyle zaten şehirli karakter taşır; konusu insan, toplum, kültür ve medeniyettir. Dolayısı ile en gelişmiş haliyle dil yani lisandır. Edebiyatçı, inşa edeceği eseri tahayyül ve tasavvur ederken tenhaya, yalnızlığa, sükunete, iç aleminde yoğunlaşmaya ihtiyaç duyar ancak ortaya koyduğu eseri bozkırın ya da denizin ortasına değil şehrin meydanına bırakır. Şehrin meydanına yani onu anlayarak gereğini hayata geçireceklerin meydanına. Bu imkanı barındıran yerdir şehir ama bu imkanı şehir adına elinde bulunduranların edebiyatla ilişkisi nasıldır. Buna bakarak o şehrin kültürel zenginliğini ya da nasipsizliğini anlayabiliriz. O zaman bakalım bu şehre…

Ünye’de edebîyatın herhangi bir dalında eser/ler ortaya koyabilen insanların var olduğunu biliyorum. Bu hususta mahallini aşmış isimlerin varlığı bir gerçek. Öte yandan bu şehirde içeriğinde ciddi edebi metinlerin, şiirin yer aldığı dergilerin kendini gösterdiği de gerçek. Yayınına ara vermiş Sükût, yoluna devam eden kertenkele gibiülke geneline hitap eden dergilerin yanısıra, okul mahreçli olan ve fakat muhtevasıyla mahallini aşmış yağmur ve yakamoz dergilerini kim yok sayabilir. Şiir seçkisiUzak, yöre ve kent kültürü dergisi canik, dil vekültür, lâl, künyebunlara ilave edebileceğimizdergiler. Eserlerini kitaplaştırmış birkaç isim, kitaplaştırabilecek donanımda edebî kalemler bu şehirde yaşıyor. Ve fakat:

Ünye bunun ne kadar farkında ve özellikle bu şehirde edebî faaliyetlere destek olabilecek imkana sahip olanlar nerede? Ünye’de bu hususta, burada yaşayan hakiki şair ve yazarlar, has okurlar, edebiyat sevdalısı öğretmenler ve ilgili öğrenciler dışında kimleri ve hangi müesseseleri sayabiliriz? Edebiyatçılar kalemi terkedip ellerine mikrofon alarak meydanda şarkı söyleseler şüphesiz çok daha fazla ilgi ve destek göreceklerdir. Gazete adı altında birkaç mahalli haberi dolgu malzemesi yaparak kutlama ilanları yayınlasalar teşvik dahi alabilirler. Gerçi tablo birçok yerde böyledir ancak işin ruhunu kavrayan, gerçek anlamda kültürel etkinlikler yapan, bu etkinlikleri destekleyen, sahip çıkan yerler de var memlekette. Mesela, 19. kez düzenlenen “suçıktı şiir akşamları”nı ülke genelinde edebiyat çevresinden bilmeyen yok gibidir. Bu kültürel faaliyetin yapıldığı yer, nüfusu baz alırsak (ki büyükşehir olmak için nüfus baz alınıyor) Ünye’nin çeyreği nüfusa sahip Dursunbey ilçesidir. Güzelliğin mimarı ise çok yerde olduğu gibi Dursunbey belediye başkanıdır. Mahalli idareler ve sivil toplum kuruluşları böyle faaliyet ortaya koyduklarında mülkî idarenin desteğini de her zaman almışlardır. Yeterki projelerinizde yer alsın.Maalesef bu misaller istisna kabilindendir. Asıl mesele taşrada yaşamanın, eser ortaya koymanın sonuçlarıdır. İstanbul’un dışına çıktığınızda, bütün varlığınızla edebiyatın içinde olmanız yetmez. Sesiniz kısık çıkar. Taşrada insanlar edebî kimlikleriyle değil mesela meslekî bilinirlikleriyle öne çıkarlar. Bu ise edebiyatın taşrada karşılığının sınırlı olduğunu gösterir. Oysa merkezde eser ve yazarı ön plandadır. Edebiyatçı edebî kimliğinin dışında tanınmaz bile, biyografisinden veya mülakatlardan çıkarırsınız ne ile geçindiğini. Orada dikkatler ortaya koyduğu esere yöneliktir. Edebiyatçı iseniz taşradan çıkarak merkeze gidecek, merkezden taşraya isminiz ve dolayısı ile eserinizle döneceksiniz. Yoksa taşrahas okurun ve hakiki edebiyatçıların dışında eserinizin farkında bile değildir. Diğer yandan edebiyatçıların protokollerden uzak durması edebiyatın doğası gereğidir ve edebî temsil bunu gerektirir fakat protokolün edebiyattan uzak durmasını nasıl izah etmek gerekir, bilmiyorum. Bilen varsa izah etsin…

İsa YAR

* ünye yağmur degisi 2013

ŞEFİK ABİ


varsayilan

Gülser abla sitem etmese, belki bu yazı doğmayacaktı. “-Kitaplarını okudum… Şefik abinden bahsetmeni de isterdim.”

Bu söz üzerine düşündüm: hayatımızda iz bırakan ve fakat kendimize yakın bulduğumuz için mi yoksa mahremiyetimizden saydığımızdan mı bilmiyorum, hayatı kayda değer pek çok ismi içimizde sırlıyoruz. Oysa sıradan zannettiğimiz bir hayat hikâyesinin içinde bazen çok güçlü bir karakterin yaşadığını göremiyoruz bile. Belki de her birimiz bir hikâyenin karakteri olduğumuzdandır, kim bilir…

Şefik ağabey, benden birkaç yaş büyüktü.

Bu birkaç yaş farkı ömrün ilerleyen yıllarında kapansa dahi çocukluğumuzda neredeyse boyumuzu aşan bir mesafe demekti. Dolayısı ile çocukluk akranım değildi ama deniz kıyısında yer alan ve o yıllarda birkaç evden teşekkül eden yalı mahallesinin parmakla sayılabilecek ele avuca sığmaz çocukları olarak, “abi” diyebileceğimiz üç-dört isimden birisiydi.

İnsan, zaman ve mekânla kuşatılmış olduğundan, zamanı ve mekânı dikkate almadan yapılan değerlendirmeler eksik kalır. Yalı mahallesi, okçulu ve kovanlı köylerini ayıran derenin denizle birleştiği koyda, her iki köyden sahile ilk yerleşen birkaç ailenin yaşadığı küçük fakat önemli bir yerdi/r. Şefik ağabeyin ailesi de ilk yerleşenlerdendi. Yalı bir mekân olarak, stratejik-coğrafi imtiyazı ile birçok imkânı barındırıyor ve sosyal hayat neredeyse kasaba hüviyeti taşıyordu. Karadeniz sahil yolunun sağladığı ulaşım imkânı önemliydi. İlk ve ortaokulun yanı sıra Kemal amcanın fırını, bakkallar, gazete bayii, hızar atölyeleri, terzi, lokanta, berber, dişçi, köfteci, dondurmacı, ayakkabıcı, demirci, cami, kahvehaneler, balıkçı kayıkları ve çekeği gibi pek çok unsuru bu arada sayabiliriz ki altmışların sonu-yetmişli yılların başlarında bu tablo her yere nasip olmamıştır.

Şefik ağabey, fırıncı Kemal amcanın oğluydu. Altında fırın ve bakkalın yer aldığı konakvarî, enlemesine uzun iki katlı evin meydana bakan bir odası sanırım ona tahsis edilmişti. (Milli bayramlarda okul öğrencilerine heyecanla hamasi şiirler okuyan dedesi Dursun emminin renkli kişiliği bir yana, babası Kemal amca çocukların pek sevdiği bir isimdi ki fırın, belki de bunun için sık uğradığımız bir mekândı. Kemal amca bizi çok mu severdi bilmiyorum ama gelmemize memnun olur, bize şakalar yapar, buna karşılık biz de sıcak ekmekleri rafa dizerek ona yardımcı olmaktan çocukça zevk alırdık. Hamur yoğurma bölümü, pasa bezleri, un çuvalları, kısaca ekmek pişirme ameliyesinin bütün safhalarına Kemal amcanın şefkatiyle vakıf olmuştuk. Teneffüslerde fırınla bitişik bakkala uğrar, elli kuruşa çeyrek ekmek arası helva ve üzerine kaşık ucuyla sürülmüş reçeli afiyetle yer, karnımız doyunca okul bahçesine koştururduk…) Hareketli bir yapısı olan Şefik ağabeyi ise fırında ve bakkalda pek göremezdik nedense. Coşkulu, her an bir kavgaya hazır ataklığı yanı sıra sanırım hassas bir ruha sahipti. Sahilde karavanla kamp kurmuş turistlerle gitar çalarak “muhabbet” eden, birkaç arkadaşıyla okulların açılmasına yakın kırtasiye malzemesi satarak ticarî faaliyet gösteren, yerinde duramayan bir karakterdi.

