ŞUURALTI


ay

Oraya gitmek için kendime bir sebep arıyorum. Oysa gitmek için belirgin bir sebebim yok. Nedense hep oraya gidiyorum. Kimbilir, belki gitmek ihtiyacından, belki de yitik mekanın izini sürmek arzusu yahut alışkanlık…

“Çayınız, hocam” diyor, yirmili yaşların başındaki genç. Sormuyor bile, çayı sehpaya bırakıyor. Zaten, “Çayınızı tazeleyelim mi” dışında soruları olmayan birisi. Aradığı cevaplar yok. Bu mekâna sorular ve cevap bekleyen bakışlar olmadığı için mi geliyorum? Bak, bunu hiç düşünmemiştim. Düşüneyim o zaman. ‘Sorgulanmak’ deyince aklımıza hemen gelivereni bir kenara bırakırsak, hep sorguda olduğumuzu fark ediyorum. Sorguluyor ve sorgulanıyoruz! Daima bir açıklama bekliyor yahut açıklamaya zorlanıyoruz. Adeta “nasılsın, ne düşünüyorsun, iyi misin, bir şey demeyecek misin…” derken bile sorguluyor, sorgulanıyoruz.

İnsan bir halde kalmıyor, kalamıyor. İçimizden bahsediyorum. Ahenkli bir dengeden, mutmain olma hali ve sükunetten. Ruh hallerimiz, değişken. Canımız sıkılıyor. Canımızı sıkıyorlar. Bu hızlı akış ve değişim eşyada, mekânda yani görünür olanda yaşanırken içte durağanlık, yorgunluk, usanmışlık hali. İçinde değiliz hayatın; seyrediyoruz sadece. Bu ise bir seyr/yolculuk hali değil, temaşa/izleme…

Baraja dökülmüş ırmak, uçurumun başında önü kesilmiş yol gibiyim! İçime doluyor, içimde kıvrılıyorum. Yazmak, yola devam etmekle eş anlamlı; yaşamak gibi. Kalemi tekrar tekrar alıyorum elime, bir cümle yazmadan bırakıyorum elimden. Kime kelam etsem, sesim bir duvara çarparak parçalanıyor. Diyorum ki “deneme” yazarak size ulaşmayı denemeyeceğim artık. Bir kurgunun peşine takarak dikkatinizi, ancak bir romanla ulaşabilirim idrakinize. Romancı değilim. Geriye şiir kalıyor. Oysa kemikleşiyor duygularım, yaralarım kabuk bağlıyor; bu beni yaşadığım topluma uyumlu kılarken şiirden uzaklaştırıyor. Şiirden yani içimden…

Çay içerken, günlük gazetelere bakıyorum; okumuyor, sadece bakıyorum. Okunası şeyler kitaplarda, dergilerde. Gazetelerde ise: “Şeker ve tuzdan uzak durun” diyor sağlık uzmanları! Hayatın tadı-tuzu zaten kalmamış, bırakın yemekte tuz, çayda şeker kalsın. Bir sanatkârda eserini ortaya koyacak duygu ve düşünce yoğunlaşması, günümüz öğretilerinde “patoloji” olarak tanımlanıp, anksiyete-stres ve depresyon, nevroz ilh. tanımlamalarla tedaviye muhtaç görülürken; her kimse herkes sıradanlığında hizaya zorlanırken, hangi eserden, şiirden, fikirden bahsedebiliriz. Sudoku çözerek bırakıyorum gazeteyi sehpaya…

Heyecanla anlatıyor genç adam yanındaki arkadaşına: “Gavs hazretlerinin…” Yan taraftaki sehpayı üç kişi kuşatırken, içlerinden biri gamsız sesle: “Of! Burada sigara içiliyor” diyor. Sigara içen ortayaşlı adam dayanamayıp, okuduğu kitaptan başını kaldırarak tanımadığı şahsa sesleniyor: “Onun için içeride oturmuyoruz birader, buradan daha dışarısı yok!” Bir çocuk duruyor karşımda; boya sandığı değil de sanki dünyayı asmış boynuna: “Parlatalım abi”. Pembe nağmelerle seçim otobüsü geçiyor caddeden. Sıska köpek köşedeki çöp ‘konteynırını’ karıştırırken, canhıraş kaçıyor sokak kedisi. “İsmet Özel, diyor köşede tartışan guruptan bir öğretmen, Terme’ye gelecekmiş” Çocuk parlattı ayakkabıyı, parasını aldı, tekrar boynuna astığı sandıkla yürüdü ardına bakmadan. Durumundan şikayet eder hali olmadığı gibi, bir iş yapmanın büyük adamlara mahsus kabullenmişliği var üzerinde. Boyacılığı ona yakıştıramayan o değil, biziz. Ah, çocukluğumuz! O özlediğimiz uzak ülkemiz çok mu güzeldi? Değil. Güzel olan çocuk olmamızdı. Hep çocuk kalsaydık, hiç büyümeseydik demenin bir daüssıla özleminden öte anlamı yok. Benim yazılarımın bir yanı niçin kapalı havalar gibi karamsar? İki yıl önce, yanımda kızkardeşim, birkaç adımda yorulduğu için sırtıma alıp “hematoloji” polikliniğine kadar taşıdığım babam, fakülte hastanesinde birbuçuk ay süren tetkik ve tedavi sonrası –bu süreçte yaşadıklarımız uzun bir bahistir- “beni götürün” dediği köy evimizde yalan dünyaya veda ettiğinde öldü çocukluğum. Ben çocukluğumu o gün yitirdim. O günden sonra hiçbiryerdeyim. Bütün gidip gelmelerim zamanı sarmak için…

Kelimelerimi saldım sokağa. Son model bir araba geçiyor caddeden, teker izlerinde yamyassı olmuş cümlelerim. Kaldırımda yere savrulmuş anlamı süpürüyor belediye işçisi. Bir seçim otobüsü daha geçiyor, gürültülü. İçimde birbirine paralel iki ben; biri “yaz” diyor, diğeri “yaşa”. Havanın gâh açık gâh kapalı olduğu Karadeniz iklimi gibiyim. Bir kararda olamamak hali. İnsan şuuraltında saklı. Şuuraltı, çocukluğumuz. Şuuraltı aldatmayan yanımız; şuura yükselen yanımızda hesabilik, kontrol ve öğrenilmiş çaresizlikler. Garsonu görüyorum, göz mesafesinden söz mesafesine gelince sesleniyorum: “hesap”

Telefonum çalıyor. “Baba, yemek hazır,  bekliyoruz” Kalkıyorum; önce markete uğramalı. Sokakta seyyar satıcıyla selamlaşıyoruz. Yerine kültür sarayı yapılması düşünülerek yıkılan, eski belediye dükkanlarının olduğu alanı çevreleyen kaldırıma paralel ahşap ihata duvarında resimler. Eskiden şöyleydi şimdi böyle diyen resimler. Hepsinde yeniden aday gösterilmeyen mevcut belediye başkanının sembolik fotografı. Arada çocukları at binmeye götürdüğüm ve beyaz Midillinin de bulunduğu At çifliğinde çekilmiş resme takılıyor gözlerim; gösterişli iki ata binmiş iki adam: eski bakan ve başkan . Eve yöneliyorum. Kapı, merdiven, zil, “hani birleşik kesirleri çalışacaktık baba” diyerek kapıyı açıyor bahar gözlü bir çocuk; “tamam, çalışırız kızım.”

Merhaba huzur…

İSA YAR

DARP EDİLEN ŞİİR


.
.

            ”12 Eylül darbesinin siyasi ve toplumsal analizleri pek çok yazıya, romana ve filme yansıdı. Darbenin tekil insan hayatına etkileri üzerinde fazla durulmadı. Oysa bu darbe pek çok insanın hayatında ciddi bir travmaya denk düşüyordu ve insan ruhunun örselenmesi, beraberinde bir dizi psikiyatrik meseleyi getiriyordu.” Böyle diyor şair psikiyatr Kemal Sayar, hüzün hastalığı adlı kitabının “eylül yorgunluğu” bahsinde…

 

            Soruşturmanın merkezini şiir teşkil etmekle beraber, sorularınızın ortak paydası, darbenin, belki iki asırdır nesilleri ve dolayısı ile toplumu etkileyen bir ülke gerçeği olduğudur. Çünkü “darp” edilen şey idari (siyasi) yapı gibi görünse de aslında bütün geçmişi ve geleceğiyle sosyal yapıdır. Toplum, darbenin şokunu zamanla üzerinden atsa bile darbe kalıcı tesirini nesiller boyu sürdürüyor. İtiraf edilmeyen bir korkuyu adeta genetik kodlarla yeni nesiller devralıyor. Adeta darphaneden çıkmış birbirinin tıpkısı banknotlar gibi formatlanmış nesiller, öğrenilmiş çaresizlikle olan biteni umursamadan “birey” olarak hayatlarını “sorgulamadan” sürdürürken, tarihi malumatı iyi “çözümleyen” bazı sancılı kafalar her şeye rağmen farkındalıklarını göstermiyor değil. Bu itirazı ise daha çok şairlerin dilinden takip edebiliriz çünkü şiir bu imkânı barındırıyor. Elbette darbeden kastettiğimiz sadece neslimizin şahitlik ettiği müdahaleler değil, batılılaşmanın önünü açan hamlelerden, mesela “ıslahat fermanından” başlatabileceğimiz uzun süreçte yaşanılan çok şeydir. Biz imparatorluk kaybetmiş bir milletiz…

            Şairlerin rahat insanlar olmadıklarını biliyoruz. Dolayısı ile zaten olmayan rahatının kaçmasından en az şairler çekinir. Öte yandan şair, içinde yaşadığı toplumun iç sesidir. Ancak bu ses darp edilmiş bir toplumda ne ölçüde karşılık bulabilir? “Cenaze olan yerde şarkı söylenmez” diyor Cemil Meriç. Darp edilmiş toplumda rikkatli sesleri işitme, şairin/şiirin mukavemetini dinleme/anlama kabiliyeti adeta palet altında zedelenmiştir. Bu demektir ki şiir darbeden nasibini almıştır. Ortaya “birey şiiri” çıkmıştır. Çünkü insan acı çekmiştir. Şiir zaten “bireyseldir” diyenlere bir sözüm yok ama bu, şiirin neredeyse aidiyetsiz, milletsiz hal aldığını ifade etmemize engel değil. Dil de darp edildiğinden vezin (kafiye değil) ve manadan kopuk, “her anlamda serbest” bir şiir anlayışı dergileri doldurmuştur.

            Yozlaşma zaten bir toplum gerçeğidir! İki asırdır şu ya da bu şekilde darp edilen bir toplum ister istemez beyin/algı sersemliğine uğramıştır. Geçici hafıza kayıpları, mankurtlaşma, değişip dönüşme ya da melezleşme vakidir. Doğal refleksler mefluç olmuş, aykırılıklar kanıksanmış, doğru ve yanlış kavramları istinadını yitirerek yeniden tanımlanmış ya da sorgulanmadan kabul görmüştür. Öte yandan toplum uzun süreli baskı ve tanımlanmamış korkulara direncini manevi dinamiklere yönelerek ve fakat mevcut şartlara da uyum göstermeye çalışarak karşı koyabilmiştir. Bu uyum ise her zaman ve her hususta mümkün olmadığından toplumun dokusu biraz kanserojen özellik göstermektedir. Darbelerle yüzleşme ise derin ve hakiki anlamıyla yapılamamıştır. Aslında bir tabudur…

            Türk şiirinde kuşak kavramı ya da dönemler kesin bir şekilde tasnif edilebilir mi? Edebiyat araştırmalarında, kitaplarda kabul görmüş tasniflere ilave edilecek yeni bir tasnifi edebiyat dergilerine baktığımızda göremiyoruz. En azından şiire dair bir uzlaşma göremiyoruz. Toplum mutabakat ölçülerini yitirdi; her şeyle kavgalıyız, kendimizle bile. Şiirin ne olup olmadığına dair herkes kendince bir şey söyleyebiliyor. Bu tabloda darbelerin tesiri olmadığını söyleyemeyiz çünkü darbe asıl travmayı ferde yaşatır, dolayısı ile şiirin toparlayıcı vasfını darbeler neredeyse bertaraf etmiştir. Darbeseverler insanların marketlerde, konserlerde, stadyumlarda, tatil yerlerinde kalabalık oluşturmalarını kolaylaştırılırken, mesela fikirde, şiirde buluşmalarını tasvip etmemişlerdir. Şairden/şiirden böylece uzak düşen toplumda şiirin kısırlaştığı, ‘şiir gibi’ metinlerin kendine pazar bulduğu söylenebilirse de sahih şiir kendini daima muhafaza etmiştir. Muhafaza etmekle beraber kabuğuna çekilmiştir. Dolayısı ile şair yalnız adamdır ve şiir meydanlardan çekilerek iç sesi duyabilenlerin fark edebildiği bir yerde durmaktadır.

            Türk şiiri, darbelerin dıştan sarstığı ama içten yaraladığı topluma nüfuz ederek, içinden sarsabildiği gün yeni bir tasniften söz edebiliriz…

             İSA YAR

 

Soruşturma Soruları:

Darbeler ülkesi olarak anılmak sanırız toplumu yordu. Hayatımız değiştikçe şüphesiz şiir de ona bağlı değişimler gösterecek. Ümit ederiz hayat kendi mecrasında akarken şiir gelişim gösterir.

Her darbe, toplumun belleğine ve şiire de vurulan bir darbe midir? 

Türkiye gerçeğinde darbeler yozlaşmaya mı yüzleşmeye mi yol açtı? 

Türk şiiri her darbe döneminde kendini yeniden şekillendirmiş midir, yoksa dönüşüm ve değişim tabii olamamış, darbelerin tesiriyle mi olmuştur?

Darbeler şiirimizi kısırlaştırmış mıdır, zenginleştirmiş midir? Darbelerin tesiriyle şiir piyasaya mı inmiştir. Darbeler şiirimizi de toplumu da arabeskleştirmiş midir?

Darbeler, toplumları; korkuyla, tanrıya yaklaştırıyorlar mı yoksa bu toplumsal dönüşümün tabii sonucu mu? 

Türk şiirinde kuşak kavramı üzerinde duranlar demokrasimizde yaşanan kesintilere bağlı bir sınıflama yapamayacaklar. Kuşak kavramı neredeyse darbelerle ayniyet arz eder hal almıştı. şimdi şiirimiz neye göre dönemlere ayrılıp tasnif edilecek, bu gruplandırmadan öte tasnif niteliğini önemli hale getirir mi?  

 Şiir Vakti Dergisi

İSA YAR ile MÜLAKAT (Berceste dergisi)


 

.

TAŞRA’DA BİR ŞAİR SES:

İSA YAR İLE ÖTEDEN BERİDEN…

 

Yahya Cumhur TAPÇI: Biz sizi biyografilerinizden ve yazılarınızdan az çok tanıyoruz. Bu nedenle siz bize kendinizi nasıl tanıtırsınız? Kendi gözüyle İsa YAR kimdir?

İsa YAR: Zor bir soruyla başladınız Yahya Bey. Kısa biyografi kişi hakkında bir fikir verse bile, bir tarafıyla da insanı örter, saklar. Bu sorunuzun cevabı belki mülakatın sonunda kendiliğinden ortaya çıkar diyelim…

TAPÇI: Değişik dergilerde yazılarınız ve şiirleriniz, yerel gazetelerde köşe yazılarınız yayınlandı, yayınlanmaya devam ediyor. Bir süre yerel bir radyoda program da yaptınız. Ayrıca yazılarınızı yayınladığınız kendi adınıza bir de veb siteniz var. Belki birkaç kitap yayınlayacak kadar yazılarınız hazır. İlk kitaplarınızın yayınlanması neden bu kadar gecikti. Yenilerini de yakında görebilecek miyiz?

YAR: Bu gecikme için birçok sebep sayabiliriz. Yirmili yaşlarımda iken şiirlerimi kitaplaştırmak imkânı doğduğunda ‘çok erken’ olduğunu düşünerek vazgeçmiştim. Sonraları ise yazdıklarımı kitaplaştırmak için aceleci olmadım. Yazdıklarımı edebiyat dergilerinde yayınlamaya devam ettim. Bir yerden sonra kaleme aldıklarımı kitaplaştırmayı ciddi olarak düşündüm hatta istedim ve o zaman bu işin bir piyasası olduğunu gördüm. Piyasayı dikkate almak, piyasada olmak hiç hazzetmediğim bir şey. Edebi çevrelere, özellikle yayınevlerine ne yazık ki bir çocuk saflığıyla baktığımı fark ettim! Çünkü ekseriyeti sadece para kazanma peşindeydi. İçimde bir şeyler kırılıp döküldü. Şunu da ifade edeyim, İstanbul’dan, hakikaten abi mesabesinde gördüğüm bir isim, yayınevi adına görüşmek üzere bizi davet ettiyse de biz gidemedik. Sizin de tanıdığınız, Samsun’da matbaa sahibi olan bir yayıncı kitaplarımızı basma sözü vererek gazetesinde yazmamız için pek ısrarcı oldu. Kabul ettik, bir süre yazdık, bir an geldi gazeteye bazı hususlarda tavır aldım sonra da yazmayı kestim. Dolayısı ile bizim kitaplar da basılmadı.

