ŞİİR İNCELEMESİ


.
.
.

 

NE TAHAMMÜL NE SEFER…

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,
Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.
Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;
Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda!
Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!
Ortasında bir ömrün; ne tahammül ne sefer,
Adsızım, pusatsızım, ha komutan ha nefer
Dinlensin yorgunluğum zamanın beşiğinde,
Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde…

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?
Lime lime olmuşum; sağım keser solumu!
‘Gelemem ay karanlık’ sen aydınlat yolumu.
‘Kahrın da bir lütfûn da’, ben yeniden başlarım;
Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

İsa YAR


Şiirin başlığı bize ilk anda günümüzün usta hikâyecisi Mustafa Kutlu’nun bir hikâyesini hatırlatıyor: ‘ya tahammül ya sefer’. Şair şiirine “ne tahammül ne sefer” adını vermekle, daha şiire girmeden bir imada bulunuyor: ortada artık tahammül edilemeyen bir durum vardır ve sefer de mümkün değildir.

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,
Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Şairin, ‘içimizdeki kalabalık: yalnızlık’ yazısından bir bölümü şiirin anlaşılmasına katkı için okuyalım: “İnsanın yalnızlığı… Betonlaşmış şehirlerde meskûn olanlar, mekânın ruhsuzluğunu renksiz bir elbise gibi kuşandıklarını bilmezler. Girift şekillerin, sahipsiz seslerin ve umumi kanaatlerin içinde kendini kaybeden insan Hazreti Yusuf’un kuyuya atılması gibi cemiyetin içinde yalnızdır ve yüreği olmayan, varsa da yüreği modern tapınmalarla taşlaşmış cemiyet onu ezmektedir. Şair bunun farkındadır; bu farkında olmak sessiz bir çığlık gibi mısralara dökülür. Bu ifşa erbabı dışında duyulmaz bile! Kulaklar, esasen gönüller dünyevi talepleri çağrıştıran seslere göre kurgulanmıştır…”

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;
Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Şair, olan bitenin farkındadır; sosyal değişmenin, yabancılaşmanın, kayıpların farkındadır ve bunu söylemekten çekinmez. Artık kendisi olmaktan uzaklaşan, değerlerini koruyamayan, hatta var olmasıyla eş anlamlı kimlik bilgilerini unutan toplumun bir parçası olarak kendini de suçlar. Cüretkârdır, cesurdur: bir bedel gerekse de bunu söyler. Haklıdır, çünkü bunu söylemeye hakkı vardır.
Kendisinden yola çıkarak, insanın yalnızlığını anlatır. Aslında anlattığı herkestir; ancak herkes, herkese rağmen kendi sesinin yankısına önem vermektedir. Modern hayatın getirdiği kurgulanmış, çıkarcı, bencil, popüler, tüketici, kolaycı yaşama tarzı insanları bir araya toplamakta ama insani değerlerin aradan çekilmesi yalnızlığı çoğaltmaktadır.

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!

Mısraı tek başına çok şey anlatır: ortada yaşayarak, tecrübe edilerek fark edilmiş yani öğrenilmiş bir ‘bilgi’ vardır. Hayatın verdiği bu ders acıdır; öğrenilen yenilgidir. Daha önemlisi ise, zafer kazanmayı beklerken, tadılan bir yenilgidir bu!

Ortasında bir ömrün; ne tahammül ne sefer,
Adsızım, pusatsızım, ha komutan ha nefer
Dinlensin yorgunluğum zamanın beşiğinde,
Yaşını kırklayan ve artık orta yaş olgunluğuna varan şair, vardığı yerde yeni bir bakışa, keşfe ve fikre ulaşır. Adeta, hızla giden bir arabadan bir anda inip, sonra durduğu yerden şaşkınlıkla geriye bakan yolcu gibidir. Eğlence bitmiştir; yalnızdır, herkesçe bilinmemektedir, savunmasızdır, yorgundur ve taşıdığı rütbenin artık bir anlamı da yoktur. Durur ve belki de ‘yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır’ diyen doğunun büyük şairini anlar.

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

Şair artık bir karara varmıştır. İçinde yaşadığı çatışma belki ruh ve beden, nefs ve kalp, iyi ile kötü arasında hep olagelmiştir. O bir yolcudur ve yol bitmemiştir. Yolcuya yolda olmak ve yolcu gibi olmak yakışır. Var olmanın, hayatın bir anlamı vardır; sahipsiz, başıboş değildir. Gücünü ve zayıflığını tanımıştır. İnanmış bir gönülle, O’ndan gelen her şeye razı olduğunu, teslim olduğunu ifade ederek yine O’nun yardımını talep ederek affını ister; belki ‘affa layık olmasa da’…

Şair, şiirinde hece veznini kullanmıştır. Hece vezni Türklerin şiirde kendine has nazım ölçüsüdür ve milli vezin diye de adlandırılır. Dolayısı ile şiir ölçülü ve kafiyelidir.