Ortaokul sonrası ancak bir ay süren, Perşembe Öğretmen Okulunda öğrenciliğim esnasında, Şefik ağabey son sınıfta okuyordu. Aslında daha önce mezun olması gerekirken haşarılığından okulu uzatmıştı. Dolayısı ile kısa süreli de olsa okul arkadaşım sayılır. Onunla ciddi manada irtibatımız sonraki yıllara tekabül eder. Öğretmen okulundan ayrılıp sağlık kolejine geçiş yapınca, köy ile irtibatım ancak tatillerde sürdü. Şefik ağabey ise öğretmen olarak Çayeli’ne atanmıştı. Bu arada 1980 öncesinin bilinen sosyal şartları memleketi öylesine sarmıştı ki, birkaç arkadaşı ile köyde “ülkü ocağı” bile kurmuştu ki mekânın şöhreti mahallin sınırlarını aşmış, haniyse devlet Fatsa’dan, karşı yakadaki Fatsa da bu köyden rahatsız olmuştu. Ben okulu bitirip Ankara’da göreve başlayınca, yine izinli geldiğim zamanlarda denk gelirse görüşebiliyorduk.

Şefik ağabey kendisiydi. Herkes ve her kesimle kolayca kaynaşır, ancak milliyetçiliğini bir kimlik gibi gururla taşırdı. Tanımlamaların ölçeğinde bir dava adamı değildi; adamdı. Hiç değişmeyen yanı bu adamlığıydı. Oysa (meselesi ne olursa olsun) nice dava adamları gömüşlüğümüz vardır ki ortada dava kalmayınca, adamlığı da kalmıyordu! Dolayısı ile Şefik ağabey davadan geçinen, dava alıp satan sıradanlardan değildi. Birkaç yaş küçük olmama rağmen nedense beni görünce önemli biriymişim gibi hürmet ve samimi yakınlık gösterirdi ya da bana öyle gelirdi. Benimle sanki daha çok fikrî mevzularda konuşmak ister, hızla girdiği muhabbetten aynı hızla çıkar, “-yine görüşelim.” der, hareketli sosyal hayatın doğallığına dönerdi. Zaten kimseyle laf yarışına girmez, fikrini kafasında imanını kalbinde taşır, bulunduğu ortamı adeta rahatlatır, herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabullenmiş görünürdü. Bu sebeple hatırı sayılır geniş bir çevresi vardı. Hiç değişmeyen bir özelliği ise mütevazı oluşuydu. Dost, ahbap, tanıdık kim olursa olsun her zaman samimiyetle yaklaşır, yakınlığı muhafaza ederdi. Görevi gereği bir statüsü ve buna bağlı çevresine rağmen o hiç büyümeyen bir çocuktu. Oysa geldiği makamlarda kendisini bir şey zannederek, küçülerek değişen nice tanıdık da gördü bu gözler…

Akranlarına göre geç evlendi; kendisi gibi öğretmen olan, dayımın kızı Gülser abla ile. “Muhtar” Mehmet dayım, Şefik ağabeyin haşarılığının yatışmasını diledi diyelim, nihayet izin verince Leyla ve Mecnun hikâyesine dönüşmesine ramak kala evlenebildiler… Samsun sahra sıhhiye okuluna askeri birliğime teslim olmaya giderken (babamın ricası üzerine) bana refakat etmesi yâd etmeden geçemeyeceğim bir hatıradır. Beni subay akrabasıyla tanıştırmış, güya emanet etmişti. Bir başka hatıra ise, yıllar sonra düğünümüzün (bekârlığıma darbe vuran yıl farklı olmakla beraber, gün 12 Eylüldü) Perşembe halk eğitim merkezi salonunda olmasıdır ki kendisi ile alakası oranın müdürü olmasıdır.

Adana’dan nihayet Ordu’ya atandığımda daha sık görüşür olduk. Bir gün kendisini makamında ziyaret etmiştim. Hoş-beşten sonra heyecanla masasının üzerindeki kitapları göstererek:

“-Senin kadar olmasa da biz de kitaptan kopamıyoruz. Gerçi tamamını okuyamıyorum ama kitap görünce dayanamıyor, alıyorum” derken gözlerinin içi gülüyordu. Çizgisini kitap tercihinde devam ettiriyordu. Bu orta boylu, nispeten zayıf, yerinde duramayan adam, alışılmış “memur/amir” karakterlerine benzemez, statüyü adeta önemsemez, herkese yardımcı olmaya çalışmak bir yana hakikaten yardımcı olur, sahip olduğu vefa duygusunun pek çok eski dostta aşındığını görmenin hüznünü de saklamazdı. Son zamanlarda iyice zayıfladığını fark etmiştim. Bünyesi hassastı, uzun zamandır rahatsız olduğunu lakin umursamadığını biliyordum ama rahatsızlığının ciddileştiğini sonra öğrendim.

Şefik ağabey, ardında iki evlat ve genç bir hayat arkadaşı bırakarak kırklı yaşlarının başında aramızdan ayrıldı. Cenazesine katılan vekil, bürokrat, protokol mensupları, arkadaşları, köylüleri ne hissettiler bilmem ama ıslak bir ılıklıkla bir hatıra gibi kaydı gözlerimden Şefik ağabey. “Büyükağız” dediğimiz yerleşim yeri onun vefatından sonra haniyse tatsızlaştı, tenhalaştı, şevkini kaybetti. Adam gibi adamların bıraktığı boşluk günümüzde daha çok derinleşiyor, sanki. Vefatının üzerinden oniki yıl geçse de “Şefik Uçar” bu isimlerden birisi olarak hafıza ve hatıramızda yerini bütün tazeliğiyle koruyor…

İsa YAR

     

        

BİREYİN POETİKASI


.

Türk Edebiyatında Yeni Dönem

 

            Türk edebiyatında poetika mevzuunda bir hayli makale, eser, inceleme kaleme alınmış olmakla beraber poetika, akademisyen olsun ya da olmasın değerli edebiyatçılar tarafından araştırmaya değer bir konu olmaya devam etmektedir. Öte yandan poetika deyince öncelikle şiir akla gelse de poetikanın sahası geniştir. Mesela mekânın poetikasına kadar genişletilebilir. Ben bu mevzuda bir değerlendirme yapmayacağım. İşaret etmek istediğim bazı hususlara temas etmekle yetineceğim

            Poetika, şairin/yazarın neyi, niçin ve ne maksatla ortaya koyduğunu bilmesidir. Şiire kafa yormasıdır. Bunu açıkça ve ayrıca dillendirmese de eserleriyle anlaşılır kılmasıdır. Yani biz, eserinden yola çıkarak eser sahibinin poetikası hakkında bir kanaate varabiliriz. Eserden yola çıkarak vardığımız kanaat, şayet şair ya da yazar hakkında yeterince bilgiye sahip değilsek, eksik kalabilir hatta yanlış bir hükme de varabiliriz. Çünkü esere ve eserin sahibine, tasnif edilmiş tanımlamaların ve ezberin kolaycı hükümleriyle bakmak çoğu kere alışılmış bir usuldür ve bu sathi bakış pek çok ismi hakkıyla tanımaktan bizi alıkoymuştur.

            Bir başka husus, çok bilinen (tanınan demiyorum, o başka bir şey) ve dolayısıyla kendisine nüfuz etmiş isimlerin tesiriyle bakan okurun, birden fark edemediği kalemlerin farkını keşfetmeleri zaman almış ya da okur farklı isimleri dikkate bile almamıştır. Yeni bir ismi keşfetmek, güvenli okuma alanının dışına çıkmakla mümkündür ki donanımlı olmayı gerekli kılar. Böyle seçici, donanımlı okurlar hep vardır ve fakat günümüzde sayıları okuma oranının artmasına paralellik göstermez. Okur bahsinin günümüz yazarlarının poetikası ile alakası olmadığını kimse söyleyemez. Günümüzde yazarın poetikasını ya da meselesizliğini belirleyen bir unsurdur okur. Buna Pazar da diyebiliriz!