Uzak-yakın dostlarımız da yazdıklarımızın artık kitaplaşması gerektiğini ısrarla belirtiyorlardı. Bu konuda Vedat Ali Tok’un gayretini zikretmeliyim. Netice itibariyle kitabı bastırıp kurtulmak istiyordum. Kayseri’de, şair-yazar Selim Tunçbilek’in kurduğu ŞiirVakti yayıncılık kitaplarımızı bastı. “Saklı Sözler” benim olduğu gibi yayınevinin de ilk kitabı. Yeni kitaplar hakkında bir şey söylemek için erken. Temkinliyim.

TAPÇI: Biliyoruz ki siz, çok iyi bir okuyucu ve yazarsınız. Okumadan yazı yazılamayacağına göre okuma yazma alışkanlığınızın temelini oluşturan etkenler nelerdir? Sizi yazmaya zorlayan asıl sebepler nelerdir?

YAR: Okur olunmadan yazar olunmuyor elbette. Okuma alışkanlığımız için çocukluğuma kadar inebilirsiniz. Sonrası çok daha fazla bir şey; okur olarak, kitap kaçıp sığındığım liman olmuştur bana… Yazmak ise, sancılı bir süreçtir. Şiir ayrı bir yerde duruyor, ayrıcalıklı. Daha iç. Kanaatimce şairlik delilikten bir şubedir! Deliremediğimiz ya da delirmemek için şiir yazarız. Belki de şiir yazdığımız için aklımızı koruyoruz. Bu söylediklerim, niçin yazdığımın ipuçlarıdır.

TAPÇI: Hayatın iniş çıkışları, zorlukları ve yaşayış tarzı insanları belli bir potaya sokuyor. Siz de ülkemizin değişik yörelerinde görev yapmış, badirelerden geçmiş bir kişisiniz. Buna rağmen yazılarınızın pek çoğuna baktığımızda Ünye bunlar içinde müstesna bir yere sahip. Yazılarınızın çoğunun yazıldığı yer ve hakkında yazdığınız bir ilçe. Bunun nedenini öğrenebilir miyiz?

YAR: Çünkü burada yaşıyorum. Ama şehir derken burayı kastetmiyorum; şehri kastediyorum. Mekânın insana elbette tesiri vardır fakat üzerinizde hayatınızın geçtiği pek çok yerin tesiri vardır. En son bulunduğunuz yerde de yazsanız, yazdığınız hepsini kapsar. Ünye güzel bir sahil kenti ve bu şehre yerleşeli onbeş yıldan fazla oldu. Öte yandan sahil boyunca doğu istikametine doğru yarım saatlik mesafede Perşembe ilçesindenim. Mekân Karadeniz’in ortak özellilerini barındırıyor. Betonlaşma alabildiğine kuşatsa bile yaşanılası bir yerde yaşıyorum. Bu şehirde oturup sohbet edebildiğim dostlarım var. Ayrıca yılların birikimi olsa da kitabımda yer alan yazıların tamamını Ünye’de kaleme aldım diyebilirim. Dolayısı ile hissiyatımda bu şehrin elbette payı var.

Yeri gelmişken yani Ünye ismini bir edebî sohbette zikretmişken özellikle belirtmeliyim ki bu şehirde kültürel bir faaliyet varsa bir şekilde Yahya Cumhur Tapçı ismi karşımıza çıkıyor. İmkânı elinde bulunduranlar yeterli desteği verseler, bu şehirde edebiyat adına çok daha güzel şeyler yapılabilir. “Uçan fener”den daha önemli şeyler olduğunu bilmeleri kaydıyla…

TAPÇI: Ülkemizde “edebiyat” denilince akla gelen ilk şehir İstanbul oluyor. İstanbul, her yönüyle hepimiz için önemli bir yer. Fakat siz bir edebiyat adamı olarak taşradan haykırıyor, sesinizi duyurmaya çalışıyorsunuz edebiyat çevrelerine. Bu taşradan diğer taşralara sesinizin ulaştığını görüyoruz. Peki, İstanbul’a ulaştırabildiniz mi sesinizi? Sesinizin oralardan duyulması, oralarda da görülmeniz, tanınmanız sizin için önemli mi?

YAR: Sesimin İstanbul’a ulaştığını biliyorum… İstanbul uğultular içinde biraz sağır bir şehir, taşranın sesine. Daha doğrusu bu uğultu biraz da İstanbul’daki taşralıların gürültüsüdür. Kendi görünürlüklerine ve seslerine hayran hepsi…

Sesimin her yere ulaşması peşinde olmadım. Bazen en yakınınıza ulaşamazken sesiniz çok uzaklardan duyulabilir. Bu edebiyat için böyledir. Tanınmak kelimesini ‘bilinmek’ anlamının dışında yani ‘kabul edilmek’ manasında kullanırsak tanınan bir kalemiz tabi. Ayrıca herkesin tanıması gerekmiyor. Edebiyat çevrelerinde çok bilinmek ise günümüzde biraz haddinizi aşmanıza bağlı; buna edebimiz müsaade etmiyor. Taşrada insanlar sanki daha samimi oluyor, metropoller ise insanı kendisine yabancılaştırıyor, hesaplı yapıyor. Çok bilinmeniz için kendinizden taviz vermeniz gerekiyor, hayat zaten aşındırıyor, kendimde kalmak ve içimi korumak istiyorum. Bilmesinler beni, ne kaybederler ki…

TAPÇI: Son dönemlerde genellikle taşradan çokça sesler duyuyoruz. Bakıyoruz ki İstanbul’dan gelen sesler de taşradan besleniyor. İstanbul özelliğini kayıp mı ediyor?

YAR: Aslında taşra da İstanbul da değişiyor, dönüşüyor. Bu kaçınılmaz bir şey. İstanbul içinde taşrayı barındırıyor ama taşraya tesirini kaybetti/kaybediyor. Devlet-i âliye tarihe karıştıktan sonra kültürel anlamda devam ettirdi tesirini. Bu tesir İstanbul üzerinden hayata geçiyordu. İmparatorluk terbiyesi almış ince zevkli, geniş ufuklu ve üslûb sahibi edebiyat adamları sahneden çekildikçe bu tesir iyice zayıfladı. Taşra yani Anadolu belki hâlâ hammadde kaynağı bu manada ama İstanbul merkez olmakla beraber bu madeni cevhere çeviren yer değil artık. Taşra bu merhaleyi de mahallinde tamamlamak zorunda. İstanbul mirasyedi. Ama öyle bir tarihi birikime ve temsil imkânına sahip ki haklı olarak hâlâ gözdedir. Kısacası yeni sesler bütün mütevazılığıyla taşrada ve fakat taşralı değil; İstanbul’a kapağı atınca kibirli ve taşralı bir hale dönüşüyor! Anadolu’da şair ‘alamancıya’ benziyor; taşrada iken İstanbul kokuyor, İstanbul’da taşralı oluyor…

TAPÇI: Bazı çevrelerce edebi bir kitap yayınlamak sanki edebiyatla iştigal edenlerin işiymiş gibi görülebiliyor. Siz bir kamu kurumunda çalışıyorsunuz. Aynı zamanda şiir, deneme vb. yazıyorsunuz. Bunları değişik yayın organlarında ve kitaplaştırarak yayınlıyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Mesela herkes şiir yazabilir mi?

YAR: Şöyle mi anlamalıyım: sağlık sektöründe çalışıyorum fakat edebiyat yapıyorum… İnsanların ruhunu darp eden ‘patolojilerin’ şahidiyim ve dolayısı ile müşahedem sahih, konu malzemelerim sahici.

Yazarlık belki tercih edilebilen bir şey ve fakat bence şairlik öyle değil. Yani şiiri tercih edebilirsiniz ama tercihen şair olamazsınız. O bir fıtrat, iklim. Herkes şiir yazabilir; niye yazamasın ki; ama şiir olur mu, bilmem!

Yazmak hususunda şunu söylemeliyim: ben her konuda yazan, yazmayı seven birisi değilim. Bende birikenleri iç dünyamda taşıyamaz olduğumda yazıya taşırım. Aslında yazılarım insan denizine ıssızlığımdan bırakılmış şişedir…

TAPÇI: “Edebiyat karın doyurmaz çay içirir” sözünden çok etkilendiğinizi söylüyorsunuz bir yazınızda; bu söz sizi neden bu kadar etkiledi?

YAR: Az önce yazmak konusunda söylediklerimi teyit eden bir söz olduğu için. Edebiyattan geçinemezsiniz, belki edebiyatçı geçinebilirsiniz çünkü bu çağ ve modernitenin şekillendirdiği toplum düşünen kafaya, hisseden kalbe ve bu çerçevede şekillenen edebi tarza uzak düştü. Uzaklaştı. İnsanımız bedenine gösterdiği ilginin pek azını kafasına ve kalbine göstermiyor. Çünkü tüketim pazarında bir meta değil edebi ürünler. Tüketim pazarında pazarlanan/tüketilen kitaplar ise bu pazarı dikkate alan ancak edebî eksenden uzaklaşmış şeyler. İsterseniz sohbetin burasında çayımızı tazeleyelim…

TAPÇI: Yeri gelmişken “ Saklı Sözler” deneme ve “ Hüzün ve Sağanak” şiir kitaplarınız üzerine konuşalım. Öncelikle bu kitaplar uzun süredir hazır bekliyordu. Neden daha önce yayınlamadınız? Beklediğiniz ilgiyi gördü mü? 

YAR: Konuşmamızın başında bu konuya biraz değinmiştik. Şunu ekleyebilirim: biz hayallerini erteleyen bir nesle mensubuz. Yine biz baharına eylül gölgesi düşmüş ve bir kırılmanın tam ortasında kalakalmış çocuklarız. Bizden öncekiler darp edildiler; bizden sonrakilere atılan format bizde tutmadı, bir hafızanın eşliğinde ‘yatağına kırgın akan ırmaklar’ gibi sessizce aktık içimizde. Dışımıza anlatamadık derdimizi, anlatamazdık çünkü biz derinliği olan kelimelerle konuşuyorduk, kelimelerini kaybeden kalabalıkların sağırlığı bizi tedirgin etmiş de olabilir. Neticede yazdıklarımızın kitap halinde bütünleşerek dağınıklıktan kurtulması gerekiyordu. Adeta üzerimden atmam gereken bir yük haline gelmişti. Kitabın doğru okura ulaşabilmesi için dağıtım imkânına sahip yayınevlerince basımını bekledim. Yayınevlerinin piyasaya göre şekillenmiş tavırlarından umudumuzu kesip, kitabı kendimiz bastırdık.

İlgiye gelince… Üç ay önce piyasaya çıkan kitaplarımın ilgi görmediğini söyleyemem ama edebî çevrelerin ilgisini zaman gösterecek. Kitabın doğru okura ulaşması açısından dağıtım mekanizması önemli fakat mesela yemek ve fal kitaplarının bile sahip olduğu bu imkândan mahrumuz. Ancak Sipariş edenin adresine gönderebiliyoruz. Zaten pazarlama derdinde değiliz.

Öte yandan yayınevi vasıtasıyla ve tarafımızdan kitaplar edebî çevrelere ulaştırıldı. Değerlendirmeler nasıl olacak; bekleyip göreceğiz. Ben Tanpınar değilim ki bir ‘sükût suikastından’ bahsedeyim…

 TAPÇI: “Hüzün ve sağanak ” adında topladığınız şiirlerinizin sağlam bir temele dayandığını görüyoruz. Aynı zamanda kendi tarzınızı da oluşturmaya çalıştığınız belli oluyor. Geleneksel Türk şiiri ve günümüz Türk şiiri arasında kendinizi nerede görüyorsunuz? Günümüz Türk şiiri hakkında kısaca neler söylemek istersiniz?

YAR: Kitabın önsözünde belirttiğim gibi, bu konuda bir iddia ile ortaya çıkmadım. Poetikam şu, şiirde tarzım bu derdinde olmadım. Okuma kaynaklı beslenmemizden, beğenilerimizden ve üslûbumuzdan bir tercih kendiliğinden ortaya çıktı. Şiirde yapılan tanımlamaların, tasniflerin ışığında ve mukayese yoluyla şiirimiz bazı tarzlara yakın/uzak bulunabilir. Kurgulayarak yazmadım şiirlerimi; içimden nasıl geldiyse ve fakat elbette bir edebî anlayışın ölçüsüyle ortaya koydum. Şekil olarak karakteri hece ve serbesttir şiirimin ama iç ahenk ve elbette manaya daha önem veriyorum. Bunu değerlendirmeyi size/edebiyat çevrelerine bırakıyorum.

Günümüz Türk şiiri hakkında ne diyebilirim. Tarzı ne olursa olsun bir tarafıyla geleneğe yaslansa da günümüz şiiri ağırlıklı olarak ‘birey’ şiiridir. Çünkü insanı ezen, yalnızlaştıran bir tarafı var çağın. Çağı sorgularsak günümüz şiirini daha iyi anlarız…

TAPCI: Şiir üzerine daha çok konuşmak isterdim fakat değişik dergilere verdiğiniz mülakatlarınızda şiirleriniz üzerinde değerlendirmelerde bulunmuşsunuz zaten. Biraz da “Saklı Sözler” denemeleriniz üzerinde konuşmak istiyorum. “Saklı sözler ” kitabınızdaki yazıları çok mu uzun süre sakladınız? Sakladığınız başka sözler yok mu? Ne zaman aşikâr edeceksiniz?

YAR: Belki saklanan bendim. Taşrada yaşamak da uygun bir zemin teşkil etti. Ben kendimi kendimden bile sakladım bir anlamda ama her şeyi içinizde hapsedemiyorsunuz. Yıllarca işyerinde beraber çalıştığım bir arkadaşım dergide şiirimi görünce çok şaşırmıştı! Çünkü adamla edebiyat üzerine sohbetimiz olmamıştı. Dışarıda ise bizi şair kimliğimizle bilenler mesleğimizi öğrendiklerinde şaşırıyorlar! Demem o ki edebiyat iklimi başka bir şey. O iklimin aşinası olmayana ne söyleseniz anlamsız. Hayatımız böyle bir çevrede geçiyor. İnsanların gündemi başka; Toki’dir mesela, evdir, arabadır, siyaset, spor, işleriyle alakalı basit şeylerdir. Sizin gerçekliğiniz bu çerçevenin dışındaysa divane âşık gibi kalırsınız ortada. Erbabı dışında herkese saklıdır bizim sözlerimiz. Kitaplaştırmak anlamında soruyorsanız, yoğurdu biraz daha üfleyeceğim…

TAPÇI: “Deneme” yazarları ve eserlerine de sıkça rastlıyoruz son zamanlarda. “Saklı Sözler” kitabınız da bunlardan biri. “Deneme” yazma hakkında neler söylemek istersiniz?

YAR: Deneme, yazarın en rahat ve serbest olduğu edebî tarz. Bilindiği gibi yazıda ileri merhale gerektiren ve temsilcisi çok da olmayan bir tarzdır. Gerçi yazdıklarına, hiçbir tanıma uymayınca “deneme” diyenler de yok değil. Belki bu metinlere denemeye yaklaşan metinler demeliyiz. Nesirde “deneme” hakikaten ustalık ve üslubu muciptir. Deneme yazarları bile her yazdıklarına deneme dememişlerdir. Nesirde diğer edebî türler kendi ölçüleri içinde daha kolay tanımlanır ve sınırları bellidir; makale, sohbet, fıkra, hikâye, roman gibi… Deneme düz yazıda daha fazlasıdır. Daha serbest, samimi ve derin. Eğer anlatacağınız şeyi, söylemek istediğiniz meseli bir tabloda hakiki renkleriyle tasvir etmek isterseniz denemenin imkânını kullanacaksınız. Kaleminiz ressamın elindeki fırça gibi olacak, kelimeler, cümleler tasvir edilenin bütün renklerini temsil edebilecek tonda yer alacak yazıda… Deneme böyle bir şey ve ben deneme tarzını seviyorum. Gerisi tabloyu okuyana kalmış.  

 

TAPÇI: Türkçeyi çok iyi kullanan ve Türk diline çok önem veren biri olarak son devir yazılarında ve şiirlerinde kullanılan dil hakkında neler söylemek istersiniz?