Vezin (ölçü): 14 heceli şiirde ahenk (7+7) iki duraklı olarak sağlanmıştır.
Kafiye (ses benzeşmesi) : redif, tam kafiye, zengin kafiye örneklerini görüyoruz. Kafiyeleniş şekli olarak sarma diziliş (sarmal kafiye) görüyoruz: a,b,b,a
…a
…b
…b
…a
…a (1. mısra nakarat)
İlk mısralar kıta sonunda 5. mısra olarak tekrarlanmıştır (nakarat).

Edebi sanatlar:
Tazmin: “gelemem ay karanlık”, “ kahrında bir lütfunda”.
Tezat: “Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!” “Sükûtum lisanımdır”

MEHMET AKİF’İN DUYGU COĞRAFYASI


Türk şiirine taptaze bir soluk ve parlak bir renk getiren şairlerin başında gelir Mehmet Akif Ersoy… O, şiir göğünün parlayan yıldızıdır. Onun olduğu samanyolunda diğer yıldızların ışığı sönük kalmıştır. O, aydınlığıyla kalem erlerini gölgede bırakmıştır.
Mehmet Akif, ilim, fikir, sanat ve siyaset dünyamızda dosdoğru bir şahsiyettir. Bugün, gençlerimize “numune insan” diye göstereceklerimizin başında o gelmektedir. Çünkü onun hayatında gel-gitlere ve falsolara rastlayamazsınız. Çizgisini ve rengini baştan belirlemiş ve son nefesini verene kadar hiç sapmadan o doğrultuda yürümüştür.
Akif Safahat’ında insanlığın ruh ve duygu coğrafyasına uzun soluklu bir yolculuk yapmıştır. Onun emsalsiz şiirlerinde Müslüman bir aydının topluma bakışını ve hasta ruhlara koyduğu teşhisleri görebilirsiniz. Fakat O, teşhisle kalmaz, tedavi yollarını da gösterir. Toplumun pehlivanlar misali yine düştüğü yerden kalkacağına inanır.
İstiklâl şairimiz Mehmet Akif, adeta bir dürüstlük abidesidir. O, şiirlerinde dünyevi aşklara, nefsinin şenî terennümlerine yer vermemiş, dönemeçte kaybolan bir milletin selamete kavuşmasını sağlamak için kalemini konuşturmuş, fikirleriyle topluma ışık tutmuştur. Rahatı ve şahsi çıkarları için hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamıştır. Onun hayallerle alışverişi de olmamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Bunu şu mısralarında görebiliriz:
“Şudur cihanda en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek…”
O, Resulullah’a yürekten sevdalıdır. Onun yolundan gitmek için bütün vaktini feda etmiştir. Bununla da kalmamış, ona layık bir nesil yetiştirmenin davasını sırtlamıştır. Muhammed(sav)’i hasta ruhlara ilaç kabilinden muhabbet olarak görmüş, dünyayı onunla anlamlı bulmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı “Bir Gece” adlı şiirinin son bölümünde âlemlerin nuru olan Hz. Muhammed(sav)’i sözlere sığdıramaz, sözünü bir duayla sonlandırır:
“Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet…
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.”
O, insanların dünya telaşı içerisinde ahireti unutmalarını bir türlü anlayamaz. Oysa insan imtihan edilmek için dünyaya gönderilmiştir. Kendini ‘Müslüman’ sıfatıyla tavsif edenlerin hâl ve hareketleri onu sukût-i hayale uğratır. Müslümanlığın sadece adının kaldığını, kendisinin göklerde olduğunu söyleyerek hadiseye ironik ve eleştirel açıdan bakar:
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âdem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;”
Akif’i anlamak ve anlatmak için fazla söze hacet yoktur. Aslında O, kişiliğinin kodlarını Safahat’taki şiirlerinde tek tek vermiştir. Bu şaheseri okuyanlar Akif’in duygu coğrafyasını ve düşünce dünyasını keşfetmekte zorlanmazlar. Safahat’taki her mısra onun ruhundan kopan bir fırtınadır. Mesela aşağıdaki dizeler onun kişiliğinin adeta röntgenidir:
“Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam ‘aldırmada geç git’ diyemem; aldırırım
Çiğnerim çiğnenirim Hakkı tutar kaldırırım.”
Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, kendi halinde yaşamış, bir inanmış adamdır. Hiçbir zaman şahsını ön plana çıkarmayı düşünmemiştir. Aksine geri planda durmayı yeğlemiştir. Lâkin davasına üstün hizmeti dolayısıyla kendini fazla saklayamamıştır, toplumun kanaat önderlerinin başında gelmiştir. Aşağıdaki rubaide ölümünden sonra kısa zamanda unutulacağını anlatan Akif, sadece bu düşüncesinde yanılmıştır. Fakat hiç de öyle olmamıştır. Asım’ın nesli onu hiç unutmamıştır. Geçen yıllar onu biraz daha toplumun önüne itmiştir. Çünkü savunduğu dava İ’la-yı kelimetullah davasıydı. Merhuma Allah’tan rahmet dilerken sözlerimi onun kendini ve akıbetini anlattığı şu dizelerle sonlandırmak istiyorum:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”