            Yakın zamana kadar Türk edebiyatının çeşitli dönemlerinde tesirini ortaya koymuş edebî akımların arka planında bir poetik anlayış hep olagelmiştir. Müstakil birer kalem de olsalar edebî eser ortaya koymuş isimler ve eserleri hakkında bir poetikadan bahsedilebilmiştir. Şahsi ve farklı bir çizgiyi temsil eden edebiyatçı bile, muhakkak genel anlamda poetik bir anlayışın içinde mütalaa edilmiştir. Edebiyat ve edebiyatçı sosyal yapıdan ve dolayısıyla sosyal gerçeklikten büsbütün kopuk olamayacağına göre, hatta bu yapıya hitap ettiği düşünülürse elbette bir değerler manzumesinin temsilcisi ve sesidir. Öncelikle millet olarak tesmiye edebileceğimiz bu sosyal yapının “değerlerini” edebî kimliğinde temellük etmiş olan eser sahibinin bu çerçevede şekillenmiş, belki ret ve kabul sınırları olan düşünce dünyasının elbette ona poetik bir anlayış sunması kaçınılmazdı. Pergelini bu anlayışa sabitleyip bütün insanlığa hitap edebilecek bir nüfuza erişmesi de mümkündür. Yani Türk edebiyatının geçmiş dönemlerinde edebî akımlar ve bunun temsilcileri ortak bir irfandan, kültürden besleniyor, kabiliyetleri ve imkânları nispetinde varlıklarını ortaya koyuyorlardı. Dikkat edilirse edebiyat tarihimiz kişiler üzerinden değil, edebî anlayış ve akımlar üzerinden anlatılır. İsimler ise bu anlayışların başlatıcısı, takipçisi ya da temsilcisidir. Böyle olmakla beraber her şairin bir poetikası vardır diyemeyiz çünkü hem şiir yazıp hem de şiir üzerine kafa yoran, fikir ileri süren şair sayısı fazla değildir. Necip Fazıl’ın Çile’sinde yer alan “poetika” açıklamaları; Ahmet Haşim’in ‘şiir üzerine mülahazalar’, Sezai Karakoç’un ‘edebiyat yazıları’, İsmet Özel’in ‘şiir okuma kılavuzu’, A. Hamdi Tanpınar’ın değerlendirmeleri bu hususta ilk aklımıza gelenler.

            Günümüze gelince…

            Sosyal yapıdaki hızlı değişimler ve buna bağlı olarak kültür kodlarının geçmişle bağının modernitenin kimliksizleştiren “mutasyonuyla” farklı gelişmesi Türk edebiyatının yeni kalemlerini etkilemiştir. Bu değişimden bir şekilde etkilenmeyen kişi ve kavram kalmamıştır. Geleneğin edebiyatta temsil edilmediğini söylemiyorum. Gelenek, yeniyi doğuran değil artık. Yeni, milli olma vasfını belki sureta temsil ediyor ama özünü temsil etmiyor. “evrensel” olduğu için değil, baskın bir kültürün etkisinde olduğundan bu böyledir. Sosyal yapımız birey toplumuna dönüşmeye başladığından itibaren, batı tipi yalnızlık cemiyeti kuşatmıştır. Dolayısı ile edebiyatın bugününü temsil edenlerin büyük ölçüde anlamlı bir poetikaları yoktur. Buhranlı kafaların poetikası olur, bunalımlı kafaların sadece şiiri. Bu çağın getirdiği bir problemdir. Çağı tanzim edenler ise şairler değildir. Dilsiz bırakılmıştır şair yani kelimesiz. Tedavüldeki sözcüklerle poetikanızı inşa edemezsiniz. Bu çağ hastadır. Demek istediğim şudur ki Türk edebiyatının bugünü temsil eden kalemleri talihsizdir. Hiçbir kalem, zamanının tesirinden azade değildir; geçmiş dönemlerin güçlü kalemleri poetikalarını oluştururken ya da poetikaya ihtiyaç duymazken de dilini anlayan bir cemiyete hitap ediyorlardı. Poetika ise edebî anlayış üzerinden oluşturulur. Mutabık bir edebiyat anlayışının içinde farklı bakış geliştirmektir ya da yeni bir kanal açmaktır poetika. Tüketim toplumunda popüler olmanın ve rahata ermenin yolları dururken bu belalı işe soyunanların aklından zoru olmalı ya da hakikaten bir “meselesi” olmalı…

 

            Türk edebiyatı, sahip olduğu büyük birikimin ve yüksek edebî anlayışın imkânını kullanmaya devam etmektedir. O kadar ki yeni hiçbir şey yazılmasa dahi bu millete yetecek kadar. Keşke dilde bu kadar tahribat olmasaydı… Bir gün, evet bir gün bütün alanlarda yeniden bir diriliş ve inşa başlarsa, Türk edebiyatının bu süreçte katkısı büyük olacaktır. Sadece, toplumun modernitenin çığırtkan uğultusundan kurtulup, edebiyatçının sesini duymaya ve dolayısıyla idrak etmeye başlaması yeterli olacaktır. O zaman bir poetikadan bahsedebiliriz.

            İsa YAR

*Berceste dergisi / Mayıs 2012

ÇIKTIM ERİK DALINA


.
.

 

“çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi” Yunus Emre

 

       Tasavvuf hâldir, yani söz değil. Dolayısıyla ahlak ve kalb ilmidir. Alabildiğine derin ve yüksek. Şiir ise söz sanatıdır ve hâlin lisanı. O da söz sanatında derin ve yüksek.

       Tasavvuf ve şiir arasında kanaatimce böyle bir yakîn var. Mahiyeti itibariyle olmasa bile derinliği, satıhta görünmeyen enginliği ve iç içe daireler şeklinde genişleyerek sureti aşması, bir “iç oluşun” akabinde sükûn bulması gibi. Tasavvuf ki beşeri mükemmel bir tekâmül ile insan-ı kâmil yapar. Bir iç yolculuktur; haliyle yolu, istikameti, yol hali, rehberi, edebi, adabı; ilmi ve irfanı vardır. Şiir ise insanın iç yolculuğuna dair yol hikâyesidir…

       Biz bu yazımızda tasavvufu anlatmayacağız elbette, aynı şekilde şiiri de. Her ikisi ayrı ayrı mütalaa edildiğinde -ki edilmiştir- yazmakla tamam olmaz. Bilineni tekrar kabilinden ifade etmek gerekirse, tasavvuf İslamî bir kavramdır ve kâmil Müslüman’da tezahür eder. Her ne kadar günümüzde tasavvufun hakikatini idrakten aciz din adamı kılığında, seküler düşünen bazı sığ beyinliler anlayamasalar da, ideal insan ve ideal toplumun inşasında tasavvufun müspet tesiri inkâr edilemez. Mesela Osmanlı toplumu böyleydi. Tasavvuf, Osmanlı kültür, terbiye ve ahlâkının vazgeçilmez unsuruydu. Bu hususta ayrıca S. Ahmet Arvasî’nin “ideal insan, ideal toplum” tarifi hemen aklımıza gelmekte. Diyeceğimiz o ki “söyleyen bilmez, bilenler söylemez”. Ancak, tasavvuf ve şiirin birbiriyle irtibatı konusunda bir şeyler söyleyebiliriz. Şiir zaten sözün kanatlanmış hâli, damıtılmışı yani söz olmaktan çıkmış bir üst dil. Belki bu sebeple mutasavvıflar şiiri imkân olarak kullanmışlar ve yine bu sebeple şairler meçhulü kurcalamışlar, kim bilir!

       Şiir, iklimi itibariyle, hâlin lisanıdır. Tasavvuf ise hâldir. Şiir dışında söz sanatları bu halin teşekkülünde icap eden usul ve esasları izah edip gösterebilir ve fakat hâli ifade etmede acze düşer. Bu noktada şiirin ifade imkânı devreye girer. Nihayetinde kelimeler manayı taşıyan kaplardır. Nesirde dilin imkânlarını kullanarak anlamı işaret eder, tasvir yapabilirsiniz. Hâl ise mananın taşkınlığı ve fakat sükûnete saklanmışlığıdır. Bu örtülü ve derin idraki ancak şiirde sembolize eder, dile getirebilirsiniz. Tasavvufun da şiirin de müntesibinde kabz ve bast halleri vardır. Yani tasavvufta salikin yaşadığı seyr, sekr, cezbe hallerini belki bir başka boyutta şair de yaşamaktadır. Çünkü şiir, şairine bir ‘kopma’ yaşatmadan doğmaz. Bu kopma-tecrit olmasa üst dili ya da şiir dilini oluşturamaz. Sözün mazmun’a dönüşmesi, kelimenin kabuğunun zar gibi incelerek adeta mânâyı sarıp sarmalaması ancak ve sadece şairin kendini dıştan tecrit etmesi ile mümkündür. Şairin yaşadığı bu sürecin, tasavvuf erbabının yolculuğuna benzerliği olmadığını söyleyemeyiz. Bu neyi gösterir? Herkes yaşadığının şahididir. Şiir her halde içte yaşanılanı anlattığına göre, derin ve yüksek olanın lisanı şiir olabilir. Öyle de olmuştur nitekim. Öyle olduğu içindir ki “Gül bahçemi gör de baharımı anla” demişler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin “Sana matlûb sensin ey dil gayrı bir söz arama / Sendedir ol görecek yüz taşradan yüz arama” ya da Niyazi Mısrî’nin “Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş” mısralarında ifade ettiği hikmetin derinliğini mesela bir romanda göremiyorsak, şiirin bir ifade imkânı olarak tasavvufa yakın durduğunu kabul etmemiz gerekir. Burada şiiri öne çıkarırken romana ve diğer edebî sanatlara haksızlık ettiğimiz düşünülmesin. Bir berceste mısrada ya da beyitte ifade edebildiğinizi mesela romanda zaman-mekân-vakıa kurgusunda karakterlere yaşatarak, sayfalara yayarak ancak ve belki yapabilirsiniz.