YAR: Bir dil yaramız olduğundan bahsedebiliriz. Bu aslında uzun bir bahistir. Kısaca şunu söyleyebilirim: Hitap ettiğiniz toplumun lisanını dikkate alacaksınız lakin aynı zamanda edebî metnin kendi dilini ihmal etmeyeceksiniz. Dilde yapılan tadilatlar ve dolayısı ile kelime kayıplarımız ifade imkânını da daralttı. Doğru kelimelerle uzun/kısa cümleler kurarak ortaya koyduğunuz metin, en derin anlamı dahi anlaşılır kılmalı. Bu manada şahsen derinliği ve çağrışımı olan kelimeleri tercih ediyorum ve dolayısı ile herkes anlasın gibi bir derdim yok. Herkesin anlayabilmesi için sokağın dilini kullanacaksınız ya da belli kesimin anlaması için nesebi bozuk kelimeler seçeceksiniz. Bana göre değil. Mesela: “hayat” gibi diri bir kelime varken niçin “yaşam” sözcüğünü seçeyim? Seçenler gerekçesini bize izah etmeli.

Dil bahsi çok önemli. Daha sade ve güncel sözcüklerle yazabilirim ama o zaman kendimi tam ifade edemeyeceğimi düşünüyorum. Çünkü kelimelerle düşünüyoruz ve yazı düşünceden doğuyor. Yüksek ve derin düşünceyi piyasa sözcükleriyle izah edemezsiniz, anlamı doğru kelimelerle inşa edebilirsiniz ancak. Kelime seçiminde, yazıda dil hassasiyeti göstermeyen piyasa yazarlarına isimleri ne olursa olsun saygı duymuyorum. Bu manada takdir ettiğim kalemlere mukabil saygı duymadığım epey ‘popüler’ kalem var! Önemli bulduğum bir metni dilini tasvip etmesem de sonuna kadar ve dikkatle okurum. Ne söylediği önemlidir benim için. Yazarken ise tercihim dilimdir…

TAPÇI: Her şeye rağmen, yeni nesil okuma yazma heveslisi gençler var. (Allah eksikliğini göstermesin.) Bu gençlerimize neler tavsiye etmek istersiniz?

YAR: Çok kitap okumaktan, hele yazmaktan uzak dursunlar! Şaka bir yana ciddi manada okumak ve yazmak insana bedel ödetir. Bu bedeli göze alamayan gitsin popüler romanlar okusun ve kalemi eline hiç almasın.

Okumayı-yazmayı ciddiye alanlara şunu söyleyebilirim: ‘marifet çok kitap okumak değil, iyi kitabı çok okumaktır’ sözünü yabana atmadan, seçici olmaları, uyanık bir şuurla okumaları, okuduklarını idrak etmeleri öncelikleri olmalı. Haddini bilerek hudutlarını genişletmeleri, önce edepli olmaları, tevazuu bilmeleri ve fakat müktesebatları nispetinde sahip oldukları birikimin hakkını vermeleri… Kalemlerini satmamaları, kiralamamalarını, Üç kuruşluk dünya için takla atmamalarını yani tavır sahibi olmalarını tavsiye ederim. Ama öncelikle ve özellikle lügat okumayı gerektirse bile kelimelerini çoğaltmalarını, lisanlarına hâkim olmalarını tavsiye ederim…

 

TAPÇI: Son olarak ilave etmek istedikleriniz var mı?

YAR: Biz sözümü söyledik. Zamanı gelince söyleriz de. Sizinle mülaki olmanın zevkini bize bahşettiğiniz için teşekkür ediyorum.

TAPÇI: Asıl biz teşekkür ederiz.

*Berceste dergisi / sayı 122 / Ağustos 2012

 

mlakat2

İSA YAR ile MÜLAKAT (ŞiirVakti dergisi)


 

ŞİİRVAKTİ DERGİSİ
İSA YAR’A
“Hüzün ve Sağnak”ı SORDU

1.      ŞiirVakti: İsa Yar’ı okura nasıl tarif etmeli bilemiyorum. Onun İçin Arafta bir münzevi mi demeli, yoksa yolculuklara içiyle konuşurken yaslanarak geriye yanında yalnızlıktan başka bir şey almayan biri mi, ‘özünden bağını keserken’ ‘Yol hikâyesidir yaşamak’  derken şiirlerden yola çıkarak doğuştan başlayalım anlatmaya kendimizi derim. Bize ağır bir yük olan şairin hayatı nasıl yön almış şiire onu elbette okur da merak eder derim?

Bir insanın kendisini anlatmasının pek kolay olmadığını düşünüyorum. Yazdıklarımızdan yola çıkılarak yöneltilen “İsa Yar” kimdir sorusunun cevabı elbette yazdıklarımızda mündemiçtir. Zaten her birimiz cevabını arayan bir soru değil miyiz, yeryüzüne bırakılan? Kundakla kefen arasında temellük ettiğimiz her şeyi ardında bırakıp çekip giden… Biyografik olarak ifade edecek olursak, altmışlı yılların başında 20 Ekim günü dedemin vefatından üç ay sonra ailemin ilk evladı olarak doğmuşum. Karadeniz sahilinde, Ordu’nun Perşembe ilçesi Okçulu köyünde geçti çocukluğum. Deniz ile derenin birleştiği ve “Büyükağız” adıyla meşhur koy’a bakan hafif meyilli arazide, çocukluğumun o uzak ülkesinde, müstakil bir Karadeniz evinde büyüdüm. Denizin mavisi, bahçelerin yeşilliği, fındıklık, mısır tarlası, kırmızı kiremitli –beyaz badanalı evler, dere, kıyıda kayıklar, okul ve sahille beraber kıvrılan karayolu bu tablonun unsurları. Mekânın insana ve insanın mekâna tesirini dikkate alarak söyleyeyim, bu iklimin çocuğuyum.

            İlk ve ortaokulu köyümde okudum. Lise eğitimime Perşembe öğretmen okulunda bir ay kadar devam ettikten sonra oradan ayrılarak yatılı olan Çankırı sağlık kolejine kaydoldum ki o zaman Türkiye’de sahasında eğitim veren üç okuldan birisiydi. Okulu 1979’da Ankara’da tamamladım. Sağlık Bakanlığı kanser daire başkanlığında göreve başladım. Samsun’da askerlik sonrası, Adana ve Ordu’da görevime devam ettim. Yüksek öğrenimi ise mesleki alanda 1993’de tamamladım.

            Ciddî manada Ortaokulda başlayan edebî eserler başta olmak üzere kitap okuma alışkanlığımız hâlâ sürmekle beraber, yazmaya lise yıllarında şiirle başladım. Şiir ve yazılarım o yıllarda İstanbul’da neşredilen dergi ve bir gazetede yayımlanıyordu. 12 Eylül ihtilali sonrası ve hayatın sarkacında galiba içime çekildim. Sadece şiir yazıyor ama artık yayınlamıyordum. O zamanlar günce tuttuğumu da ifade edeyim. Sonra, içimde hapsettiğim adamı artık zapt edemedim. Şiir ve yazılarımızla dergilerde görünür olduk; hâlâ bir tarafımız alacakaranlık devam ediyoruz…

 

2.         ŞiirVakti: Hüzün ve Sağanak ilk şiir kitabı  İsa Yar ismine edebiyat dergilerinden bakınca biraz geç değil mi?

Haklısınız; “o kadar geç ki, erken sayabiliriz” demek geliyor içimden. Vuslat bu güne nasipmiş diyelim. Biz ertelenen bir nesle mensubuz ve erteleyen… Daha önce elbette mümkündü. Yirmiiki yaşımda iken, bir yayıncı şiirlerimi kitaplaştırmak istemiş, çok erken olduğunu düşünerek kabul etmemiştim. Kitaplaştırmayı düşündüğümde ise edebiyat çevresinden dostlarımın tavsiyesi kitaplarımı yayınevi marifetiyle bastırmam yönünde oldu. İstanbul’un bu manada davetine icabet edemedim. Belki mizacım ve yetişme tarzımdan, pazarlıkları, hesaplı davranmayı, kısaca işin siyasasını ve piyasasını sevmiyorum. Bu piyasa bana göre değil. Biraz da “oblomovluk” var tabi! Bu gecikmenin sebebi benim tavrımdan kaynaklanıyor olsa da, ülkemizdeki yayın sektörünün kapital merkezli bakışı ve çıkarını gözetmesinin payı da yok değil. Onlar kazanacağı parayı önceliyor, yazdıklarınızı değil. Popüler olmanız lazım yani… Ya da bir mensubiyetiniz olmalı, bir kadro içinde yer almanız, sırtınızı bir yerlere yaslamanız, ahbap-çavuş münasebetiniz. Bu manada yalnız bir adamım!

Sonra bir yayınevi çıktı, kitaplarımızı basmaya talip oldu. ŞiirVakti yayınları kitabımızın okurla buluşmasına vesile olmuştur. Kitabın basımı öncesi ve esnasında göstermiş oldukları hassasiyet, ciddiyet, yazara ve kitaba verdikleri ehemmiyet takdire şayan. Kim bilir bu işi bu kadar geciktirmemizin hikmetidir; kitabın kaderidir, sanki yayınevi bizi, biz yayınevini beklemişiz…

3.         ŞiirVakti: Şirinizi konuşmaya öncelikle şu tarih algısıyla başlayalım. ‘çekerler elde halat eski hatıraları” derken Yahya Kemal’le bir akrabalık var gibi. Ama söyleyiş ve tespitler size has. Modernite olgusu neden şımarık neden protez bir dolgu. Modernite için Tarihi derinlik bizde yeterince  yok mu? Ya da niçin bu denli yapay görülüyor?

            Hepimizin bir şekilde aidiyetleri var. Mahallinden yeryüzüne, aileden millete, şahsilikten cemiyete, çocukluğumuzdan bu güne bir bütün olarak bakılırsa bunların hepsini öznemizde barındırıyoruz. Şuuraltımıza yerleşenler zamanla şuura yükseliyor. Okumak bir anlamda sesler duymaktır; bu seslerle büyüyorsunuz. Kendi sesinizin bu seslerden unsurlar taşıması bir hafızanız olduğunu gösterir.

            Ben bu kültür ve medeniyetin çocuğuyum. Dolayısı ile aynı düşünce ve hissiyatı taşıyanlarla farklı zamanlarda yaşamış olsak bile özellikle dilin imkânlarını kullanmak bakımından sesimizin yer yer örtüşmesi anlaşılır olsa gerek. Bir manada Türkçe düşünüyoruz. Yahya Kemal yaşadığı dönem itibariyle “bozgunda fetih rüyası” görüyordu. “ezansız semtlerde yetişenleri” dert ediniyordu. Biz ise sonraki merhalelerde, ezanlı semtlerde yetişip de hafızası tahrip edilmişleri görmüş bir nesiliz. Yahya Kemal, dilde ve dolayısı ile sanatta, musikî ve mimaride, ilmin bütün şubelerinde zirveye varmış bir medeniyeti temsil eden ve fakat siyasî ve coğrafî bozgunu yaşamış bir Osmanlıydı; biz ise formatlanmış nesilleriz. Buna rağmen aramızda tahrip edilmiş dahi olsa bir köprü hâlâ var. Dolayısı ile benzeyen yönlerimiz…

            Sorunuza kaynaklık eden “protez orta çarşı” şiiri, Ünye’de şehrin hafızasını kısmen muhafaza eden ve fakat günün renklerini de taşıyan mekândan mülhemdir. Festivalde meydan tepinirken, sükûnet ara sokaklara sığınır. Orta çarşı ise kültürel etkinliklere sahne olur. 40–60 yaş aralığında daüssıla hasreti çeken “beyaz saçlı çocuklar” çocukluk oyunlarını tekrar yaşayarak çocuklaşırlar. Halat çekme bunlardan biridir…

            Araf’tayız. Dedemiz ve babamız, zamanda ve mekânda olan değişimlere bir kopuş yaşamadan şahitlik ettiler. Hayatın yaşanabilirliği ya da anlamı köy-kasaba ve şehirlerde geleneğe yaslanan bir gerçeklikte devam ediyordu. Zahmetliydi hayatları belki ama bizim yaşadığımız anlamda buhranları olmadı. Biz zamanın ve değişimin hızlandığı zamanı yaşadık/yaşıyoruz. Modernite bütün olumsuzlukları ve kimliksizliğiyle toplumu kuşattı ve “bireyi” kendisine ve her şeye yabancılaştırdı. Mekân ve insan hafızasını yitirdi. Yitirilen her değerin yerine protez ve –edebim müsaade etmiyor yoksa başka kelime kullanacağım- nesebi gar-ı sahih unsurlar yerleştirdiler. Modern kavramının bu gün temsil ettiği anlam çok farklı, hatta anlamsız… Modern, klasik olana eklenen yeni bir şey ya da onun yerini alan ve onu geliştirerek temsil ve devam ettiren unsur iken, yani bir evveli var iken artık çığırından çıkan her şeydir. Dolayısı ile sahih değil; suni, yapmacık, köksüz. Farkında olanların yani şairlerin elbette bundan şikâyetçi olmaları çok normal…

4.         ŞiirVakti: Şiirlerinizde ustalarla akrabalıkların izleri belirgin bir biçimde gözüküyor. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Sezai Karakoç izlerini şiirinize bile isteye taşımanızı nasıl yorumlamalıyız? Şiir ve gelenek dediğimizde ne anlamalıyız?

Bu sorunuzun cevabı az önce söylediklerimden anlaşılabilir. Sorunuzda yer alan “ustalarla akrabalık” ifadesi belki bir imayı barındırmıyor, lakin hemen söyleyelim ki biz kimsenin çırağı olmadık. Onlar için ‘büyük ustalar’ tabirini kullanabiliriz. Onların büyüklüğü yalnız şair olmalarından değil aynı zamanda fikirlerinin ulaştığı yüksek seviyeden ve bir anlamda hayatlarını bu yola vakfetmiş olmalarındandır. Bahsettiğiniz büyük isimlerle bu manada akrabalıktan şeref duyarım. Beslendiğimiz damar aynı, bir ruh akrabalığımız olduğu muhakkak. Gelenekten beslenmediğimizi kimse söyleyemez, mezkûr isimler ne ortaya koydularsa geçmişin üzerine inşa etmişlerdir ve fakat müstakildir hepsi. Malum, “şair çağının tanığıdır”. Gittikçe o zirve geçmişten uzaklaşıyoruz, dolayısı ile onlar geçmişe yani zirveye daha yakındılar. O zamanlarda şiire ve şaire verilen paye ile bu günü kıyaslayamıyoruz bile. İzm’ler ideolojilerden ve toplumun hayatından çekildi ama kapitalizm, modernizm ve popülizm her yerde. Onlar derin bir sükûnetten sesleniyorlardı; bizim sesimiz ise uğultular arasında nasıl çığlık olmasın?

Yahya Kemal ve Necip Fazıl’ın eserleri kitaplığımda ilk yer alanlardan. Ahmet Haşim’e yakın ya da uzak değilim; şiirimde sembollerin ağırlıklı olması belki bu intibaı vermiş olabilir. Hüznümüz benzeyebilir. Sezai Karakoç’un şiirlerinin takipçisi olmadım, mesela İsmet Özel’in de. Daha çok, şiir dışında yazdıklarını okudum. Garip şiirinden ne kadar uzaksam ikinci yeniden de o kadar uzağım. Ama hepsi bizim şairlerimiz, bu toprağın insanları. Dolayısıyla ruh akrabamızdır. Türk şiirinin temel taşlarını elbette biliyor, hakkını teslim ediyoruz ama herkes kendisi; ben de… Sahasında büyük isim olan Cemil Meriç’i ciddi manada okudum, nesrime tesir etmediğini söyleyemem. Bir başkasına benzeyebiliriz sadece ya da bir başkası bize. Dediğim gibi, herkes kendisi. Şiir ya da nesirde tesirden hele nüfuzdan kurtulamazsanız kendiniz olamazsınız. Hiçbir sahada statü peşinde olmadım ama kendim oldum! Şiir ve gelenek hususunda ne söylememi istersiniz? Farkında olsa da olmasa da geleneğe bir şekilde yaslanmayan “yeni” yoktur. Geleneğe sırtını dönse dahi bu böyledir. Çünkü varlığını sırtını döndüğü geleneğe borçludur. Bu Şeyh Galib için de böyledir, bilmem kaçıncı yeniciler için de… Dünyaya gelmekle bizim hayatımız başlıyor ama biz bir hayatın içine doğuyoruz. Dolayısıyla bütün şubeleriyle bu hayatın tesirinden azade olmamız mümkün değil, şairseniz ki ben şair doğulduğuna inanıyorum, bu tesir sizde yankısını buluyor. Geleneğin üzerimizde elbette tesiri var ve fakat kendi üslubunuzu, sesinizi buluyorsunuz zamanla.