       Tasavvufî şiirler ya da şiirimizde tasavvufî tesir bahsine temas etmeyeceğim. Biliyoruz ki bu hususta hayli vukuflu eserler vardır ve derginin bu sayısında muhakkak tatmin edici yazılar yer almaktadır. Tasavvufun şiirimize çokça tesir ettiğini gerçeğin bir ifadesi olarak söyleyebiliriz ve fakat şiirin tasavvufa nüfuzunu iddia edemeyiz. Çünkü tasavvuf hâl’iyle şair/insan üzerinde müessir iken, şiirin etkisi lisandadır. Değil mi ki “dil” tasavvuftan şiire gönül manasında nüfuz etmiştir. Yani mutasavvıfın tasarrufu kalbe, şairin ise lisanadır. Gerek kadim edebiyatımızda gerek günümüzde şiirimiz bu iklimden beslenmiştir. Divan-Halk edebiyatı ayrımı yapmadan bu tesiri Türk tarihinin Osmanlı asırlarında bilhassa görmekteyiz. Türkülerimiz dahi bu etkinin dışında değildir.

       Yazının başlığından anlaşılacağı gibi, buraya kadar söylediklerimi teyit eden bir şiirden bahisle sözü bağlayalım. Yunus Emre’nin şathiye olarak nitelendirilen ve “çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi” mısraıyla başlayan şiiri tasavvufî hikmetin sembolize edildiği en önemli şiirdir kanaatimce. Yeryüzünü, dağları, denizleri bir haritaya sığdırabildiğiniz gibi, manayı da ancak şiirde remz ile tasvir edebilirsiniz. Şeyhzâde Muslihiddin Efendi, Niyâzî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Ali Nakşbendi Nevrekanî gibi isimlerin şerh ettiği bu şiirin şârihi olmak haddimiz değil. Yunus’un bu şiirde sembolleştirerek ifade ettiği yüksek manayı, şiirin imkânı dışında ifade etmek isteseniz, kitap yazmanız icap eder! Sadece şu kadarını ifade etmeliyim ki tasavvuf da, şiir de insana kendi içinden haber verir. Bu gün şiirimizde bir daralmadan, irtifa kaybından bahsediliyorsa sebebini biraz da bu iklimden uzaklaşmamıza bağlamak lazım diye düşünüyorum. O gümrah ırmakların derinlere çekilmesi neticesidir ki insanı, toplumu, hayatı ve dolayısı ile şiiri etkileyen bir kuralık hükümrandır artık. Oysa afakî ve enfüsî hakikatlerin uzağında bir hayat süren bizler ancak ruhu sıkan şehirlerin beton yığınlarında sokağa çıkar gibi balkona çıkabilir ve en fazla çay içebiliriz…

 

       İSA YAR

*Berceste dergisi Ocak 2012

 

www.isayar.com

 

Sosyolojik Bir Deneme (I)


.

(Modernizmin ürettiği kavramlar: islamcılık, solculuk, milliyetçilik)

 

Hakiki manada istifade edilebilecek muhabbet zeminli sohbetler neredeyse kalmadı artık. İster entelektüel düzeyde deyin ister başka bir şey, sorulara cevap üreten yüksek seviyeli konuşmalar çekildi köşelerden. Adam gibi adamların köşelerine çekilmesi ile bir alakası var mıdır bilmiyorum ama meydan/köşe bütün zeminler böyle. Gündemin/güncelin tuzağına hapsolmuş zihinler, altyapısı tahrip edilmiş kabuller ve buna bağlı içeriksiz muhalif reddiyeler. Neredeyse imanını dahi sorgular hale gelmiş, Müslümanlığını kâfi göremeyen rasyonel/akılcı modernist İslamcılar. Materyalist öğretiyle haniyse kutsal kitap mesabesinde gördükleri “kapital”den kapitalizme geçiş yapan solcular! Globalleşen sekuler ve hedonist kültürün kimliksizleştirerek aynileştirdiği toplumda, içi boşaltılmış kavramlara tutunarak yer yer bozulan bir ezberin izini süren ve fakat evin içinde yaşayanların yabancılaştığının farkında olmayan, olsa bile engelleyemeyen, her halükarda haneyi korumaya memur milliyetçiler…

Modernizmden kastımız nedir? “Modern” yeni bir kavram değil; bütün zamanlarda var olan bir tanımlama. Bu manada zaman/mekân hangi asır ve coğrafyada olursa olsun, hayat sürenler geçmişe nispetle modern telakki etmişlerdir konumlarını. Oysa geçmiş olmasa yaşadıkları an ve imkân da olmayacaktı. Muhakkak ki yarının zaman ve mekânında hayat sürecekler daha modern olduklarını düşüneceklerdir. Böyle iken bu kavramın günümüzde çoğaltılmış farklı anlamı vardır ki çıkış noktası sonuna aldığı ek yani “izm”dir… Bu çerçevede, tarihi sürecini asla ihmal etmeden fikir ve kültür hayatımızı derinden etkileyen, ferdin hayatından devlet mekanizmasına kadar tesir eden, sosyolojik sathiliği ve derinliği olan olgulardan kısaca İslamcılık, solculuk ve milliyetçilikten bahsedebiliriz. Hemen ifade etmeliyiz ki bu suni kavramlar haklı olarak birbirinden farklı, birbiri ile çatışır gibi görünse bile bünyeye dışardan girmiş yabancı ‘antijen’in oluşturduğu ‘patolojilerdir’ ve ortak özellikleri vücudun tahrip olmasında pay sahibi olmalarıdır.

 Modernizm kavramı, tamamı Batı kaynaklı bütün izm’ler gibi değişik kültürlere virüs gibi sirayet etmiş, batı düşüncesinin renklerini, felsefesini mutlak doğru gibi sunup her şeye şüphe ile yaklaşan iman bozucu yapısıyla girdiği dil ve kültürleri bir anlamda devşirmiştir. Böylece kendi ölçülerini terk eden devşirilmiş zihinler, yerli olduklarını iddia etseler de batılı formatın çerçevesi içinde fikr’etmişler ve dolayısı ile çıkış noktaları sahih olsa bile vardıkları bir yer olmamıştır ya da vardıkları “hiçbir yer”dir! Batı, vitrinine koyduğu resim ile arka plandaki sömürgeci ve zalim yüzünü gizlemiştir. Demokrasi, insan hakları gibi kavramların tuvaldeki yansıması ile gerçeğinin aynı olmadığını çok ağır bedeller ödeyerek öğrenen toplumlar bile kendi ölçülerine dönmek yerine şu veya bu şekilde kuşatılmıştan kurtulamamışlardır. Çünkü nesilleri bizzat kendi aydınlarının gafillikleri sebebiyle kendine yabancılaşmış, zihinler bloke edilmiş, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Farkında olanlar ise farklı bloklar halinde tecrit edilmiş, tanımlanmış, ya kontrol edilerek yönlendirilmiş ya da sınırları içinde temerküz edilmiştir.

Bu kavramlar ve buna bağlı izahların sağlıklı anlaşılabilmesi için en az iki asır öncesinden tarihî, siyasî ve iktisadî seyrin izini sürmek gerekir. İnsan, içinde yaşadığı zamanın bir anlamda tutsağıdır. Bu prangadan sıyrılan zihin ancak olan biteni anlamaya başlar. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığı gibi, yeni sayılan düşüncelerin aslında yeni değil kadim düşüncelerin bugüne bakan yüzü olarak anlaşılması iktiza eder. Maddî unsurlarda tebarüz eden tekâmülü ve bilginin çeşitlenerek, çoğaltılarak paylaşımını kastetmiyorum. Bu aynı zamanda, hikmetten beslenen düşünce ve hikemî belagatten uzaklaşmış ifadenin yerini kurgulanmış “bireysel” felsefe ve retoriğin aldığını da işaret eden bir tespittir. Tecrübî ilimlere ait kıstaslar akademik kisveye bürünerek, tecrübe edilemeyen ilmî konularda da beyanda bulunmanın eşiğini aşmış, bedeni/cesedi denek ya da kadavra olarak inceleyen laboratuar kafalı “bilimseller” ruhu ve ruhî olanı da aynı mantıkla tespite, tahlile, analize ve tanımlamaya çalışmışlardır. Kısaca (kelimenin tam anlamıyla) insanı ve dolayısıyla cemiyeti bu laboratuardan görmeye çalışmışlardır. İnsana ve topluma dair ileri sürdükleri tezler ve çözümler insanî olamadığı gibi, insana rağmendir. Bu sakat kafayla sosyal hayat tanzim etmeye yeltenmişler, önce toplumun üst katmanlarını değiştirip dönüştürmüşler ve sahip oldukları iktidar imkânlarının sağladığı karşı konulmaz gücün tesiriyle ve nesilleri kapsayan zamana yayarak toplumun tamamını etkilemişlerdir. Varılan son merhalede görülen odur ki, geleneği temsil edenler, geleneği tahrip eden lokomotife makinist olmuşlardır.