5.      ŞiirVakit : ‘Şehrin kızılderilisi’  ve ‘nehrin en derin yerinin’ gelenekle ilişkilendirilmesi noktasından sizin şiiriniz bir çığlık gibi duruyor. çağı ile sorunlu bir şairin gelenekten başka sığınacağı limanlar yok mudur? Yunus ve halk şiirinin modern şiirler bağını kurarken şiirin nesini önemli saymalıyız.

            “çağı ile sorunlu olmak” tespitiniz yerinde. Bu konuda yalnız olmadığımı düşünüyorum. Şu yaşadığımız hayata bak! Ne kadar saçmalık barındırıyor. Zihnimizde ve kalbimizde temsil ettiklerimizle bir uyum mu yoksa çatışma mı var. Hayat sürdüğümüz şehirler de öyle. Mesela oturduğumuz apartman daireleri ev midir? Böylesine iç içe geçmiş yakınlıkta öylesine derin uzaklık var ki… Ve insanlar bunun farkında değil gibi. Kurgulanmış bir sosyal hayatın figüranı herkes. İdrakinizle onlardan ayrıldığınızda yalnızlaşıyorsunuz. Konuşamıyorsunuz bile, kelimelerinizin anlamı kalabalığın lügatinde yok. Onlar kelimeleri vitrinde, eşyanın kullanım kılavuzunda, televizyon reklâmlarında, emir ve yasak içeren talimatlarda anlayabiliyorlar. Sizin sözleriniz onlara ulaşamıyor bile. Konuşamıyorsunuz çünkü kelimelerinizden, kurduğunuz cümlelerden uzaklar… Yunus’u anlayamadıkları gibi! Yunus’u çalgı aletleri eşliğinde ilahi formatında “güfte”ye hapsettiler. Mevlana ise dönüp duran biri! Yol tahrip edildi kısaca. Yoldan haberi olmayan yolda dahi olsa yolculuğun farkında değildir. Kalabalık otobanda, caddelerde ama yolda değil. Sadece birkaç dost, sancılı kafa hemhal olabildiğimiz. Halk Şiiri ve modern şiir bağını kurmak diyorsunuz. İnsana ve hayata dokunmalı şiir, diri olmalı. Şiir varsa ortada bu bağ vardır zaten. Şiiri anlayacak ve dolayısı ile bağı fark edecek insanın azaldığını ifade etmek istiyorum. Zemin üstündekilerle kaymış, neredeyse yol kalmamış. Şair, zemindekileri yola çağıran bir yalnız ve a’rafta. Yunus ve halk şiirinin modern şiirle bağını kurmak için yeni şeyler yapmaya gerek yok. Modern şiirimizde zaten var; tema, dil ve mânâ olarak mevcut. Ancak sosyal yapıda, dolayısıyla “birey”de bu anlamın iklimi şairde olduğu kadar yok. İnsanımızın hafızasını inşa edenler bunu mesele edinmedikçe yapacak bir şey de yok.

6.    ŞiirVakti : Şehirden kaçarak insana sığınan bir şiiri kurmak ister  gibi bir yöntemi denemek istediğiniz söylenebilir mi? İnsan şiire sığınaksa başka nelere sığınaktır ve insana kaçış nedendir ? Güzel gözlü şiiriniz nasıl bir insana yol alındığını söylemiş olsa da bu çağın kaçışları nerelere? Şiirimizin gidişi o yönde diyebilir miyiz?  Şiirin tabi bir de huzursuzluğu konu edişi şairini çok yıpratıcı değil mi?

Kaçamıyoruz aslında. Öylesine kuşatılmışız. Şehri değiştirenler, şehrin hafızasını silerken insanı düşünmediler. Şehri yeniden inşa edenler insanın taleplerine sağır. Şehri bir medeniyet mekânı olarak görmediler, çünkü münşi olanların kendi medeniyetleri ile bağı kopuk. Şuursuzca tanzim ettiler kenti. Otoban, kaldırım, market, kanalizasyon, konut siteleri önemsiz demiyorum; nefessiz bıraktılar insanı, nefessiz yani mânâdan uzak. Öte yandan şehirler aldığı göçle bir anlamda kültürel olarak göçtü. Köyü kente taşımaya sosyal politikalarla hala devam edenler, ortaya çıkan birçok problemi mesele bile edinmediler. Orhan Gencebay’ın müziği ile modern şiir arasında bir bağ olmadığını söyleyebilir miyiz?

İnsana sığınmaya gelince… Hangi insana? Bu, bir insan-ı kâmil olabilir ara ki bulasın! Nasip meselesi deyip geçelim. İnsan, fıtratını koruyabildiği ölçüde insandır. Fıtratımı korumaya çalıyorum ya da fıtratıma dönmeye… Bu bir direniş ki insanı yoruyor. Yorulmaya değmez mi? Bu ruh gurbetine geliş gayemiz zaten insan olmak diyebiliriz. Dolayısıyla idealimiz ideal insan olabilmek ki bunun yolu bellidir.

Şiirimde bir yöntem denemek, kurgulamak gibi meselem olmadı. Bir kuyuya düşer gibi düştüm şiire ben, şiirden kaçmak elimde değildi. Tercih edilmiş bir durum değil, bir mecburiyet. Tercih/kurgu olsa oturur şiir yazardım, o bende oluşan bir şey ve sadece kâğıda aktarıyorum. Şiir, kadim zamanlarda öncelikle söz sanatıydı belki, yani bir oyun gibi. Günümüzde ise neredeyse bir çığlıktır şiir. Belki onun için anlaşılmaz ve derbeder. Şahsi ve bencil; günün insanı gibi… İçinde yaşadığımız toplumun ortak değerleri ve bu değerlerin hayata yansımasına baktığımızda bir bütünlükten bahsedebilir miyiz? Yani, satıhta kalmayan, derin ve yüksek bir hissediş, kavrayış ve idrakten söz edebiliyor muyuz? Herkes kendi türküsünü söylüyor! Gittikçe artıyor yalnızlığımız; tenhalaşıyoruz. Düşünen insanın kendisiyle baş başa kalmasına benzemeyen bir “farkındalık” yalnızlığı. Şiirimde bir kaçışın izleri varsa adresinin işareti de vardır. “güzel gözlü körler” bir sitemdir. Suretimize aşina olup da içimizden habersiz olanlara ima vardır o şiirde. “güzel gözlüdürler” çünkü bize dostça bakan aşinalarımızdır. “kördürler”, suretinizi aşıp sizi göremezler. Yakın olmanın böyle bir körlüğü vardır. Pergeli genişletirsek, bizim camiamız “cellâdına âşıktır”, kendi çocuklarını umursamaz! Şairi huzurdan ederseniz, şiiri ile huzurunuzu kaçırır. Şair palyaço değildir ki…

7.       ŞiirVakiti : Kalbinizin yaralarını kanatan nedir? İnsanlık adına kalbi kanatan şiirin erdemi nasıl sorgulanır? Şiirinizin insanlığa bu çerçevede söyledikleri göz ardı edilebilir mi? Dünya coğrafyasına bakınca şiirinizi bir coğrafyaya sığdırmanın mümkün olmadığını  görüyoruz yanılıyor muyuz? Şiiriniz kalbin dışında insanlığın hangi acılarına ait görülebilir veya görülebilir mi?

            Biz kalbi merkeze alan bir medeniyete mensubuz. Gönül bizde var; dolayısıyla biz kalbiz. Yedi iklim üç kıtada izlerimizde bu görülebilir. Ne yazık ki biz icbar edilerek ve kanayarak çekildik coğrafyadan, yeryüzü bunun bedelini ödüyor. Kalbimi kanatan, evimizin içini-coğrafyamızı bize rağmen tanzim eden malum şeylerdir… Öte yandan insan da bir kâinat ve içinin coğrafyası yeryüzünden daha karmaşık, daha derin ve yüce… Mekânın insana, insanın mekâna tesirini göz önüne alırsak, her iki mekânın/coğrafyanın bu yozlaşmış haliyle gönül sahiplerini incitmemesi mümkün değil. Bu tablonun şairin dilinde/beninde tasvir edilmesi “kalbin kanamasından” başka türlü nasıl söylenebilir. Bizde hem-dert, hem-hal olmak tabiri vardır. Biz halleşiriz, helalleşiriz. Şair bigane kalamaz şahit olduklarına. Şair müdahil olandır. Eliyle, diliyle ve kalbiyle… İmanımız, irfanımız, genetik kodlarımız başka türlü olmamızı da mümkün kılmaz. Şiirimiz de bu bahsin dışında değildir. Şiir, (dili farklı da olsa) cihanşümul karakter gösterir. Merkezinde insan vardır çünkü. Şiirde insan içiyle vardır ve dolayısıyla şiirin coğrafyası geniştir. İnsana merhamet nazarıyla bakanlar insanın bütün acılarını yüklenirler. Şair bu yükü taşıyan kimsedir ve bu sebeple biganeler, zalimler, nadanlar nezdinde ağır bir yüktür…

8.      ŞiirVakit : Bu çerçeveden bakınca şiirinizin zaman zaman çevreden kaçarak içine kapandığını söyleyen dizelerinizi nasıl anlamak gerekli? Bu kapanma bir kaçış mı  yoksa yepyeni bir yolculuğa başlangıç mı? Başlangıçsa neyin başlangıcı?

Her ikisi de diyebilirim. Nihayetinde şiir, konusu ne olursa olsun bir iç sestir; dolayısı ile şairinden haber verir. Belki mizacım böyle… Med-cezir hali. İçime kapanık olmamakla beraber, eğer dış ortamın bana kapalı olduğunu, sağır ya da serin olduğunu hissettiğim an çekilirim içime. Şartları zorlamam. Nasıl tezahür ederse etsin tahakkümü sevmiyorum, hürriyetimin kısıtlanmasına tahammülüm yok. Bana ancak inançlarım tahakküm edebilir ki bu zaten içimizin teslim olduğu bir durumdur. Bir iç yolculuğa her zaman ihtiyacımız var; bu yolda ise masivayı terk gerekir. Oysa bu her zaman mümkün olamıyor. Şöyle diyebilirim, ne yazdı isem içimde yaşanmış, olup-bitmiş ya da sürmektedir. Kurgu yoktur şiirimde. Hayatımda olmadığı gibi… Bu tabi hâl, suretin ve suniliğin piyasasında sizi tenha kılıyor. İçinizin iklimi ile dışınızdaki mevsim örtüşmüyor. O zaman şiir bir imkân olarak sizi kuşatıyor ve saklıyorsunuz kendinizi mısralara… Bu bir başlangıç değil, sürdürülen bir şey…

9.     ŞiirVakit: “çoğalıyorum… o halde; parçalanıyorum. böl, her parçamda bul beni…”  Derken neleri bölüyoruz bu neye gönderi içermez? Neleri de gizlemez. Değişen zaman mıdır yoksa  biz miyiz?

            Hayat eşyayı eskitirken, insanı eksiltiyor. İddialarınızdan vazgeçmeseniz de iddialı olma halini sürdüremiyorsunuz. Hayatın anlamı sizin için “var oluşunuzla” alakalıdır. Varlığınızı bu anlam üzerinden inşa edersiniz ve fakat dışınız yani sosyal ortam, sosyal gerçekler başka bir ifadeyle realite alanınızı daraltır hep. Birçok şeyden vazgeçmeye zorlar, sizi size rağmen yeniden inşa eder. Bu inşa sizin özünüzle çatışır olduğunda, kendiniz olarak kalsanız bile aşınırsınız. Hayat sizden tavizler koparır, direnirsiniz hatta yenilirsiniz ve bu mücadele sürüp gider. Zamanın değişmesi bizim dışımızda tecelli eder, zamanla kendimize baktığımızda değişenin biz olduğunu fark ederiz. Eşyaya bakışımız değişir, önceliklerimiz ve pek çok şey ve bu arada değişmemesi gereken, olmazsa olmazlarımızın da değiştiğini fark ederiz. Buna rağmen hiçbir şey zayi olmaz, hafızada mevcudiyetini korur. İçimizde çatışır. Bu tezat bizim parçamızdır. Belki bunun için bizi tanıyanlara bir tarafımız karanlıktır; gördüğü ya da şahit olduğu yanımızla/parçamızla tanır, tanıdığını sanır. Bu sensin der! Sizi, o parça aşinalıktan bütüne ulaşabilirse tanıyacaktır ancak bu da çok az kişiye nasip olur ve biz ona dost diyoruz. Öte yandan mekân da mukim de değişiyor. Bu değişim uyumlu/mütenasip olabildiği gibi, patolojik de olabiliyor. Eşya ile ünsiyeti kaybettik, tüketici kültürü her şey ile bağımızı zayıflattı. İçimiz dışımızla çatışma halinde; böyle bir toplum haline geldik. Şairde muhalif bir damar vardır. Bu damar onun şiirini beslediği gibi, sistem haline gelmiş yanlışlarla çatışma yaşamasına sebep olur. Paye peşinde olmamak gibi bir gaye vardır şairde. Bu bahiste çok şey söyleyebilirsek de, bir soruyla düğümleyelim: bana hayatı rahat geçmiş bir şair gösterebilir misiniz? Rahat, şairin ölümüdür.

10.   ŞiirVakti: Şiir bu toplumun harcıdır görüşüne katılır mısınız? Hüzün ve Sağanakta biz bunları hissettik ne dersiniz?

            Hissettiklerimin ambarıdır “hüzün ve sağanak”, okuyan ne hisseder, bilemiyorum. “Şiir toplumun harcıdır” sözü yanlış değil. Toplumu bir arada tutan, topluluğu millet yapan asli unsurlar şiirin alanı içindedir. Şiir, hangi tarzda olursa olsun, milleti doğrudan etkileyen yanıyla bu tanıma girer. Şairlik herkesin harcı değil ama şiir toplumun harcıdır. Biz türkü söyleyen- dinleyen bir milletiz ki “Türk’ü söyler türküler” sözü boşuna söylenmemiştir. Şiir bu toplumun her şeyinde vardır. Mevlid şiirdir. Türkümüz, marşımız, ilahilerimiz, manilerimiz şiirin şubeleri. Her şair kendi şiirini inşa ederken bu iklimden beslenir. Yani şiir şairden doğsa da toplum tarafından terennüm edilir, paylaşılır. Şiirin toplum nezdinde itibarı o derece yüksektir ki söz sanatlarında en büyük payeyi şaire vermiştir; bu böyledir.

11.   ŞiirVakit : Son olarak yeni çalışmalarınızdan ve şiirin geleceğinden söz eder misiniz. 

            Henüz planlanmış bir çalışmam yok. Plan yapmam. Biraz fevriyim. Kaleme almak istediğim çok şey var aslında. Ama nasıl ve ne zaman kaleme gelir bilemiyorum. Çocukları ve kitapları seviyorum. Gülü sever gibi; dikeniyle. Demem o ki kendi çocuklarını bir insan nasıl sever, biliyorum. İnsan kendi kitabını eline alınca neler hisseder, yazdıklarının kitaplaştığını görünce nasıl bir duyguya kapılır, bilmiyordum. Biraz bunun tadını çıkarmak istiyorum…

            Şüphesiz, yazmaya devam edeceğim. Yazmak, yaşamakla eş anlamlı, kendimi böyle ifade ettiğimi düşünüyorum. Yazmak için yaşamadığım gibi, yaşamak için de yazmıyorum. İçimden nasıl gelirse… Ertelemek bana şunu öğretti: ertelenmiş vâdeler kendi yüküyle geliyor, dönüp geriye bakamıyorsunuz. Büyüklerin dediği gibi: dün geçti, yarın henüz gelmedi; ne yapacaksan şimdi yap…

            Şiire dair çok şey söylendi, söylenecek de. Şiir kadim söz sanatı olduğu gibi şiir istikbaldir de. Tarzı, konusu ne olursa olsun ama şiir olsun. Elbette her yazılan şiir değildir. Okuduğum şiir önce şiir olmalı. Eşyanın insana hükmettiği, teknolojiyi üreten ve pazarlayanların insanları tüketime teşvik ederek köleleştirdiği, insanın kendi hakikatine dönüp bakamadığı bir zamanda yaşıyoruz. Şiir toplumda bir uyaran etkisi gösterebilir mi, bilmiyorum, ama göstermeli. Şirin geleceği, insanın geleceği ile doğru orantılı. Şairler arz etmeye devam edecektir muhakkak ama şiirin sesinin etkili olması için insanların sükûnete ihtiyacı var. Duyabilmeleri lazım. Şairin yalnızlığı da “birey” yalnızlığı değil, Ebu Zer tenhalığı gibi olmalı. Yani meselesi olmalı şairin. Şair rahat adam değildir. Rahatsızlığı da patolojik değildir. Şairin sözü insanlığadır, o sözünü söyler, alan alır. Şiirin konusu ve konumu da insanlığın gidişatından bağımsız olmayacaktır. İnsanlığın ise bir dirilişe ve kendine gelmeye ihtiyacı var. Şiir bu hususta uyarıcıdır. Şair şiire, toplum şaire sahip çıkmalı. Son yüzyılda şiirimizde şekil ve muhteva bakımından büyük değişikliler oldu çünkü dünya büyük değişiklik ve acılar yaşadı. Bu değişim toplumda ve tabi şiirde kendini gösterdi. Bu manada şiirin geleceği biraz da bu iklim değişikliklerine bağlı diyebiliriz. Şiire olan ihtiyaç/hasret artarak devam edecektir kanaatindeyim…

ŞİİR VAKTİ DERGİSİ YAZ 2012iirvakti

imza3

İmza günleri resimleri


 

  

imza9

imza11

imza8imza12

imza6

imza7

imza5

imza10

imza4

imza2

imza13

 imza14

imza15

 

 

imzagnhgrt

imza1

.