… 

İsa YAR

www.isayar.com

Şiir, şair


Öteden beriden

 

Bu kalemin sahibi, ‘ileri sürdüğü görüşler itibariyle’ bir iddianın içinde değildir. Ve fakat elbette bir iddianın sahibidir; varlık sebebiyle eşanlamlı gördüğü cihanşümul iddianın şahsına yüklediği sorumluluğun şuurunda olmaktır bu. Bir ebu zer yalnızlığının gölgesi düşse de tenhasına, kuşandığı iddia itibariyle söyleyecek sözü vardır, dinleyeni olsa da, olmasa da…

 

‘bir iddianın içinde değildir’ derken, şu veya bu şekilde kendisine atfedilmiş yetkinliğin ya da akademik ‘bilmişliğin’, bir yerlere söz yetiştirmenin, görüntü vermenin/saklanmanın hesabında da değildir, olmamıştır. Bu manada rahattır kalemini kullanırken; bu rahatlık, konformist kafaların rahatlığı ile eşanlamlı sayılmamalı, bilakis çekilmiş/çekilmekte olan bir sancının paylaşılmaz biricikliğini taşımanın ve böyle yaşamanın, bu sürece kimseyi dâhil etmemenin rahatlığıdır. Şiir ve şairi anlatırken, bir muallim edası bulamazsınız ifadelerimde; zaten muallim de değilim. Bir yangını resmeden ressam, fotoğraflayan/filme alan haberci, su sıkan itfaiyeci, mesela elbiselerini kurutan çok üşüyen biri gibi değil de, belki yangının içinde ya da içinin yangınında ikamet eden birisi gibi… Ateşe düşmüş, ateşler içinde olan insan başka; içine ateş düşmüş, içinin ateşinde yanan insan başka. Bu fark, şiir okuyanla şairin farkıdır.

 

Sözgelimi, İsmet Özel’in bütün şiirlerini neredeyse ezberden okuyabilen, yazdıklarının takipçisi (hadi hayranı diyelim) bir okur, an gelir şairin beyanları karşısında şaşakalır, bocalar, kendi Özel’inde şiiri sahiplenerek, şairini terk eder. Bunu konuşalım.  Aynı durum Necip Fazıl, Yahya Kemal, Sezai Karakoç, Attila İlhan için de varittir. Bu böyledir; bu böyledir çünkü şair, şiirleriyle değil şairliğiyle diğerlerinden ayrılır. Vasatı yoktur şairin. Şiiri anlamaktan daha zoru, şairi anlamaktır. Bu bahse döneceğiz.

 

Maksadım şiiri konuşmak değil. Buna zaten ihtiyaç da yok. Belki her şairin ‘poetika’ babından şiirine biçtiği anlam ve durduğu yeri tarifi var. Bu mevzuda konuşma ehliyetine haiz, memleketimin güzide edebiyat muallimleri ve dahi akademisyenleri var, nitekim.  Ben daha çok ve özellikle şair üzerinden konuşmak istiyorum; eseri değil, müessiri anlamak babından. Çünkü şiiri üzerinden yakın/uzak durduğumuz bir şairin, diğer alanlarda sergilediği red ve kabuller, iddia ve itirazlar, kısaca müdahil olduğu mevzudaki tavır, onun “şair” özelliği bilinmedikçe ya da dikkate alınmadıkça hakikatiyle anlaşılamayacaktır…

 

Kalem olarak her şair aynı zamanda iyi bir nasirdir, öyle olmak durumundadır. Çünkü bu, şiirden daha kolaydır. Şairin kaleme aldığı yazılarda şiirin izini de sürebiliriz.  O ki düzyazıda bile muğlâk, karmaşık bir dil kullanabilir, belki şöyle demeliydik: şair, yazısında dili, muğlâk, kapalı kullanabilir. Bu durum, şiire yaslanan bir zihnin kaçınılmaz yoğunluğunu gösterir bize. Kabul ve redlerinde öne çıkan keskin bir üslûbun, derinleşip genişledikçe naif, yumuşak dokunuşlara dönüştüğünü görebiliriz pekâlâ. Nüfuz edendir şair. Toprağın derinliklerine suyun nüfuzu gibi; kazığın saplanması gibi değil. Mesela Ahmet Haşim’in “bize göre”, Yahya Kemal’in “aziz İstanbul”, Necip Fazıl’ın bütün eserleri, Attila İlhan’ın “hangi batı”, Y. Bülent Bakiler’in “Üsküp’ten Kosovaya”, Cahit Zarifoğlu’nun “bir değirmendir bu dünya”, Sezai Karakoç’un “edebiyat yazıları”, Olcay Yazıcı’nın “nemrut ateşi”, İsmet Özel’in birçok eseri bir şairin kaleminden çıktığını gösterir bize…

 

Şiir, şairin fikir ve his serencamının usaresidir, özsuyudur. Kelime (ses) ve şekil bilgisi (tarz-ı şiir) şiirin kabuğudur ya da mânâyı/ifadeyi kuşatan zarftır bir anlamda.  Bu plasentayı göz ardı etmiyoruz elbette, ancak bir sancının eşliğinde doğan şiir plasentadan ayrılmadıkça yaşayamaz; var olamaz, şiir olamaz. Burada şiirin doğuşunu da imâ etmiş oluyoruz.  Şiirin şairde oluşumunu bazen şair de bilmeyebilir, bir şeylerin olduğunu bilir ancak, süreci ve sonucu belirleyemez, yaşar. Bu süreçte yalnızdır şair. Şiir tenhada/n doğar;  şairini terk ederek var olur… Bu doğum teşbihini her şeye teşmil edemeyiz elbette. Şairin idrak algısına veya ifade-i meramına misal teşkil etmesi açısından şunu söyleyebiliriz: Siz “güneş doğdu” dersiniz; şair ise “güneş doğmaz” diyebilir. Şairin buna benzer ezber bozan ifadeleri, onun düşünme tarzının yansıması olarak kelamına ve kalemine tesir eder. Güneş doğmaz/batmaz derken, hareket edenin güneş olmadığını söylemektedir. Güneşe yönünü dönmekle alakalı bir şey; hakikat bir güneş ise, hep oradadır ve sen hakikate sırt dönebilir, göz kapayabilirsin, ışığın veya karanlığın senin duruş ve mesafendendir demektedir şair. Bunu böyle ifade etmesi ise, şairliğindendir. O zaman nedir şairlik?

 

            Şair, mükemmelin peşindedir, en güzelin, en iyinin, en…  bir mısraın hatta bir kelimenin dahi yerli yerinde olmasını mesele edinecek kadar.  O kadar ki manayı ifade edecek en doğru kelimenin yerine, ona en yakın kelimeyi koymayı bile kabullenemez; doğru kelimeyi bulmak zorundadır. Oysa hayat her şeyi harmanlanmış olarak, bir arada sunar insana. Kaosa benzeyen bu karmaşık yapı sıkar şairi. Her şeyde bir ahenk, denge, itidal, sükûnet, yerli yerindelik ve fakat aynı zamanda hareket, devamlılık, dirilik arayışı… Zihin ve his bir med-cezr, gel-git, kalabalık-tenha ikilemini yaşarken şair, dışarıdan tezat zannedilen davranışlar sergileyebilir. Bir derviş kadar teslimiyet yüklüyken, bir tarafı alabildiğine direnişçidir. Direnişi isyan değil, bir haldir, duruştur. O, fıtrata aykırı, doğal olmayan her şeye mesafelidir; onu kurgulanmış bir düzene, yaşayışa, alışkanlığa dönüşmüş aidiyetlere ve buna bağlı “ezberlere” muti kılamazsınız. Mizaca benzeyen bu ruh hali ile şairin, yaşadığı dünyadan memnuniyeti beklenemez, bu yüzden ona en çok yakışan hüzündür belki…

 

Şimdi o bahse dönebiliriz! Şairi anlamak zor demiştik. Bir kere şairlik bir meslek değildir; seçilen ve tahsil edilen bir “şey” hiç değildir. Belki şiir şairini seçer. Şiirin de bir iklimi vardır ve şair oranın mukimidir. Başka bir ifadeyle şiir seçer mihmandarını, kendisini ağırlayabilecek, taşıyabilecek, katlanabilecek yüreği. “Dil insanın evidir.” demiş heidegger; şiirin evi de şairdir. Şair o kimsedir ki hayatını idame ettirirken, şiirin onu pek çok imkândan mahrum kılmasına aldırış etmez. Toplumun içinde fark eder bunu, kendi içinde değil.

 

Şair bize şiiri dışında ne verebilir? Şair bize bir bilgi vermez! Bilgiyi bir şekilde aileden, okuldan/muallimden, kitaplardan ve hayattan ediniriz. Şair bize, bildiklerimiz üzerinden bir şey söyler. Bize, bildiklerimizi anlamayı, ayıklamayı, ret ve kabulün iman ve inkâr boyutunu, sığlığını ve derinliğini düşündürür. Düşünmeye zorlar. Ezberimizi bozmak budur; tablet yutar gibi öğrenilmiş ve fakat hazmedilmemiş bilgiyi parçalamayı ve sindirmeyi öğretir bize. Bu, düşünmeyi ama hakikaten düşünmeyi gerekli kılan ve zihni zorlayan bir ameliyedir. İşte bu sebepledir ki şairin takipçisi olanlardan bir kısmı ya da ekserisi yolculuğun bir merhalesinde şairi terk edebilir. Şair bunun bilincindedir. Tenhasına çekilir veya yol hikâyesini sürdürür. Bazen şair, muhayyilesinin tuzağına ya da bir tezadın içine düşebilir; takipçisi haklı olarak şaşırır ve uzak durabilir. Bu kopuşta bile şiirinden vazgeçmez. Şair, şiire benzer: söyler ve susar.

 

Elhasıl, şair öznedir. Bırakın nesne muamelesine katlanmayı, gizli özne olmaya bile tahammülü yoktur. Çünkü şairin ortaya koyduğu kendisidir. O kadar kendisidir ki “binlerce maskem var/ çıkarmaya korktuğum/ ve/ hiçbirisi ben değilim” dese dahi, şiiri iç evine açılan bir penceredir şairin; nasıl saklansın ki… Öte yandan, kaçan/saklanan bir tarafı da vardır şairin. Bir yanardağın sükûtunu kuşanan, içten içe kaynayan; yangınını taşıyamaz olunca varlığını hissettiren ve sıradan olmayan bir dağdır şair. Çok yakınında bulunan bilir pek tekin olmadığını, o sebeple şiirine yakın ama kendisine uzak durmalı. Aksi halde rahatınızı kaçırabilir…

 

            İsa YAR

 

(Bu yazı, Türk Eğitim-Sen ve Anadolu Gençlik Derneği’nde yapılan konuşmaların dibacesi mahiyetindedir…)

* Berceste Dergisi  / Temmuz 2010

 

Şiir Öldü mü?


           

          
           ‘Günümüzde şair kalmadı, şiir yok’ iddiası ve bu iddianın akabinde devam eden tartışmalara dair kalem erbabından tenkit, yorum, istihza, öfke, savunma mahiyetinde yazılara, gerek edebiyat dergilerinde gerekse gazetelerin kültür-sanat sayfalarında sık rastlıyoruz.

Şiir/şair yok demek, ‘insan kalmadı’ demekle eş anlamlı. Oysa şair de var, şiir de. Sıkıntı burada değil; şairin kimliği/kimliksizliği, şiirin ne kadar şiir olduğu tartışılmalıydı. Peki, niçin böyle bir tartışmanın içindeyiz? Bu sorunun cevabını verebilmek için, ‘batılılaşmanın’ hikâyesini tekrar okumalıyız. Ayrıca bu uzun bir hikâyedir; yaşanmıştır, yaşanmaya devam etmektedir. Tesiri ise, nesilleri kuşatarak sürmekle birlikte, kesin bir neticeye bağlanmamıştır. 

Muhteşem bir medeniyetin bânîsi, taşıyıcısı olan bu büyük milletin, son iki asırda yaşadıklarının sonucu, bütün sahalarda olduğu gibi söz sanatında/şiirde yükseldiği zirveden sonra ‘zorunlu makas değişikliği’ tabir/tesmiye edebileceğimiz ‘Batılılaşma macerası’ birçok kırılmayı beraberinde getirdi… Yabancılaşma , -kimine malum, kimine meçhul sâiklerle- ‘iddiasından’ vazgeçme, hafıza kaybı/ mankurtlaşma, köksüzleşme bu zorlamanın tabi sonucu… Şiir, gelenekten tamamen kopmadan ve fakat –yatağına kırgın da aksa– batı tesiriyle mülemma varlığını sürdürüyor.

            Şiir havzasında daralma, ses kaybı, manasızlık, varlık sebebiyle irtibatsızlık ve neticede: kimliksiz, öksüz ve köksüz bir yapılanmadan bahsetmeliyiz. Şair, yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceğine göre, toplumu değiştiren /dönüştürenlerin de hedeflemediği ve artık, belki kontrol da edemediği ‘iddiasızlık’ çukurunda zirve (has)  şiir beklemek abestir. Kelimenin lügatten kovulduğu bir lisanla, şiir yazacaksınız! Tablo budur. Bu sebepledir ki, şuursuz/şuuraltı sayıklamalar şiir sanılmakta, anlatamayan ve anlaşılamayan (manasız) ifadelerde hikmet aranmaktadır. Edebiyat havzasında saf şiir yerini koruduğu gibi, kendine yabancı/yalancı, ruhsuz, nihilist, bunalımlı ancak hafakansız, ben merkezli seslerin çoğalması normaldir. Bunca tasfiyeden sonra…

            Şair buradadır, içimizdedir ve şiirini terennüm etmektedir. Seviye diyorsanız! Şairin yaşadığı toplumun hayat damarlarını, dilini, kimliğini ve değerlerini tahripten kurtarıp, yeniden ihyâ ve inşâ edeceksiniz. Başka yolu yok.

İsa YAR

*Berceste Dergisi

“Ezansız semtler” üzerine…


.
.
.
.
“bir tel kırılır, âhenk ebediyen kesilir” Yahya Kemal 
           
       Yahya Kemal’in ‘ezansız semtler’ yazısını tekrar tekrar okudum bugünlerde. Her okuyuşumda aynı hisler kapladı yüreğimi ve anladım ki fikir dahi hissiyatla alakalıdır. Kalbe dokunan düşünceler gibi. Bu yazıya başka bir ad verilseydi “Müslümanlığın çocukluk rüyası” olurdu, eminim.
           
      
Bir yazı, yazarın düşüncesini, hissiyatını gösterdiği kadar karakterini de ifade eder bize. Karakterini, yani hayatın onda bıraktığı derin izleri; içinin siluetini, iç fotoğrafını… Evet, bir yazı bir suret gibidir ve hakikatli bir yazı aynı zamanda yazarın şahitlik ettiği çağın da yansıdığı ayna ya da tuval olabilir; görmeyi bilene. 1922’de Tevhîd-i Efkâr’da neşredilen ve Aziz İstanbul eserinde yer alan bu yazı, kanaatimce ortaya koyduğu fotoğraf,   tespit ve temsil ettiği idrak merhalesi ile bugünümüze de ayna olmakta; asırlık savruluşumuzun, inkırazın anlaşılmasında önemli işaretler taşımaktadır. 
           
      
Yahya Kemal, o günün ‘Şişli, Kadıköy, Moda’ gibi semtlerinden misal vererek, yaşayan Müslümanlığın ya da Müslümanca yaşamanın aşikâr olmadığı muhitlerde yetişen Türk çocuklarının “Müslümanlığın çocukluk rüyasını” göremeyeceğini tespit ederek giriyor yazıya. Devamında ise “işte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler…” Böylece ev, sokak, mahalle, semt ölçeğinde bir temsil olarak yaşanan, görünür/göz önünde olan Müslümanlığın şuur altına yerleşmesi (hafıza) ve şuura yükselmesi sonucu o müşahedeyi yaşayanların vardıkları idrak noktasını da işaret eder:  “…dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.”  Onlar, o günün Türk babalarıdır.
           
      
Biz de bir şekilde böyle bir rüyanın içinde yetiştik diyebiliriz. Yahya Kemal’in ‘çocuklukta yaşanana’ dikkat çekmesi fevkalade önemlidir. Biliyoruz ki şuurumuzu oluşturan, hayat karşısında yerimizi/tavrımızı belirleyen her ne varsa bu dönemde şekillenmeye başlar. Bir zamanlar şehir olsun köy olsun, memleket coğrafyasının belki en ücrasında bile şekillenen hayat aynı anlam haritasının bir parçasıydı, aynısıydı. ‘Bizi bir millet halinde tutan’ ne varsa ki Yahya Kemal ona “Müslümanlığın çocukluk rüyası” diyor, yer yer bir geleneğe bürünse de, bu topraklarda hep var oldu. Ta ki bu rüyanın yerini başka düş’ler/düşüşler alana kadar! Bizim neslimiz birçok kırılmaya/değişime şahitlik etmiş olmanın tecrübesiyle hem şanslı hem de şanssızdır! Şanslıdır, o rüyayı tanımış olmakla;  en azından bir hafıza olarak bizde mahfuz olan o yaşanırlık/yaşanmışlık bugün bize bir yol haritası çizer, bir sokak lambası olur, dönülecek bir ev mesabesinde bizim olan bir hâtırada yaşar. Şanssızdır, çünkü değişimi yaşamıştır, yitiklerini görmüştür ve dahası bizden sonrakilerin özünden kopuşuna müdahil olamamanın da ıstırabıyla şahitlik etmiştir. Çünkü bütün sahte tezahürlerin sanal/kurgulanmış haliyle, modernite marifeti ve popüler teknik imkânlarıyla topluma abanmasını görmüştür. Şairin dediği gibi: “her şey ben yaşarken oldu/ bunu bilsin insanlar”. Biz sesleri kendi tabiliği ile işittik. Gördüklerimiz (müptezel olanı bile) yaşanılan şeylerdi, insanî idi. Bugünün sesleri ise insanî vasfını neredeyse yitirmiş, kurgulanmış ve görüntülerle harmanlanarak adeta pazara çıkmış hissiz vokallerdir… Hayatın içinde yaşanan rüya, hayat alanlarından gittikçe çekilmiş ve ruhunu, aslîyetini kaybederek yerini başka bir şeyin dolduramadığı büyük bir boşluğa bırakmıştır.
           