24 Mart 2012

Ünye Serüven Sahaf Kitap Kültür Merkezi


fuar23
İl Halk Sağlığı Müdürü Dr. Çetin GÜNDOĞDU ile

fuar19

 

Ünye’den dostlar ile

fuar3

fuar5

(Büyükağız) İsmail Dede İlköğretim Okulu

A

fuar9

fuar20

AKKUŞ İMKB YİBO

fuar21

fuar22

fuar11

Sağlık Müdürlüğünden dostlar

fuar12

fuar24

Ünye’den dostumuz (öğretmen) Ayhan KURU ve ailesi…

fuar4

Kitaplarını henüz bastırmamış bir yazar dostumuz koltuğu kapmış ve imza provasında

fuar13

fuar14

fuar15

İl Kültür Müdür yrd. Sevim Gürdal ve Kültür şube müd. Nevin Acartürk ile…

fuar16

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Öğretmen akrabam Özcan YAR ile

fuar25

ORT Röportaj

fuar26

fuar27

fuar_1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çocuklarımla…

fuar17

Stand komşumuz yazar Nilgün ILGAZ

fuar28

fuar29

Gidelim artık…


1. gün 30.03.2012

Ordu_Kitap_F._6

Ordu_Kitap_Fuar_1_MZA

Ordu_Kitap_F_7

Ordu_Kitap_Fuar_8

Ordu_Kitap_Fuar_12

Ordu_Kitap_F._3

Ordu_Kitap_F_4

Ordu_K.itap_Fuar2

ordu_k_fuar_5

Kitap_Fuar_9

Kitap_Fuar_13

Ordu_1._K._Fuar_3003.2012

 

Ordu_1._Kitap_F_30.03.2012

Ordu_K._Fuar_30.03.2012

SA_YAR_imza_gn

yazar_-okul_buluma_isayar

www.isayar.com

 

ben

İsa Yar ile SÖYLEŞİ 1 – 2 (GAZETEYERYÜZÜ)


.
SÖYLEŞİ 1

Gazeteyeryüzü: Sizi tanıyanlar ne kadar tanıyorlar bilmiyoruz ama bize biraz kendinizden bahseder misiniz; internet sitenizde yer alan kısa biyografinin dışında İsa Yar kimdir ve edebiyata ilgisi nereden kaynaklanmaktadır? 

İsa Yar : Bu sorunun cevabı biraz da hangi İsa yar’ı sorduğunuza bağlı! Herkesin gördüğünü sandığı, bir mesleğin içinde ömür tüketen kimseyi değil; sanırım şiirinde ve yazdıklarında saklı olanı kastediyorsunuz. Oradan başlayalım. Yakın çevremizde bulunup da bizi sadece mesleğimizden tanıyanlar olduğu gibi, hiç görmeden kalemimizden bilenler da var. Öte yandan dünyamıza nüfuz ederek yakinen tanıyanların oranı nedir, bilmiyorum. Tanınmak gibi bir derdimiz de yok zaten. Hemen ifade etmeliyim ki edebiyata ilgi duyan birisi değilim! Edebiyattan kastınız okumak, düşünmek ve yazmaksa, bu zaten benim hayatım. İlginin ötesinde bir şey yani… Bedel isteyen bir tercih; bir mecburiyet, yeryüzünde niçin yaşadığımla bağlantılı “var oluş” tarzım… Yani edebiyat yapmıyorum, yaptığım şey/yazmak edebiyat oluyor desek daha doğru olur. Belki bir yol hikâyesidir, şuurumuzun uyanmasıyla başlayan bir yolculuk halidir. Bir şeye ilgi duymak, o “şeyin” dışında olmak demektir. İçinde olmak farklı; futbolcu ile seyirci arasındaki fark gibi…

Gazeteyeryüzü: Sizinle bu söyleşiyi yapmamızın sebebi elbette kaleminiz. Bir şairle, yazarla konuşmanın zevkli fakat zor olduğunu düşünerek devam etmek istiyorum. Edebî hayatınız nasıl başladı ve durduğunuz yer aslında olmak istediğiniz yer midir?  

İsa Yar : Tek bir sebep ileri sürmek yanlış olur. Bu daha çok insanın yaratılışı ile alakalı, iç dünyasıyla yani. Okumakla başladığını söyleyebilirim. Zamanla nitelikli ve seçici okumayı lazım kılan sürekli okumak. Sonra her şeyin okunabileceğini öğreniyorsunuz; gördüğünüz, duyduğunuz, şahit olduğunuz her şey… Çoğalan kelimeleriniz, genişleyen anlam haritanız, düşüncenin sizi kuşatması ve idrak, eşyaya bakışınızı farklılaştırıyor, farkındalığınız artıyor tabi ıstırabınız da! Herkes gibi ve rahat olamıyorsunuz. Yani bu işte bir yalnızlık var. Kalem sesiniz oluyor; cümlenizi kuruyor, yazıyorsunuz. Daha derin ve anlamın çoğaldığı anlarda şiir ile buluşuyorsunuz ya da şiir sizi buluyor. Dilinizi anlamayan kalabalıklardan, makineleşmiş bir çağdan içinize ve sesinize sığınıyorsunuz. Aidiyet hissettiğiniz aşina mekânların nasıl da yabancılaştığını fark ederek saklı ülkenize kaçıyorsunuz. Yazmak böyle bir şey ve bunun için…

Bilmiyorum, vardığım yer neresidir ki varmak istediğim yere nispetini bileyim. Bildiğim o ki yaşadığım çağdan memnun olduğum pek söylenemez. İnsana dayatılan bir hayatı sevmiyorum. Kalıplaşmış düşünceleri ve sentetik tezahürleri sevmediğim gibi. Benimkisi yolda olmak… Yolcu nasıl ki yol ile meşgul olmaz, ben de istikametime bakarım. Şahit olduklarım hüzün verse de…

Gazeteyeryüzü: Okurlarınızın beklentisine rağmen şiir ve yazılarınızı henüz kitaplaştırmadığınızı görüyoruz. Bu ertelemenin sebebi nedir ve ayrıca hangi dergilerde yazıyorsunuz. Ufukta kitap görünüyor mu?  

İsa Yar : Önemli olan ufkumuzdan ne gördüğümüzdür, ufukta görünenle ilgilenmiyorum. Kimseden ve bu çağdan bir beklentim yok! Şarkımızı söyleyip gideceğiz; ardımızda bir yaşanmışlık bırakarak. Kitaplarımı kendi imkânımla bastırmayı tercih etmedim; ayrıca edebiyat dünyasında isim yapmış dostlarımızın tavsiyesi de bu yöndedir. Ancak yayınevleri meseleye ticari baktıkları için şiir ve deneme kitaplarına mesafeli duruyorlar. Eseri değil, pazarlanmış ismi öncelikle tercih ediyorlar. Yani, işin bir de “siyasası ve piyasası” var! Kapital eksenli bakışı sevmiyorum. “Zaman keskin kılıçtır” diye bir söz var, demek ki zamanı gelmemiş. Şiir ve yazılarımı daha çok edebiyat dergilerinde yayımlıyorum. Berceste, Türk edebiyatı, bizim külliye, yedi iklim, sükût, yakamoz, yağmur, kültür, Lamure bunlardan bazıları. Sordunuz, söyleyeyim: ufkumda kitaptan başka bir şey görmedim ki! “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım.” diyor Cemil Meriç, öyle… 

Gazeteyeryüzü: Şiir ve yazılarınızda “insan, şehir, yalnızlık, susmak, dert, derviş, şiir, şair, hüzün…” dikkatimizi çeken temalar. Elhasıl neyi anlatır kaleminiz. Bu arada doğu-batı arasına sıkışan insanlığın durumundan bahsedebilir miyiz? 

İsa Yar : Bahsettiğiniz temalar insanı ve hayatı tanımlayan kelimelerdir. Kelimelerle konuştuğumuz gibi, kelimelerle düşünürüz de. Ne kadar kelimemiz varsa ufkumuz o kadardır. Dil bu bakımdan çok önemli. Yahya Kemal’in ifadesiyle “Ağzımızda anamızın ak sütü gibi” olan Türkçeye ne ölçüde vakıfız. Gerek kendimizi ifade etmek, gerekse ifade edileni derinliğiyle, çağrışımlarıyla anlamak için dilimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Yazmak ise dilin imkânlarını kullanmakla alakalı zaten. “Kaleminiz neyi anlatır” diyorsunuz; cevabı yazdıklarımdadır.

Doğu-Batı arasında sıkışmak! Bir kıyasa girmeden sorunuza kısaca cevap vermeye çalışayım. İnsan olarak sosyal hayatımız var; aile, iş, arkadaş, mahalle, şehir dairesini ülke ve yeryüzü kadar genişletebiliriz. Dolayısı ile aidiyetlerimiz var bizi tarif eden/tanımlayan. Hiçbirimiz midye kabuğundan ya da ağaç kovuğundan çıkmadık; mensubu olduğumuz insanlık ailesi içinde bir millete mensubuz. Kısaca bizi tanımlayan, bir medeniyet ve kültürün mensubu kılan, buna bağlı dinî, millî ve mahallî özellikleri olan değerler silsilesinden beslenen kimliğimiz var. Öte yandan yeryüzünde diğer kültürlerle irtibatımız da var. Demem o ki kendisini tanımayana, kim olduğunu bilmeyene Cengiz Aytmatov’un ifadesiyle mankurt derler. Kendisi olamayan başkası da olamaz. Tarihimizi, geleneğimizi, manevî değerlerimizi, millî hassasiyetlerimizi ve şahsiyetimizi bilmeden kendimiz olamıyoruz. Öteki ile (ötekileştirmiyorum) irtibatımız özne mesabesinden çıkarak nesne konumuna dönüşüyor ve kaybediyoruz. Neyi kaybettiğimizi bilsek, herhalde bütün maddi yatırımları durdurur insanımızın şuur ve ruh dünyasını yeniden inşa etmenin derdine düşerdik. Kısaca, bu coğrafyanın efendisi (Türk) derin uykusundan uyanmazsa yeryüzü huzura hasret demektir… 

Gazeteyeryüzü: Bu nasıl olacak? 

İsa Yar :: Şehirden önce insanı inşa ederek. Yollardan evvel kalbi ve kafaları onararak; şaire ve kalem erbabına mühendisten daha fazla kıymet vererek. Ağaçları kesip yerine parke döşeyerek değil, insanlar başını çevirdiğinde gökyüzünü/denizi görmesine engel olmayarak… Yani “üçü bir arada” yerine tekrar Türk kahvesi içebildiğimizde; üç kişi bir araya geldiğinde spor, siyaset ve ticaretin dışında konuşabilecek ciddi mevzularımız olduğunda…

Gazeteyeryüzü: Tam burada sormak istiyorum: eğer bir buhran varsa, bize yol gösterecek yol işaretleri neler olmalıdır? 

İsa Yar : Buhran düşünen kafada olur; günümüzde buhrandan ziyade bunalım var. Mesela modern tıp nasıl yeni patolojiler üretiyor ve tanımlıyorsa, öğretilmiş çaresizlikleri günün insanının. Hizaya gelmeyen, sürüye katılmayan, formata girmeyen “normal dışı” addedilerek bir tecride maruz kalıyor ki bu yalnızlık demektir. Kimse yalnızlığı göze alamıyor. Oysa kalabalıklar içinde başka bir yalnızlığa duçar oluyor, insandan ve kendi gerçeğinden kaçarak tüketici konumuyla pazarekonomisine katkıda bulunuyor. Harcamak için kazanıyor, kazandıkça harcıyor. Asıl harcanan ise bu pazarda insanın kendisi…

Sorunuza gelince, yolda olan yolun farkında olandır. Yolda olmak dahi yola işarettir. Ama kastettiğiniz manada söyleyecek olursak, adımızdan başlayarak kim olduğumuzu bileceğiz evvela. Tarihimizi, coğrafyamızı (ecdat yedi iklim üç kıtayı biliyordu), dilimizi, bütün icaplarıyla imanımızı, medeniyet ve kültür kodlarımızı, büyüğümüzü küçüğümüzü, yâr ve ağyarı bileceğiz. İşaretler her yerde. Ecdadın mirasında. Kütüphanelerimizin raflarında. Mahalli basın dâhil gazetelerde köşe yazarları var; maşallah bilmedikleri yok! Ama sorsak mesela şu isimleri eserlerinden dolayı bilirler mi ya da kaç tanesi ne ölçüde bilir: “Cemil Meriç, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Kemal Tahir, Peyami Safa, Attila İlhan, Erol Güngör, Mümtaz Turhan, Ahmet Arvasî, Rasim Özdenören, Gazalî, Samiha Ayverdi, Tarık Buğra, Mehmet Kaplan, Ahmet Kabaklı… Dostoyevski, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Bahtiyar Vahapzâde… 

Gazeteyeryüzü: Bilirler herhalde, bilmeseler köşe yazarı olurlar mıydı?

İsa Yar : Herhalde! 

Gazeteyeryüzü:  Aslında sormak istediğimiz, konuşabileceğimiz çok şey var. Şiir ve şair mesela. Edebiyata dair pek çok şey…  

İsa Yar : Edebiyat karın doyurmaz, çay içirir demişler. Daha sonra da söyleşiriz. Çay içebileceğimiz iyi bir yer biliyorum… 

Gazeteyeryüzü: Söyleşi için teşekkür ederiz. 

İsa Yar : Estağfurullah! Biraz mülâkî olduk.

gazeteyeryüzü.com

SÖYLEŞİ 2  

Gazete yeryüzü: gazete yeryüzü okuyucuları sizi önceki söyleşimizden ve yazılarınızdan tanımaktadır. Sizin bilinmeyen bir yönünüz de tez konusu olan şair ve yazarlarımızdan olmanızdır. Daha fazla kelam etmeden hemen soralım: sizin hikâyeniz nasıl başlar? 

İsa Yar: Evet, “nerde kalmıştık” diyorsunuz yani. Hemen ifade etmeliyim ki ‘tez’ konusu olmak, çok da mühim değil. Taşrada yaşayan ve sesini bu daraltılmışlıktan duyuran bir kalem için anlamlı belki, hepsi bu. Yazdıklarımın, sesimin ne kadar dikkate alındığı ile çok da alakadar değilim. Elbette ifade-i meramımızın ma’kes bulduğunu görmek, yansımalarını duymak hoş. Nihayetinde şiir bir iç sestir; mesela yanınızdaki duymaz da pekâlâ uzak iklimlerde yankılanabilir sesiniz. Bu, sesinizin desibelinden daha çok, işiten kulakla alakalıdır. Günümüzde tanımlanmamış bir sağırlık ve bakar körlük vardır nitekim! Bir de idrak meselesidir…

 

Hikâyeme gelince. Belki hepimizin hikâyesi aynı… Aslında her birimiz bir hayatın içine doğarız ve hikâyemiz başlar. İçine doğduğumuz hayat bizim hikâyemizi de belirler;  yola çıkış noktamız olur. Yani biz bir hayata doğarız. Bu hayat, aynı zamanda bir kültür, medeniyet, mekân, coğrafya ve aidiyetler bütünüdür. Bizi, hikâyemizi şekillendiren, tanımlayan da önce bunlardır. Böylece, bizden önce başlayan bir hayatın ‘dâhil olduğumuz’ safhasını yani kaderimizi yaşarız. İçine doğduğumuz hayat bizden önce şekillenmiştir çünkü. Her doğan, yaşanmışın, bir hatıranın içine doğar ve o hatırayı taşır, adını alır, temsil eder, sonra kendisi bir hatıra olur. Kısaca hikâyemi merak edenler yazdıklarıma baksın, şiirim ve yazılarım bir yaşanmışlıktan başka bir şey değildir… 

Gazete yeryüzü: Şiir ve denemeleriniz kültür-edebiyat dergilerinde yayınlanmakla beraber, henüz kitaplaşmadı. Hakkınızda hazırlanan tez adeta ciltli bir kitap hacminde; şiir ve yazılarınızın neredeyse tamamına yakını orada yer alıyor. Yazdıklarınızdan yola çıkarak soruyorum: fikrî zenginliğinizi besleyen damar nereden gelmektedir? Eylül, hangi baharın içinden geçti? 