      
“Bugünün çocukları (dikkat ediniz! Yıl,1922’dir) büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde, alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar…” O günlerde bu tespiti yapan Yahya Kemal’in ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiştir. Kaldı ki daha sonraları ezanlı semtlerde bile, alafranga terbiye ile yetişen Türk çocukları evvela tahassüsünü kaybetmişler ve takip eden yıllarda ise lisanının zevklerini, yani kelimelerini yitirmişlerdir. Artık mekânın rengi soluktur…
           
      
Mekânın insana ve insanın da mekâna tesiri vardır. Okumaya devam ediyoruz:“Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi.” Ecdadın muhite nüfuzunu böyle tasvir ettikten sonra, eski Türkler ile yeni Türklerin ruh farklılıklarını anlamak için, son asırda peyda olan semtlerde mekânda yapılan ruhsuz tasarruflara dikkat çeker. Günümüz şehirlerini betona gömen anlayışın da yolbaşıdır o günler. “Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler” diyerek, orada/batıda yenileşen şehirlerin çan kuleleri, Pazar ve yortu günleri ile manzarasının halkın dinini, milliyetini hatırlattığını belirtir. Önce sorar: “Artık Türk milletinin ruhu bir rahiya gibi uçtu mu?”. Sonra cevabını verir: “büyük kitlede o ruh var fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu ufunetten (çürüme, tefessüh) kurtaracak mürşidler, şâirler, edipler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabiî bir revişle büyük kafileyle, kendi kendimize döneceğiz.”  Bir anlamda ‘eve dönen adam’ olan Yahya Kemal için bu bir temennidir, arzudur, var olmanın olmazsa olmazıdır. Lakin ‘ezansız semtler’i kaleme aldıktan sonra, yaşanan sürecin de şahididir. Belki kahredici bir çaresizlikle şiire kaçmış fakat umudunu da hep korumuştur. Şâire yakışan da bu değil midir zaten; tavır ve ümit…
           
      
Ezansız semtler yazısının son bölümünde, Büyükada’da gittiği bir Bayram namazını öyle hissiyatla anlatır ki kendinizi gâh Yahya Kemal gâhî cemaatten biri gibi hissedersiniz… Cemil Meriç, bir yerde onun için: “Yahya Kemal’de tarih dekoratiftir, plastiktir. Yahya Kemal dilde Osmanlıdır, dekoru Osmanlıdır. Osmanlı Yahya Kemal’de müphem, daüssıla duygusu mevkiindedir. Bir gönül yarasıdır mazi onda” dese de, nihayetinde camiden içeri girer Yahya Kemal. Necip Fazıl’a göre ise: “dünyaları kavramakta en ileri (plastik) zevk hadlerinin mağrur inzivasına çekilmiş ve buradan büyük idrake yol bulamamış san’atkâr…”  Üstada göre o bir mustariptir:“Bu müthiş ıstırap nereden geliyor? Tek kelimeyle: Muvazenesini bulamamış bir iman yarasından.” Çocukluğunun Üsküp’ünde muhitten ve en mühimi annesinden aldığı telkin ve çocukluğunun Müslümanlık rüyası onu o büyük kâfileye dâhil eder.
           
      
Şu ifadelerle bitiyor yazı: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklardır!” Günümüze ve halimize baktığımızda diyorum ki, ezansız semtleri yeniden okuyalım ve düşünelim. Biz nerede hata yaptık? Bize rağmen, kim yetiştirdi çocuklarımızı? Çocuklar bizim, ama neden bizim diyebileceğimiz bir rüya yok artık! Üstelik ezanlı semtlerde yaşarken…  Bu can yakıcı sualin cevabını, tefessühün sebebini Yahya Kemal söylemiş zaten: “ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra… Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları…”
           
      
Yahya Kemal, iki farklı mekânda yetişen Türk çocuklarının durumunu ele alır. Biz ise bugün bir başka merhaledeyiz ve bu merhale, Türk çocukları için daha zor bir durumu ifade eder. Adını koyalım: “ezanlı semtlerde, alafranga terbiye ile yetişmek”. Esasen bu merhale de geçilmiştir. Ezanlar yine okunuyor ama okunanda insanî ses mekanik sese tebdil olmuş, dinleyende ise sese dikkat zaafa uğramıştır. Mekân ki o rüyanın renklerinden çok uzaktır, mekânın asli rengi soluktur. Kaldı ki yabancı terbiyenin icabı yani ‘format’ın neticesi, Yahya Kemal’in ifadesiyle, “ Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?”.  Aidiyetinden uzaklaştırılan ve dolayısı ile o rüyadan uzaklaşanlar, formata rağmen, asırlardır çatıştıkları ya da yan yana var oldukları ‘öteki’ne mensup olamadılar, olamazlardı. Böylece bir başka hayatı (kültürel bütünlük içinde) temellük edemediler, edemezlerdi. Lakin ‘öteki’nin hep tesir ve tasarruf ettiği bir mülk olmaktan da büsbütün kurtulamadılar, kurtulamadık.   Zaten kendi içimizde de, S. Ahmet Arvasî’nin tarifiyle, ‘ideal insan’ın tesirinde teşekkül etmiş bir cemiyette değil, ‘dramatik insan’ın teşkil ettiği bir toplumda yaşamıyor muyduk? 
      
Belki… Bütün sahte seslere kulağımızı kapayıp, gözlerimizi mekânın yabancılaşmasından sakınıp, hafızamızı çağırıp imdada, bir sevk-i tabi ile o rüyaya yönelebilirsek… Belki, o zaman zevk-i tabi halinde o rüya hayatımıza avdet edecek…

       İsa YAR 

*Berceste dergisi / Kasım 2008 

 

AYTMATOV’A DAİR…


 “Ruslar, babamı gözümün önünde öldürdüler. Ya duvarlarla konuşacaktım veya kâğıtlarla” Cengiz Aytmatov

          

 

          

 

             O kâğıtları seçti.

            Doksanüç yılının başlarıydı. Kıştı, soğuktu. Bir de denizden esen sert rüzgâr. Mutadım üzere yeni gelen dergileri sormak için girdiğim kitapçı dükkânında raflara göz atarken, bir kitap dikkatimi çekmişti. “Gülsarı”, yazarı Cengiz Aytmatov. Adını bir şekilde duymuş gibiydim, bir aşinalık vardı sanki ama yine de tanımıyordum. Tanımadığım eser ve isimlere temkinli yaklaşırım. Kısa bir incelemeden sonra kitabı aldım; çünkü bu karar anı önemlidir ve ben göz göze geldiğim her eseri kitap dünyama davet etmem.