İsa Yar: Akademik tez konusunda şunu söyleyebilirim. Bir ismin, eserin, konunun tez mevzuu olması, onun ciddiye ve dikkate alındığını gösterir. Tez konusu olan kadar tezi hazırlayanın müktesebatı da önemli; yani bu konuda lisans, yüksek lisans ve doktora tezleri edebî tahlil derinliği açısından farklılıklar gösterir. Her ne ise… 2011 yılında Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendisi de değerli bir şair ve yazar olan akademisyen Bekir Oğuzbaşaran hocanın danışmanlığında talebesi Durmuş Bal tarafından “İsa Yar-hayatı ve eserleri” konulu tez hazırlanmıştır. Galiba şöyle düşündüler: Bu adam eserlerini kitaplaştırmakta tez davranmıyor, biz hakkında tez hazırlamakta acele edelim (gülüşüyoruz)… 

Müktesebatımı öncelikle okumaya, okuduklarımı düşünmeye ve düşündüklerimi yazmaya borçluyum. Öylesine bir okuma değil, seçici ve nitelikli okuma. Cemil Meriç: “insanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” derken kastettiği anlamla örtüşen bir okuma ve fakat orada kalmamak, her şeye ama her şeye anlama çabası ile bakmak… Türk Edebiyatının temel taşlarını, esaslı eserlerini okudum. Öte yandan Batı’nın fikir ve edebiyat alanında önemli isimlerini de buna dâhil edebiliriz. Necip Fazıl ve Cemil Meriç üslûbuma tesir edenlerden. Yazmak ise yaşamakla eş anlamlı; varlığının farkında olmak. 

“baharın içinden geçen eylül” yazıma atıfta bulunuyorsunuz. 12 Eylül darbesinde 19 yaşındaydım. Tam sözümü söyleyecekken, fikirlerim tomurcuklanırken, ömrümüzün baharında farkındalığımızı kelepçeleyen bir travmadan etkilenmediğimizi söylemek ne kadar doğru olur? Hangimiz bir suskunluğa gömülmedi? Odamın bir duvarına yaslanan kitaplığımın babamı endişelendirmesini nasıl açıklayabilirsiniz. Her biri “fikrimin ince gülü” o kitaplar millî, dinî, fikrî ve edebî eserlerdi. Ailemin endişelerini gidermek için çuvala doldurup tavan arasına sakladığım, dayanamayıp tekrar rafa yerleştirdiğim kitaplarımdan bir kısmı elimde yok bu gün. Kitaptan korkanların formatladığı nesilleri görünce anlıyoruz çözülmeyi ve ardından gelen dağılmayı. Büyük bir iddianın bayraktarı olan bu büyük milletin evlatlarının Batı formatlı tüketici pazarında tükenişlerini…

 

Gazete yeryüzü: Kelimeleriniz, Sarıkamış tabyasından ateşlenen mitralyözün kurşunları gibi… Bize hep “toparlanın kalıyoruz” düşüncelerimizi alıp gitmeden mi diyorsunuz? 

İsa Yar: Bunu ancak yazdıklarımın takipçileri söyleyebilir! Belki bastırılmış bir öfke saklı cümlelerimde. Ne hoparlörde patlayan bir ses olduk, ne de kürsülerde mikrofon manyağı! Tenhamızdan, içimizden seslendik, duyan duydu; kimse duymasa da biz sözümüzü söylemiş olduk. Olup biten karşısında öfkelenmeyen kimsenin aklından şüphe etmek lazım; ben öfkeli bir adamım. Ayağımızın altından yeryüzü kaymış, can evimiz talan edilmiş, kelimelerimize varıncaya kadar kaybetmişiz. Elektronik oyuncaklarla oyalanan, okudukça cehaleti artan, mukaddesleriyle irtibatını koparan, dilini ve gönlünü kaybeden nesillerimiz varken şarkı mı söylemeliydik? Şehri betona gömen, köylere varıncaya kadar festival adı altında zevksizlik sergileyen anlayışı hoş mu görmeliydik. Edebi ve edebiyatı seviyorum. Nihat Genç kadar öfkeli olmadığımız söylenemez. “toparlanın, kalıyoruz” diyen İsmet Özel’in, “Türk, müslüman’ın cihat edenidir” tanımını önemli buluyorum. Yani ecdadımız ‘çılgın’ falan değildi; bin yıldır bu coğrafyadaysak ve olmaya devam edeceksek tarihimizi iyi bilmeliyiz. İster titreyip kendine gelmek deyin, ister toparlanın kalıyoruz, cihanşümul düşünmeyi hatırlayacak ve fakat pergelin sabit ayağının anadolu’da olduğunu bileceğiz. Bunu nasıl başaracağız? Ruhsuz kavmiyetçilikle, modernizmin idrakimize giydirdiği deli gömlekleri olan İslamcılık-sağcılık-solculuk-ulusalcılık gibi kavramlarla değil; medeniyet hamlemizle, kültürümüzle, ilmin ve ahlakın bütün şubelerinde zirveleşerek… Bir şair/yazar veya kitap sizde karşılığı yoksa size bir şey veremez. (bir süre susuyor)

 

Gazete yeryüzü: “Mankurtlaşmak” nedir? 

İsa Yar: Hafızasını kaybetmektir. Kırgız Türk’ü Cengiz Aytmatov’un ‘gün olur asra bedel’ romanında geçer hikâyesi. “Mankurt” hafızasını kaybetmekle kalmaz, düşmanı dost ve dostu da düşman bilir. Kendisini mankurtlaştıran düşmanı efendisi bilir ve her emrini sorgulamadan yerine getiren robot gibidir. Afrika’da bu karaktere ‘zombi’ denir… Günümüzde mankurtlaştırma bedene tatbik edilen işkenceyle yapılmıyor, modernizmin ve popüler temaların kafalara ve kalplere zerkiyle yapılıyor. Değer atfeden kavramların içi boşaltılarak, değersizleştirilerek yapılıyor. Gözyaşı medeniyetinin çocukları, dedelerinin Çanakkale’de geçit vermediği uygarların dili ve enstrümanlarıyla devam ediyorlar yollarına! Bu yol nereye çıkar? Hiçbir yere… 

Gazete yeryüzü: Belki özel bir soru olacak ama pişman olduğunuz veya keşke dediğiniz şeyler var mı hayatınızda. Yani hayatı geri sarsanız ve yeniden başlasanız değişen ne olurdu? 

İsa Yar: İstikametim değişmezdi. Bilinen manasında dünyevi olamadım, hesap adamı değilim. Doğallığın dışına çıkmayı sevmiyorum. Ne kendi hayatımı ne de bir başkasının yarınını planlamayı beceremem. Müdahale etmeyi sevmiyorum; müdahale edilmesini de… Ama hayat karmaşık, her şeyi harmanlanmış olarak sunuyor; ayıklamak lazım ama yorucu. Bu bir mizaç; gerçekçi değilim. Şiir iklimi ve yazı hayatı sizi farklı bir dünyada yaşatıyor. Ama bir ayağınızla zemine bağlısınız. Uçmak derdindeyseniz, zeminde mekânınız olmuyor. Hâlâ kiralık evde oturmamı biraz da buna bağlıyorum. Karadeniz’in sahilinde yer alan köyümde henüz tamamlanmamış evimi keşke kat atmasaydım, ayrı yapsaydım diyorum. Bir mesleği bu kadar uzun sürdürmeseydim. Ertelemeseydim çok şeyi… Ama bunlar çok da önemli değil. Ya kitaplarım olmasaydı! “yaşamayı bileydim/yazar mıydım hiç şiir” diyor ya şair. Benimki o misal…

 

gazeteyeryüzü.com  

Has okur’a mektuplar…


has okura / 20 Temmuz 2011

Öylesine,
içimden geldi, içimden geldiği gibi yazıyorum.
odamdayım, tekrarlanan gündelik faaliyetler arasında kendimdeyim.
fonda sanat müziğimizin taksim-fasıl ve güzide seçme eserlerinin icrası; “vücud ikliminin sultanısın sen/efendim derdimin dermanısın sen/bu cism-i nâtüvanın cânısın sen”..
hava güzel (neye göre güzel, güzellik havada başka, yüzde başka, ruh’da başka mıdır)
pencereden bakınca beton yapıları ıskalayarak karşı tepelere nazar ediyorum; dağlar yeşil, bulutlar gri-beyaz, gök kurşunî-açık mavi…
okaliptus ağacından bir serçe havalanıyor. bu ağacın okaliptus olduğunu ve bataklık kuruttuğunu kaç kişi biliyor; hem kim dikmiş bu ağaçları; at kestanelerini kesen, çınarları ihmal eden belediyenin gözünden kaçmış olmalı!
denizi göremiyorum buradan; zaten içimin denizini tanıyalı başka deniz de görmek istemiyorum.
şiirden bir müddettir uzak düştüm, yeni yazılar da kaleme almıyorum. içimde biriksin istiyorum.
biliyorum ki birikince içimde ve taşıyamaz olunca yazıyorum; sancılı bir sürecin çizgi gibi uzayan sızısında. içim acımadan kaleme/dilime gelmiyor kelimeler. ah kelimelerim…
neşveyi pek tutmam içimde; içimde neşve tutunacak yer bulamaz, iğretidir misafirliği, yüz vermem, sırnaşıklık edemez, kalamaz yanımda fazla ve geldiği gibi gider. Oysa hüzün baş köşeye yerleşir, rahattır, memnundur mihmandarından, söyleşiriz hüzünle; anlar şiirden ve sükûttan.

festival’in sanatçı/eğlence boyutu iptal edildi. ne garip; zaten olmaması gereken bir şeyin iptaline seviniyoruz. olması gereken/yüksek fikir ve derin gönül olması gerektiği yerde olmayınca, şeytanı meydandan uzak tutsan ne olur ki. o zaten insancıklarla kolkola kaldırımda, sahilde, her yerde…
hayatı çok daha derin ve iç dünyada yaşamak mümkünken, yaşar gibi yapmak ne kadar saçma. bize ne kadar saçma bir hayat yaşatıyorlar.
geçen gün, çocuklar: “baba, bizi denize götürür müsün” dediler. “hazırlanın öyleyse” dedim; limanın ötesinde tenhamıza gittik. sevindiler tabi, sevinçlerine tebessümle eşlik ettim ve su da güzeldi, yüzdük… ve bir taşa oturup denizi seyrettim. düşünceye benziyordu deniz! sığ-derin, berrak-bulanık, kıyısı-ufku, derin dip dalgası-kıyıda sığ çırpıntılar, sığda tezat-açıkta dinlenen vuslat…

çay içiyorum

(Bizim yaptığımız “bu gürültülü dünyadan kitapların asude inzivasına iltica etmek”.

Oradan yazarak varlığımızdan haber vermek.)


Has Okurdan: 17/5/2010
“bir mekanım da oldu burada odam, masam, kitaplarım, süs Fillerim-çok dikkatimi çekiyor Filler-, pinokyom…
Katre-i Matem’i bitiremedim az kaldı ama… okuyanların yorumlarını almak istiyorum nasıl buldular acaba? siz okudunuz mu?
Babilde ölüm istanbulda aşk’ı aldım ,bir de Divan Edebiyatı Ansiklopedi Sözlüğünü satın aldım. buradaki kütüphaneyi ziyaret ettim… güzel buldum…
bu sefer torul üzerinden geldik, özel araçla geldiğimiz için… bir de eski ordu yolundan geldik… eski yol çok güzel… yolları kısaltırken güzellikleri de bıraktık arkada…”
Has okura: 19/5/2010
Herşeyi ne güzel özetlemişsin…
Keşke ben de herşeyi ama herşeyi böyle özetleyebilsem, tanımlasam ve bu böyledir, budur diyebilseydim; lakin biliyoruz ki herşey bir bütünün parçaları ve parça bütünün habercisi; bir şeyi tüketmek ya da mesela taşımak veya çözmek için parçalara ayırmak, sıralamak, öncelemek ve ertelemek metoddur. Bu bizim elimizde olan ya da elimizden gelen bir şeydir ve fakat irademiz/isteğimiz dışında gelişen parçalanmışlıkları toplamak, derc eylemek, tasnif etmek mümkün olsa da yorucu, yıpratıcı ve o kadar da zevksiz; oysa biliyoruz ki buna hayat deniyor…
 
Böyle bir dibaceyle kelama (mektuba mı demeliydim) başlamamın esbab-ı mucibesi (lügata başvur; almışsın ya) parmaklarımı klavye üzerinde zihnimin akışına bırakmaktan neşet etmektedir. Sâdır olan satırlar iç denizimden bir kaç damla mesabesindedir, yani…
 
Odanın olması çok güzel; kütüphane, kitaplar zaten senin arka bahçen…
Torul üzerinden çok yıllar önce bir yolculuk da ben yapmıştım. O zaman güzelliklerin içinden yol geçiyordu; şimdi yolun içinden makineler…
 
Gündem, gündemim değil desem şaşırır mısın? Kendi gündemini hiç bir zaman aşamamış bir adamım ve bu bi-çare hal yani nâçar durum şiir iklimini besliyor…  
Katre-i matem’i okumadım ama evde var, kitap hakkında yazı okudum. İskender Pala okunulacak bir kalemdir…
İçimde yazılar birikiyor, kalemden kağıda dökmeden, başkalaşıyor, gelişiyor ve böyle sürüp gidiyor..

Has Okurdan: 20/5/2010
“her bir cümleniz için söylenebilecek çok şey var… bakalım ne kadarını aktarabileceğim.. özellikle cevap yazmadım hemen düşünmek istedim… öyle cümleler var ki içersinde okyanus misali büyük bi o kadar derin…
kelimeleriniz bugünün türkçesinde yer almayan ama çok daha güzel kelimeler…

özetlemek…
özetleyememekten, tanımlayamamaktan ve bu böyledir’i bu budur’u diyememekten değildir buradaki keşkeniz… keşkenizi daha büyük daha derin daha zor’u kapsıyor diye düşünüyorum… bu keşke beni düşündürmüştü…

Birikmişliğiniz… bakalım sizi hangi merhaleye getirecek…
yükünüz ağır İsa abi… üstesinden gelebilecek kadar da yüreğiniz var…
yazarlık hususunda düşündüğüm bir şey var ki siz kalıpların insanı değilsiniz ve bir yerlere sürüklenmek ya da bu çarkın içinde yer almak size oldukça zor gelecek diye düşünüyorum. siz şahsınıza münhasır bir insansınız… böylesi bir şahsiyete sahip olan insanların mekanı kendinden başkası değil…
aklım yettiği kadar diyebilirim ki “siz istediğiniz sürece verimli olabilirsiniz…”en azından sizde yaptığınızdan keyif alabilir ya da memnun olabilirsiniz… benim açımdan en doğrusu bu…”
Has okura: 22/5/2010
odamdayım; işyerinde. çay demledim.
dışarısı, dışarıda. binalar, insanlar, yollar, akan trafik, her şey yerli yerinde ya da bir mutadın tekrarında…
değerlendirmeleriniz hoş, yani isabetli ki  ince dikkatlerinizin farkındayım. idrakiniz, kavrayışınız fevkalade.
kelimelerim… halis türkçe; arapça tesmiye ettiğiniz kelimeler osmanlıca yani türkçe ve zaten osmanlıca diye bir lisan yok. belki yazı dili…
keşke!
keşkenin telafisi yok; varsa da keşkeden sonra nihayetinde sadece telafidir.
keşkenin olumlu yanı geleceğe bakan yüzüdür ki gelecek zaten kendi doluluğuyla gelir, telafiye imkan tanımaz. belki ders…

zor beğenmeye başlamışsınız; bu iyi: aramıza hoşgeldin…

“böylesi bir şahsiyete sahip olan insanların mekanı kendinden başkası değil…” diyorsunuz. insanın kendinde olması, mekanında olmasıdır diyebiliriz buna. kendinde olmak iyidir ve fakat insan bazen kendinden çıkmak, uzaklaşmak istemiyor da değil; bu mümkün olsa da yine kendine dönüyor tabi. dönebilmesi için kendini bilmesi, tanıması lazım ki bu da kendiliğinden olmuyor: kitabî malumatdan çok tecrübî bilgiyle yani yaşanmışlıkla mümkün. yaşanmışlık dikenle tanışmaktır ve o zaman gül bilinir.

mezkur yazıda bahsettiğim gibi “oblomov” adlı kitabı okuyordum, bitirdim. roman, yaşanmış, yaşanabilir, mümkün bir hayatı, hikayeyi belli karakterlerin müşahhasında resmeden muhayyile mahsulü eserdir elbette ve fakat okuduğum her romanda (seçiciyimdir, kolay beğenmem) dikkatimi çeken bölümler, tasvirler, hayatla örtüşen realiteler bulduğum olmuştur, ancak pek az roman bende ciddi ilgi uyandırmıştır. bu manada “oblomov”u beğendim. Bazen oblomov benim dedim; değilim tabi. hikayesi (romanı okuduğun zaman anlatmam daha iyi) mekan ve zaman olarak farklı olsa da benzeyen yanım çok. yetişme tarzımızda bile (ki “oblomovluk” burada başlıyor) aynilik var. anlatmayacağım, şu kadarını ifade edeyim, iç dünyasında alabildiğine hür ve his dünyası dalgalı ben, çocukluğu dahil özellikle delikanlılığında beyzade gibi yetiştirildim, ve fakat konumu ne olursa olsun memurluk bu tarza uymadı çünkü başına buyruk, kendiliğinden, doğal bir akışa meyyal ruhum kalıplara sığmadı, sığmıyor. ve modern şehir hayatının, modernitenin bizi mahkum ettiği hayat tarzı bana göre değil. planlanmış, kurgulanmış bir hayat. bana göre olmayan bu hayatı kimseye, çocuklarım dahil dayatmadım. ama bu hayat bize dayatıldı çünkü herkes böyle yaşıyordu… neyse
“şu andan hiç bir  memnun olmadığını” yazıyorsun; memnun olsan şaşardım. farkındalığın olmasa böyle düşüncelerin olmazdı ki zaten o zaman yazdıkların da olmazdı ve şu anda okudukların da… 
bizi yani ruhumuzu müslümanca yaşamak tatmin eder. zaten hayatın gayesi de budur. yani insanca yaşamak. biz acılardan, sıkıntılardan kısaca varolmaktan şikayetçi değiliz; bütün bunlar bizi insan yapıyor, Allahu teala sevdiğine sıkıntılar verir, kıymetini bilmek lazım…

Has Okurdan: 20/5/2010
“ben de odamdayım…tatil günümü değerlendirmeye çalışıyorum; yazacaklarımı yazarak,notlar alarak,okuyarak…
oblomovluk bahsini özellikle yazmadım emin olamadım…kısa bir kitap okumuştum elvada oblomov’du sanırım; o mu değil mi diye düşünüyordum..
ama sizin okuduğunuz romanmış… siz de “romanı okuduğun zaman” deyince emin oldum…
kelime manasına yeniden baktım… tembellik… ilk aklıma geleni söylim ki bu kitabı seçerek okuyan sizi de az çok tanıdığım için…
ben boşvermişlik kısmında aynilik bulduğunuzu düşünüyorum… bu boşvermişliğin de en çok dış etkene bağlı olduğunu düşünüyorum…
salı vermek desek çünkü baktık ki çare yok napıyor insan salı veriyor artık; böyle bir şey. …”
Has okura: 22/5/2010
doğru tespit: oblomovluk değil, boşvermişlik, salıvermek, yani atalet…

öğleden evvel güneşin tebessümü vardı havada; öğleden sonra değişti; Betül’ün ifadesiyle “gök gürültüyor” ve yağmur… “bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince/çisil çisil yağan bu yağmur/ bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince/ aynalar yüzümü tanımaz olur” NFK…
Dışarıda yağmur,/ İçimde sızım./ Ben,/ Boğazlanmış bir adam!/ ve odam…/ 10.11.1982/Büyükağız”

şu eski şiirlerim de gösteriyor ki ruh hep aynı…
çocukluğumuz hayatımızı çok belirleyici kılıyor, çocukluk belki hayatımızın rüyasını teşkil ediyor… nerede geçerse geçsin, bir hafıza oluyor… mesela köye gittiğimde o hafıza canlanır, farkında olmadan beni kuşatır, o çocuk gözüyle severim ben köyü ve bilirim ki benim artık o ben olmadığım gibi köy de o köy değildir; aslında köy fazla değişmemiştir: o taflan agacı yine öyle duruyordur ve yanında dut ağacı da… askerden geldikten sonra atama beklediğim günlerde o ağacın altında (evin harmanında, denize bakan ve ırmağın göründüğü mekan) çaydanlık, kitaplarım, defterim ve kalem ile meşgul ya da bir fikrin çıkmazında, bir mısranın peşinde bahtiyar ama hüzünlü… hüzün ki öyle acı, buruk bir şey değil; bilakis rafine bir haz, şairane yaşama sevinci, galiba güçlü bir varolma idrakiyle mevcuttu. şimdi yine orası mevcut ve yine orada çay, kitap, kağıt, kalem ve ben de mevcut olsam bile  ben, o ben değilim; o beni de kapsayan daha fazla bir şey… ve fakat eksilen bir şeyler ya da bir yerlere saklanmış, o çocuksu saflığı görmeden kendini göstermeyen bir şey… demem o ki ben zamanı ve mekanı içimde yaşarken, dışımdaki mekana ve zamana bigane kalabiliyorum. bu biganelik olmasa o iç belde ihmal olacak; dış mekan hayatın sureta aktığı, belki donup kaldığı, kendini tekrarlayarak çoraklaşan bir vasattır. oysa iç mekan ne kadar geniş, ferah ve zengin… 
 
böyle şeyler yazan, düşünen; işte böyle  kendi inşa ettiği bir dünyada yaşayan adam, herkesten ayrılır. ama herkese söyleyecek şeyleri de olur…
ne diyordum; yağmur devam ediyor; etsin.

“küçük şeyler” mühim!
acı ne kadar büyük olsada (paylaşmasa da) insan dayanır, kaldı ki (dediğin gibi) dağına göre kar… ve fakat sevinçler öyle mi? insan büyük sevinçleri kaldıramaz belki ve onun için küçük şeylere dağıtılmıştır. küçük şeylerle mutlu olunur, değil mi? anlamını dahil ettikmi küçük şeyler ne kadar da büyük…
bir yemeğe az da olsa yeterince tuz katılmadığı zaman ne tatsız olur, oysa tuz saf olarak yenmez. acılar tuz mesabesinde, onu nasıl bünyemize aldığımız önemli, su böreğiyle alınan tuzu hissetmeyiz, lezzet alırız  ama vücut tuz ihtiyacını karşılamış olur. Ben aşçılıktan anlamam, tuzu şiirlerimde ve yazılarımda kullanıyorum; biraz gözyaşına benzemesi ondandır..

 ./..

Has Okurdan: 1/6/2010

sabahtır çok dinlememek kaydıyla dinledim saldırıyı…

sabah bi ara size sormak istedim..
Has okura: 2/6/2010
Önce bir şeyler yazmayı düşündüm; sonra, yazmayı düşündüğüm şeylerin, öyle herhangi bir “şey” olamayacağını gördüm. Yazacağım kimsenin siz olduğunu da düşündüm, bu mevzunun/sorduğunuz hususun tarihi bir süreci olduğunu, saatlerce konuşulacak bir yoruma muhtaç olduğunu düşündüm..
yani demem o ki:
bu yara yeni değil.
bu yara elin değil.
bu yara hep kanayan ve bünyemizde,
bu yara bizim.
 
bu bünye,
bütün uzuvları birbirine yabancılaşmış, mefluç olmuş gibi irtibatı kopuk bünye; unutmuş bir yarası olduğunu. göz, ayağındaki yarayı başka bedende zannediyor,
celladına aşık kalp!
format tutmasa da formatlanmış zihin.
cemil meriç ve diğer kalemleri dönüp tekrar okumalı..
bu yara bizim.
ama biz kendimize yar değiliz.
bu sebeple, uzun  konuşulacak bir mevzu.
tarih yapan bir millet, zamanı gelince, mankurtlaşmaktan kurtulunca, kendisi olunca tekrar, tarih onu, o tarihi yazacaktır…
“örovizyonda” 2. olan biz miyiz? 
o “manga”nın, çanakkalede manga ile bir alakası kalmış mıdır.
asyadan bir kısrak başı gibi uzanan şu anadoluda “marmara gemisi”nde gibi değil miyiz zaten.
Akdeniz Barbarosunu unuttu, torunları Barbarosu…
 
yaz geldi,
ülkemin en küçük kasabasında dahi belediyeler festivallere hazırlanıyor; tavernalarda sözüm ona sanatçılar da meydanlara..
meydanında yığın gezen şehirler zaten kaybedilmiş bir kültür savaşının “şhowroom”u değil mi…
elbette bu fetret biter,
oğuz nesli hafızasını geri çağırır
ya da aşık olduğu cellat ecelinden ölür…
umut hep vardır
olmak zorunda
olmalı…
yoksa ben bü dünyayı sırtımda niye taşıyayım ki…
atarım üzerimden, ya da çıkarım dünyadan…

 ./..

Hayatın İçinden…


Yazarlık, Oblomovluk, Betül…

 

Küçük kızım Betül henüz ilköğretim birinci sınıf öğrencisi. Bir gün, “Okuyup, büyüyünce ne olacaksın” sorusuna muhatap olunca çocuk safiyetiyle verdiği cevap ailede hepimizi tebessüm ettirmişti: “-Yazar olacağım; kız yazar.”  

Geçen gün çalışma odamda dolanırken “-Baba, artık yazmıyorsun” demesin mi? Gözlemi beni  şaşırttı ve sordum: “-Nasıl yani!” Duraksamadan cevapladı: “-Ben de yazar olacağım ya, ne evde ne burada yazdığını artık göremiyorum… Ben zaten yazar olmaktan vazgeçtim, öğretmen olacağım, belki doktor olurum…” Çocukları seviyorum; öylesine kirlenmiş bir çağda yaşıyoruz ki neredeyse bu dünyada konuşulası bir onlar kaldı…

Elimde İvan Gonçarov’un “Oblomov” romanı var; 1891’de ölen Rus yazarın meşhur eseri. Beş yıl önce de Nihat Dağlı’nın “elveda oblomov” isimli deneme kitabını okumuştum. Schopenhauer’in (ölümü 1860) “okumak, yazmak ve yaşamak üzerine” adlı eserini ise Ahmet Aydoğan’ın nefis çevirisinden okuyalı bir ay olmadı. Masamın üzerinde az edebiyat, berceste, bizim külliye, Türk Edebiyatı, yedi İklim, somuncubaba, ayvakti, yolcu, kültür, yakamoz dergileri… Kitaplar, kalem, kâğıt…  ve Betül’ün sesi: “baba, artık yazmıyorsun…”

Kim demiş yazmıyorum diye! İçimde başlayıp biten yazılar, kimsenin görmediği, okuyamadığı metinler, kelimeler, kelimeler… Bu işte biraz ‘oblomovluk’ var. Delikanlılığında, belki çocukluğunda bile her yere elinde kitapla giden, fındık bahçesinde “dolu sepet, boş çuval” seslerine sırtını dönerek çayıra uzanan, çay içen ve okuduğu kitabın ya da muhayyilesinin mutasavver dünyasında at koşturan birisi, büyüyünce ne olur: muhayyilesinin kurbanı olur. Bu adam okur, hatırı sayılır bir memuriyete intisap eder,  bir gün evlenir, çoluk çocuğa karışır ve aradan yıllar geçmiş olsa da ‘oblomovluk’ yakasını bırakmaz. O doğmadan vefat eden, bu sebeple yüzünü görmediği dedesinin ağa olması, babasının itimat ve imtiyazına mazhariyeti değildir bu tablonun arka yüzü; mizacıdır, iç denizidir, kendisidir.

Evin küçüğü Betül, meslekî unvan sahibi anne babanın sağladığı hâmî ve müşfik aile ortamına mukabil, gelirlerine/emsallerine göre mesela hâlâ ev sahibi olamamalarının sebebini babasının yazarlığında gördüğü için mi kararını değiştirmiş, öğretmen veya doktor olmak istemiştir? Zannetmiyorum. Nereden bilsin ki şiir ikliminde ikamet eden bir babanın çocuğu konformist kazanımlardan mahrumiyete baştan mahkûmdur.

Evet, bu işte bir oblomovluk olmalı; yoksa bir şehirde aynı kiraya denizi ve dağları gören daha ferah evler varken, ondört yıl bir evde kirada oturmak nasıl izah edilebilir. Sevgili Vedat Ali Tok gibi bir dostun: “Şu kitaplarını artık bastır, çok erteledin, (…) yayınevi olabilir” tavsiyesini; bu manada İstanbul’dan ciddi davetler aldığım halde, gitmemeyi ne ile açıklayabilirim.   Hayır, oblomovluk değil; kim bilir belki bir hayal kırılması, bir iç isyan, tavır, çekilme ve sükûta bürünen direniş…

 Betül, farkında olmadan, bir farkındalığı çocukça ifade etti sadece. “Yazar olmak” ki biz buna “şair” olmayı da eklemeliyiz hatta başa almalıyız, istenilecek bir şey değildir çünkü istemekle olunan bir şey değildir. Olunan bir şeydir sadece. Şairlik ayrıca doğuştan bazı özellikleri de muciptir. Eğer bunlar istenilen ve istenildiğinde olunan şeyler olsaydı, istenildiğinde terk edilebilirdi de. Oysa özellikle şairlik, sizi terk etmeden siz onu terk edemezsiniz. Bu iklim meselesidir.  Her iklimin bir coğrafyası ya da her coğrafyanın bir iklimi vardır. İklim değişiklikleri olsa da esas değişmez. Anlaşılan o ki, Betül daha uzun süre kiralık bir evde oturacak; annesi bir ev hayali kurmaya devam edecek. Ve Betül büyüdükçe hayatı hem herkes gibi görecek ve fakat herkes gibi olmayacak; yani karakter olarak ne Oblomov ne de Ştolts; herkes kendisi… Bir başkasına sadece benzeyebiliriz, o kadar.

 

İsa Yar

 

18.05.2010

(devam edecek)

YAZI/YAZAR BİZİM NEYİMİZ OLUR


       Sizi yazdıklarınızdan dolayı gıyabınızda tanıyanlar yazdıklarınızı dikkate alırlar. Doğrusu da budur. Şiir, deneme, her ne ise yazdığınız ön plandadır ve muhatabınız (okur) yazılana bakarak kalem sahibi hakkında bir kanaat sahibi olur. Bu kendiliğinden oluşan bir şeydir ve isminiz yazdığınızı çağrıştırır. Yazılan yani anlamdır aranızdaki köprü…

        Oysa sizi yakından tanıyanlar, hakikaten yakından tanıdıkları zannıyla, dikkatlerini yazdıklarınıza veremezler; verseler de yazdığınızın hakikatini değil sizin suretinizi görürler; kaçınılmaz bir körlüktür bu. Öte yandan, sizi evvela yazdıklarınızdan tanıyanlar, sonra suretinizle tanışsa bile sizde yazdıklarınızı görürler; ne kadar görebilirlerse tabi.  Çünkü sizde tasavvur ettikleri o şairi, o yazarı ararlar. İlk karşılaşmanın akabinde, yazdıklarınızla onlarda inşa ettiğiniz tahayyül ve tasavvur ister pekişsin ister sarsılsın, sizi en yakınınızda bulunandan daha çok keşfedip, anlayabilirler. Bir şeyin çok yakında bulunmak bizi o şeye karşı kör kılabilir.    Bu körlüğü aşmanın yolu vardır ve fakat ince dikkatler gerektirir.  Hem okur hem yazar olarak gördüğüm budur.

        Bu izahtan sonra, diyebiliriz ki insanın kendisini yani hakikatini tanımasında da bir körlük vardır. Kendisini merkeze alan ve kendi beninde hapsolan kişi varlığını bu kafesten seyrederek nefsini put edinebilir; çünkü hakikatini kendi dışında ve içinde (afakî/enfüsî)  arama kabiliyetini köreltmiştir

        İSA YAR

 

GÜNLÜK


.
.
.

 Günce     

Yaşadıklarımı anlamlandırmaya, hayatı anlamaya çalışıyorum.

Anlama çabasının ötesinde daha başka bir şey bu, yerimi anlamaya çalışmak gibi! Yerimi yani tutunduğum gerçekliği ya da tutunamamayı, bir şeylerin, günlük yaşantıyı oluşturan şeylerin birbiri ile uyum veya tezadını, çelişkilerimi, direnme ve teslimimi, pek çok şeyi bir arada düşünüyorum. Düşünüyorum da denemez, düşünmeye çalışıyorum.