Kitapçıdan birkaç dergi ve  “Gülsarı” ile çıkmıştım. Dedim ya, kıştı, soğuktu ve üstelik Karadeniz’den sert bir rüzgâr esiyordu.  Bu mevsim, kitap okumak için çok müsait bir iklimi de kuşanmıştır. Muhayyile aradığı uygun zamanı daha çok bu mevsimde bulur. Hele kırlara açılan ya da denize bakan bir pencerenin günışığını buyur ettiği bir odanız varsa… Kitap alıp götürdü beni.  ‘Çevirmenin’ bazı kelimeleri dimağımda red duvarına toslasa da, anlatım ve anlam o kadar güçlüydü ki nihayet kelimelerin manayı taşıyan bir vasıta olmaktan ibaret olduğunu görüyor ve takılıp kalmıyordunuz. Bozkırlar, dağlar, kış, kolhoz, Tanabay, insanlar…

İki yıl sonra yaz mevsiminde gittiğim Kastamonu’da Nasrullah Cami yanında kitapçıdan, Aytmatov kitapları soruyor; “Gün Olur Asra Bedel” ve “Kızıl Elma…” ile çıkıyorum dışarı. Refik Özdek çevirisi (ötüken) ile Türkçenin dil zevkini de tadarak hemen başlıyorum okumaya. “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gelir gider… gelir giderdi”…Sarı-Özek tren istasyonu…  Nayman Ana, mankurt…  ıssık göl…  Sonra başka eserleri; “Dişi kurdun rüyaları, Cemile, Sultan Murat, Beyaz Gemi, Toprak Ana, Yıldırım sesli manasçı, Deve gözü, Yüzyüze, Deniz kıyısında koşan ala köpek”. Edebiyatın roman şubesinde zirve olması, üslûbu, meselesi, doğduğu toprağa bağlılığı ve en çok kendisi olması… Aytmatov’u sevmiştim. Bizdendi. Yabancılaşan aydın portresi yoktu; bilakis mankurtlaşmaya karşıydı… Yakın zamanlarda “Afrikalı Leo” “Doğunun Limanları” romanlarını okuduğum Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” adlı deneme kitabına bu noktada temas etmeden geçemeyeceğim. Maalouf, malum çok bilinen güçlü bir kalem. Ölümcül kimlikler kitabını, kalemini ve muhakemesini takdir ederek okudum. Ancak, yazarın kendi hikâyesini de dikkate aldığımızda kimlik üzerine söyledikleri tutarlı olsa da, aidiyet zafiyetiyle malûl bir tarafı/temeli olduğu muhakkak. Maalouf, birden çok kimlik/kimliği olduğunu, yerine göre birinin öne çıktığını ama hiçbirinin kendisi olmadığını, belki hepsi olduğunu ifade ediyor. Kimliksizliği bile kimlik yerine koyuyor. Bu onun için anlaşılır bir şey; anlamak ve hak vermek için hikâyesine bakmak yeterli. Aytmatov’da ise kimlik bunalımı ya da kimlik arayışı yok. O kendisi. Hikâyesi bir milletin hikâyesi ve bu coğrafyanın… Öte yandan insan gerçeği ve toplum sosyolojisi bakımından yeryüzüne hitap ediyor. Kökleri sağlam ve dalları gövdesiyle uyumlu! Aytmatov, Törekul’un oğlu… Babasını öldürenlerin diliyle yazsa da (bu bir imkândı) atasını/kendisini yazdı. Sözü yahşi idi; çünkü hep bağlı kaldığı özü de yahşi idi. Kendi diliyle yazan ve fakat mankurtlaşıp özüne yabancılaşanların ne kendi evi oldu ne de başka aidiyeti.   Ölümcül bir kimliği bile…

Cengiz ismini kardeşimde sevmiştim. Bir de Kırgız Türkü Aytmatov’da ve Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı’da… Birinden bahsederken diğeri de yâdıma geliyor muhakkak. Aynı coğrafyanın benzer şartlarının içinde yaşamışlar, yaşadıklarını romanlaştırmışlar. Dağcı’nın hikâyesi de bir milletin hikâyesi “O topraklar bizimdi, Onlar da insandı, Yurdunu Kaybeden Adam, Ölüm ve korku günleri…” Kırım, Bahçesaray, akmescid, kalamara, Rus, Alman, savaş, sürgün…  Aytmatov ise benzer bir hikâyeyi zamana ve mekâna yayarak anlatıyordu. İkisi de büyüktü.

Davet edildiğim ve çok arzu ettiğim halde gidemediğim “Hazar şiir akşamları”nın, sonuncusuna katılmıştı. Bizim külliye dergisi 34. sayısını ona ayırmış ve pek çok yazar, büyük eserler kaleme alan Aytmatov’u kaleme almıştı. En son “Dağlar devrildiğinde” romanını okudum. Son zamanlarda ‘Nobel’e aday gösterilme çalışmaları yapıldığını duyuyorduk. O, Nobeli aşmış bir isimdi ve hem Nobele ihtiyacı yoktu hem de Nobeli ona vermezlerdi. Süslü salonların değil, hürriyet kokulu rüzgârların ‘türkü’ söylediği kırların hikâyesini yazan bu dev adamın, Elazığ sokaklarında etrafını çeviren çocukların başını okşarken gördüğüm fotoğrafı çok şeyi anlatmaya yeter. O, mankurtların aksine, köklerine bağlı ama dalları yarına uzanan bir çınardı. Cengiz Aytmatov (Aytmatoğlu) öz kültürüne yaslanarak, ondan beslenerek ve besleyerek  cihanşümul olmanın adıdır.

O, kâğıtları yani yazmayı seçmişti. Yaşarken yazdı, yazdığı için yaşayacak…

Ruhu şad olsun.
İsa YAR
*Berceste dergisi / Haziran 2008

YANDI KİTAP DAĞLARIM


.
.
.
Üstad Necip Fazıl’ı yazmak müşkül, zor iş. Sanatı, fikirleri, hayatı hakkında çok şey yazıldı. Yazan da bilir ki, onu en iyi anlatan yazılarda yine de eksik bir şeyler vardır. ‘Hayatını bir gayeye vakfetmiş’ kahraman, kelimeleri dize getiren şair, yarınlarda daha iyi anlaşılabilecek bir deha, Hak aşığı-hakikat müdafii ve dava adamı…

“Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik… Boşluk bırakmadı ki doldurulsun” diyor Osman Yüksel. Üstadın şiiri, edebî kudreti, fikirleri, imanı ve mesajı hakkında değerlendirme yapmaktan imtina ederim. Erbabınca yapılan değerlendirmeler isabeti ölçüsünde, üstadın eserlerini okuma/anlama ameliyemize refakat edebilirler. Necip Fazıl’ı anlamak; şiirlerini ezberlemek, eserlerini okumak olmasa gerektir. Elbette okumadan anlaşılmaz ancak, onun imanını anlamadan sanatı, fikirleri ve çilesi bütünüyle kuşatılamaz. Onu büyük yapan, İslam’ı her türlü sapkın fikirlerden azade doğru tanıyan imanı, Türk’ün ruh köküne nüfuzu, mürşidi Esseyyid Abdulhakim Arvasi’ye bağlılığı ve bu bağlılığın ona kazandırdığı tasavvuf ahlakına dayalı edebiydi. 
Sonsuzluk kervanı, “peşinizde ben,
Üçayakla seken topal köpeğim!”
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
 
Üstadın eserleriyle, ciddi/şuurlu okumaya başladığım bir dönemde; on altı yaşında bir lise talebesi iken tanıştım. Yatılı okulda, okuma isteğimiz zaten bir tutkuya dönüşmüştü. 12 Eylüle üç yıl kala “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen sesle ‘Sakarya Türküsü’ söylüyorduk. Aynı dönemde  “Bu ülke su alan bir gemi” ikazını yapın C. Meriç, “murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmayı’ işaret ederken, daha çok entelektüel/akademik çevrelere hitap ediyordu; ancak, onu dinleyen de yine Necip Fazıl’ın takipçisi Anadolu alperenleriydi.
 
 Halimize bakıp muhasebe yapmanın zamanıdır. Necip Fazıl yirmiiki yaşında ‘Kaldırımlar’ı, kırküç yaşında ‘destan’ı, kırk beş yaşında ‘Sakarya türküsü’nü yazmıştı. ‘Zindandan Mehmed’e mektup’u yazdığında elli yedi yaşındadır. Ya biz! Yirmili yaşlarda hayatı tanımaya çalışıyor, otuzlu yaşlarda duraklamaya başlıyor, kırktan sonra ise tamamen dünyevileşiyoruz! Artık ev, araba vb. sevdaların peşinde koşarken, ‘mukaddes emaneti’ büsbütün unutuyor, eşref saatlerimizde geçmişin hatıraları olarak yâd ediyor, akademik/bürokratik mevkilerde ise hiç hatırlamıyoruz. Üstadın gençliğe verdiği önem bunun için midir? ” Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi, “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlakını parıldatıcı bir gençlik…”   Onun tesir ettiği gençlik bu manada neye sahipse, ona borçludur. Ya bizim yetiştir/eme/diğimiz gençlik ne yapıyor? ‘Popstar’ olmak için sıraya giriyor!
 Baktığımız her ufkun öte yanına hasret;
Bir ömür sürüyoruz; nereye varsak hicret…
Olup biteni tenkit etmekten öte, rahatın tuzağına düşmeden, bize mezara kadar eşlik edecek eşyanın tasallutundan kurtulup, tevarüs ettiğimiz değerleri, temsil etmenin, hayatın içine katmanın ve yarına taşımanın mücadelesini kanaatimce tam veremiyoruz.
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın
Onlar vazifelerini hakkıyla yapıp, iyi atlara binip gittiler. “Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada/ Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez”  ifadesinin işaret ettiği manayı idrak etmeden, ‘bu gün değilse, ne zaman’ sualini kendimize sorarak nefs muhasebesi yapmadan konuşmaya, şikâyete kimsenin hakkı olmasa gerektir. Son söz üstadın:

Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hal oldu!
Sonunda bana kalan, yalnız ilmihal oldu!
İSA YAR       
*Berceste Dergisi/ Mayıs 2004