Fark ettim ki yıllardır bir çelişkinin içindeyim. Zihnimde inşa ettiğim tasavvura dayanan muhayyel dünyam ile gerçek dünya arasında tenha bir “kurtarılmış” alanda yaşıyorum. Düşüncelerimin, duygularımın ikliminde yaşadığım bu tenhadan çıkmayı sevmesem de dışımdaki hayat beni kendi meydanına çekiyor. Günlük yaşantımız görünür olan bu meydanda tezahür ediyor zaten. Oysa insanı bir tekdüzeliğe, sıradanlığa hatta modern köleliğe mahkûm eden bir zemin bu; çağdaş ve kirli…

Bana göre kirletilmiş çağın bu kirli zemininde yaşamak zorundayız. Güya yaşıyoruz lakin açmazımız da tam burada başlıyor. Günübirlik yaşantımızda, sosyal münasebetlerde, yüklendiğimiz rol modellerde iki dünya arasında kalmış gibi oluyorum. Kendi dünyamdan bakıyorum her şeye ve bir çocuk gibi acı çekiyorum. Zemini tanzim edecek imkâna sahip olmadığımız gibi zemini terk etmemiz kolay görünmüyor. Bu zeminde kendime rağmen var oluyorum. Günün ifadesi ile özgür değiliz hiç birimiz. Bir anlamda özgürlük bedel istiyor. Zeminin dışına çıkmanızla mümkün huzur ancak bu kaçış hayatın dışına çıkmakla eşanlamlı; kaçamıyorsunuz. Her meseleye bir şair gibi bakıyorsunuz, tepki veriyorsunuz ve dolayısıyla gittikçe yalnızlaşıyorsunuz. Öte yandan bu duruşunuz size içten içe bir zafer zevki tattırsa bile görünür olduğunuz zeminde yenilgiler alıyorsunuz.

Şüphesiz yaşadığımız hayat bir roman değil. Gerçeğin zemini sert, gerçeğin kendisi de. İnsan ilişkileri insana rağmen tezahür ediyor bu zeminde. Hesaplar yapılıyor, menfaatler dikkate alınıyor; ahlakîlik sadece “retorik” bir “söylem” olarak kayıtlara geçiyor. Dostluklar, arkadaşlıklar, ağabeylik-kardeşlik sözlükte anlamını bulan ama bu zeminde tüketilmiş kavramlar. Bu kavramları bu zeminde asli manasıyla temsil etmenin karşılığı bir çocuk gibi kandırılmaktır. Şair ise hiç büyümeyen bir çocuktur…

İçim diyor ki: büyümek istemiyorum, kandırın beni. Yaralarımı sararak şaşırtın, utandırın beni. Yok, bir kâbus ise gördüğüm, uyandırın beni. Bu zehir idrakten arındırın, içinizde barındırın beni. Biliyorum, bir şey değişmeyecek. Bari bir adım daha atın usandırın beni ki yakayım gemileri… / Ocak 2013

 


           Yazmak ve yaz(a)mamak üzerine…

            Yazmanın ileri merhalesi, yaz(a)mamak olmalı diye düşünüyorum. Sözün ardından gelen sükût gibi…
           Yazamamaktan neyi kast ettiğimizi biraz açalım. Yazmayı, yaşamakla neredeyse eş anlamlı sayacak kadar kalemle hemhal olmuş birisi için artık yazmamak bir tercih olmasa gerekir. Yazmak, kişinin mahremiyetini gayrıya açmasıdır aynı zamanda. Mahremiyetini, yani kalbini ve kafasını… Başka bir ifadeyle, paylaşmak ya da varlığından haberdar kılmak başkalarını. Kendisini, kendisi olarak ifade etmek bir bakıma ve kendinde kalarak, muhite sarf-ı nazar ettiğinde görebildiklerini kelimelere yüklemek ve salmak söz denizine.

 

           Bazen, evet bazen, insan hayatta öylesine tenha kalıyor ki o zaman söz taşıyamıyor biriken anlamı. İçinizde biriken anlam sizi gâh uçurumlara sarkıtıyor gâh zirvelere kanatlandırıyor; kopuyorsunuz ve fakat kaçamıyorsunuz! Ne bu halet-i ruhîden ne de cemiyetten. Etrafınızda bulunanlar ki en yakınınız/da olsalar bile bazen ikliminizi yeterince kavrayamıyor, sizi anlayamıyorlar; muhabbetlerine rağmen. Belki size öyle geliyor. O zaman sözden yani ifade etmekten kaçıyorsunuz. Bir mahremiyet alanı inşa ediyor ve orada yaşıyorsunuz. Bu iyi bir durumdur belki ya da öyle olması gerektiğini düşünürken dışınızda bıraktığınız “şey”ler mütemadiyen duvarınızı dövüyor. İçinizde dahi rahat kalamıyorsunuz.

            Hayata müdahale etmeseniz de hayatınıza müdahale ediliyor ki bu kaçınılmaz bir şey. Etrafınız sizden sizi işitmek istiyor. Konuşarak, yazarak ve susarak sesleniyorsunuz ve fakat adeta dilinizi anlamıyorlar. Kelimeleriniz bile lügatte aynı olsa da cümlede değişiyor. Yoruluyorsunuz. Yazmakla maksadınız kendinizi ifade etmekse ve ifadeleriniz kelimelerini kaybetmiş kalabalığın uğultusunda yitiyorsa, susmak zorunda kalıyorsunuz. Oysa susmak daha derin bir ifade tarzı. Susmak derin bir yalnızlık ve susmak anlamanın eşiğininde kalakalmak …

            Yaz(a)mamak nefes almaktır ve yazmak nefesi vermek. Hayat da bir anlamda zaten nefes alıp vermekten ibaret değil mi…

         Aralık 2011

 NE HABER

Dönüp yazdıklarımı yeniden okuyorum.

Yaşadıklarımı yeniden yaşamak istediğim anlamına gelmeyen bir okuma bu. Dönüp izlerime bakıyorum. Aynadaki yüzümüz değil bizi en iyi anlatan, biliyorum. Yüzünü sadece aynada görebilecek bir yüzsüzlüğümüz ya da hangi yüzü taşıdığımıza dair bir şüphemiz de olmadı hiç. Yazmak yaşamaktı ve hayatın üzerimizdeki tasarrufu yazdıklarımızdaydı…

İnsan gittikçe sessizliği daha çok seviyor, belki bana öyle geliyor. Uğultuyu barındıran kalabalıkların bana öğretebileceği bir şey yok. Yine de her insan okunmaya değer bir kitap. Bir kararda kalmıyor halimiz. Mesela bir yönüyle tanıdığımız insan bizi şaşırtabiliyor. Şaşırıp kalıyorum! Dostluğu yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum, yaralanmış arkadaşlıkların onarılması gerektiğini fark ediyorum. Yabancıyı yeniden tanımlıyorum. İnsanlar hakkında ne kadar yanılabiliyoruz! Kim bilir, insanları ne kadar yanıltıyoruz.

 

Yazdıklarımı dönüp yeniden okuyorum.

Yeni şeyler yazmıyorsam, bu sözümün arkasında olduğumu gösterir. Sesimi çoğaltmak sözümü derinleştirmez ya da susmam sesimi kaybettiğim anlamına gelmez. Kıymet hükümlerim itibariyle, iddiam, ret ve kabullerimle bir istasyon gibi yerimdeyim. Yanımdan gelip geçenlerin boşaltılmış beyinleri, tenhalaşmış yürekleri avucumda! Kendilerinden soyunup dünyayı yüklendiler; yükleri dillerinde, kalplerinde zikirdir artık: evdir, arabadır, makamdır, imkândır…

Yeniden okuyorum yazdıklarımı dönüp.

Dönmediğimi köşelerden, belki içimde kıvrılarak bir ırmak gibi aktığımı, yüreğimin buz tutmadığını hatta yangın yeri olduğunu fark ederek yalnızlığa sarınıp serinletiyorum içimi.

Buradayım… 10.10.2011

 

İsa YAR

www.isayar.com


.
 


 

    

“Görenin gördüğü, görünen değil”

Göz ardı edilemeyecek kadar göz önünde oldum ama göze batmadan, göze girmeden, göze gelmeden… Göz önünüzde olan suretimin arka planında, kendi yalnızlığında, bir ‘ben’ saklandı hep! Bu beni tanımadı hiç kimse; belki ben bile… Parça parça görüldü ve tanınmadı!

O şairâne yalnızlıkta inşa oldu ne olduysa ve dışı sıradan bir görünürlükle çeperlendi. Görenlerin ya da gördüğünü sananların gördüğü bu suretti; çoktan terk ettiğim bir suret…

Bu münzevî yalnızlık ne gariptir ki uğultulu/uyuşuk kalabalıklar içinde tecelli etti. Bir sureti gördünüz. Bu körlüktür. Bu çağın hastalığıdır…

İsa YAR


 

Günler geçerken

“aşk imiş her ne var âlemde” Fuzulî 

Günler geçerken,
           
Adına yaşamak dediğimiz her ne varsa ve hayatımızın meşgalesi içinde her ne ile iştigal ediyorsak edelim, şu yeryüzü maceramızın anlamını tam manasıyla ortaya koyamıyoruz. Hep bir şeyler eksik kalıyor. Okuduklarımız, görüp şahit olduklarımız, bilip tecrübî olarak öğrendiklerimiz idrakimizde her şeyi tanımlanabilir kılsa da; tanımlanmamış bir kifayetsizlik hep var. Hazzın ki bu hüzün de olabilir, müntehasını tadamadığımız gibi, elemin de derinliğine inemiyoruz. Bulanık, karışık bir hal…
           
Hakikat ölçülerimiz içinde bir hayat algımız var; istikametimizi belirleyen. Bu çerçevede oluşmuş kabullerimiz, retlerimiz, bir imtihan sırrıyla şuura yükselmiş bir iman’ın tezahürü her an’ımızda var. Bu iyi.  Sınırlarımızı bu şuur ve imanın, fikir ve hissiyatın mahdut ve malum ölçüleri içinde çizdiğimiz doğrudur. Bizi toplum içinde ima eden de budur. Lakin kendimizi bazen çok mu sınırlıyoruz diye sormuyor da değilim; kendimizi ve kendimize yakın bulduklarımızı.
           
Fıtrî, insanî ve tâbi olanın istikamet üzere ve hududu muhafazası ne kadar lazım ise, çok tâbi yahut masum insanî hallerin de tezahür edeceği bir alana ihtiyacı var. Kitabî malumat ile yani adeta dayatmayla yol almak yoruyor. Aşk ile yürümek varken.
          
Yoldan çıkmış ya da yolda olduğu halde yolun hakikatinden gafil kalabalıkların ‘ne derler’ sınırlamasıyla hazzımızı da hüznümüzü de saklıyoruz ama kalbi kandıramıyoruz. İç evimizde, içimizde mukim olanları dış nazarlardan nihan ediyoruz. O kadar ki içimizde mihman olanlar bile mihmandarlığımızı bilmiyor. Bilmelerini istemiyoruz. Adeta kendilerini iç evimizde misafir ediyor ve fakat suretlerini eşiğin dışında bırakıyoruz. Böylece yarısı bizde, yarısı kendilerinde kalıyor. Ne gidebiliyorlar, ne gelebiliyorlar. Biz de öyle. Böylece bu parçalanmış kalabalık mücessem bir yalnızlık oluyor. Git diyemiyoruz, kal diyemediğimiz gibi.
           
Leyla ve Mecnunun sevdası olsun, bir Allah dostunun aşk-ı hakikisi olsun, bizi cezb ediyor. Leyla ya da Mecnun olmak, derviş olmak geçmiyor aklımızdan. Böyle bir çabamız yok.
           
Çölden şehre, olduran yalnızlıktan öldüren kalabalığa kaçıyoruz. Kalabalıkların kalbi yok oysa. Acı çekiyoruz.
           
Kalabalık, birbirine acı çeken yüzlerle bakanların oluşturduğu kuyudur. Kalabalık, eleştiren, gözetleyen, sindiren, silen bir kör kuvvettir. İnsan ise, kalabalıktan/kabalıktan uzaklaşmadıkça gerçek sevgiyi öğrenemeyecek.
          
İnsan, önce kalabalığı içinden atmak zorunda…

İsa Yar

 

YOLDA OLMAK…

Neler saklamışım içime meğer…
Aynaya baktığımda göremediğim, göremeyeceğim!
Bir kahraman, bir korkak, bir çocuk hiç büyümeyen ve baba, evlat, adam, dost, yâr, ağyâr…
Sanki bir şehir inşa etmişim içimin tenhasında günün kentlerine benzemeyen; dar sokaklar, cumbalı evler, köşesinde bir mescid, arastasında çay içen erbab-ı sühan. 
İçime saklanmışım da önce ben unutmuşum kendimi kendimde…
Dışımda her şey adeta kırılan aynanın parçaları ve her parçada bir parçam; dağılmışım…
Kırklı yaşımın son dönemlerinde hâlâ “kitaplara kaçan” bir adam olmak…
Bir ramazan akşamı şimdi tenha sayılan ‘pelit park’ta şehre çöken geceyi hissetmeye çalışıyorum; şehre hâkim bu tepede masaların en köşede olanında çayımı yudumlarken. Aşağıda ve karşımda karanlığa bürünmüş deniz, sahil yolunun ışıklı çizgisi, gözlerden nihan olmuş beton binalarda geceye kör bakan ışıktan pencereler…
Masamın üzerinde bir-iki dergi ve birkaç kitap: “ruhun malzemeleri, Tahir Sami Bey’in özel hayatı, waldo sen neden burada değilsin, suskunlar”…

Dün, ramazanın bir gün öncesi Samsun’da “cibran”da tanışıp, bir ruh akrabalığı ile susup konuştuğumuz Nevzat’ı hatırlıyorum. Mekânın sahibi ve fakat gurbeti ve hüznü gözlerinde saklayan güzel bir adam… “ben kalabalıklardan tenhaya kaçan bir adamım; ama görüyorum ki tenha da hayli kalabalık” diyorum. Güzel gülüyor yani yaralı… Birkaç güzel adamla tanışıyoruz… Çıkardıkları “kent kültürü” dergisinin birkaç sayısını takdim ediyorlar, mekâna “berceste”yi bırakıyorum. Nevzat Onmuş, şiir ve yazılarımı mesela neden yedi iklim, dergah ve hece’ye göndermediğimi soruyor… Cibran görülesi bir mekân, şu bizim küllük’ün akrabası hani…

İçim dışıma çıkmıyor, dışım içimi örtmüyor…Ve içimde bir şair, yazar, tutunamamış bir adam…
“-Uğur! Bir çay daha…”
Gece sürüyor.

22.08.2009

 


Ayyüzlüm

 

Bir yüzün benim, bir yüzün annen…
Benzediğin kadar uzaksın bana.
Ne bensin, ne başkası; bu sensin.
Bu sen olmalısın.
Bir şey ancak kendisi olur, başkası olmaz.
En çok, benzeyebilirsin bir başkasına ya da başkası sana. Hepsi bu.
Kendimi sende aramıyorum, bunu öğrendim.
Kendini bende arama, bulamazsın; bende bulduğun seni, kendinde taşıyamazsın.
Bir başkasında olmamak kendinde olmaktır. Kendinde ve kendin ol.
Doğumunla anneni eksiltmedin, belki onu anneliğine yükselttin.
Ben sadece tuttum yumuk ellerinden, gözlerindeki gülümsemeye eşlik ettim, sildim gözyaşını.
Belki sevindim/üzüldüm seninle ama senin gibi değil, kendim gibi…
Muhakkak babam da böyleydi! 

Şimdi; canın yansa yanar canım.
Tebessümün yüzümü aydınlatır
Ve fakat ay da bulut da sen olursun, bana yansır hüznün, neşen… 


Demem o kiİnsanlar yalnızdır ve insan bir o kadar kalabalık…
Say ki kalabalık bir deryadır; sahili nere, adası nerde?
Onu sen bulacak, sen bileceksin.Yanında olamayabilirim.
Büyümek şudur: gözyaşını kendin sileceksin.
Herkesi kendine uzak, bu uzağı yakın bileceksin.
Ruhumuz gibi…
Ruhumuz bu gurbete atılalı beri, ötelerin hasretinde.
Burada yakınlık, ruha uzaklıktır.
Bir rüya teneffüsünde saklıdır vuslat.
Yeryüzü ne kadar geniş değil mi?
Yeryüzü ruha ne kadar dar!
Demem o ki
Bu işte bir hasretlik var.
Vuslat ötelerde, visal maverada, kavuşmak ebediyette…
Kendin ve kendinde ol.

Müstakim ol, muti ol…

 

Baban  

3/8/2009