Tenhada Bir Şair


(bu şehirde sen” şiirini tahlil denemesi)

Büşra Nur YAR
*Marmara Üni. Mütercim-Tercümanlık Bölümü

Şiir ve şaire dair kaleme alınan yazılar, edebiyat dergilerinde sıkça karşılaştığımız zorlu ama nitelikli metinlerdendir. Okuduğumuz bu yazıları genel kabule ya da şiirin/şairin bizdeki karşılığına göre değerlendirir, ret yahut kabul ederiz. İster akademik bakışla ister şairane ifade edilsin, hiçbir yazının şiiri noksansız tanımlayamayacağını hele şairi bütün yönleriyle kuşatamayacağını bilmek lazım. Belki şiirin anlaşılmasına ve şairin dilini tanımaya yardımcı bir çaba olarak görebiliriz. Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, bir çerçeve içinde kalarak şiiri tahlil etmeye çalışacağım. Bunu yaparken şairin iç dünyasını büsbütün tanıdığımı, şiirini çözdüğümü elbette iddia etmiyorum. Belki bir anlama çabası…

Şiire geçmeden bir hususa değinmeliyim; neden İsa Yar şiiri? Eserlerinden ve isimlerinden dolayı çok tanınan şairler hakkında o kadar yazı kaleme alındı ki adeta şiir deyince bu isimler üzerinden düşünmemiz istendi. Bu bir yere kadar doğrudur ve fakat her şair mensubiyetine rağmen önce kendisidir ve dolayısı ile bir şiir dili vardır. Dilden maksadımız üslup farklılığı, özgeliktir.

İsa Yar, bildiğimiz kadarıyla henüz bir şiir kitabı yayınlamış bir şair. (İçimin sahilinde Hüzün ve Sağanak 2012 şiirvakti yay.) 1961 doğumlu olduğu göz önüne alınırsa, düşündürücü bir durum. Her isteyenin kitap bastırdığını dikkate aldığımızda, şiirlerini edebiyat dergilerinde okuduğumuz ve edebi çevrelerce tanınan bir şairin, bu kadar geç kitaplaştırması kayda değer! Öte yandan edebi metinlerde ve özellikle denemede özgün üslubu, güçlü kalemiyle dikkat çeken bir yazar olduğunu da hesaba katarsak… Taşrada bir sahil şehrinde yaşayan Yar, kendisini kalabalık içinde ama daha çok şiirinde saklıyor. Tahlil edeceğimiz şiirinde olduğu gibi konuşarak susuyor ve susarak konuşuyor. Oysa bu şairane tavır bugünün modernist, bencil, ahbap-çavuş zemininde onu hak ettiği ölçüde tanınır kılmıyor. Bunun umurunda olduğunu da sanmıyorum. Şiir onun kendini ifade tarzı. Şiiri ise geleneğe yaslanan tarafıyla sahih bir dil anlayışına, anlam derinliğine sahipken, zamanını temsil ettiği için güncel; taşıdığı iç sesin insani boyutuyla ve mana cihetiyle yarına da hitap ediyor. Şiirini ne şekil kalıplarına hapsediyor ne de bilmem kaçıncı yeni arızalarına teslim ediyor. Hece vezni ve serbest tarzda karar kılan şiirinde ortak özellik Türkçenin imkânlarını fevkalade başarılı kullanması. Sade bir söyleyişte derin bir kavrayışı, hissedişi görürken, hecede ustalığını serbest şiirlerinde gizli kafiyelerle sergilemesini görmeden geçemiyoruz. Ben’den yola çıkarak bizi anlatan, ben’de bizi saklayan bir dil…

“Bu şehirde sen” şiiri sade ve serbest söyleyiş içinde baştan sona bir bütünlük taşıyan ve fakat biz’deki parçalanmışlığı gözler önüne sererek ben’de toplayan bir şiir. Günümüz darbeli toplumunda bir sancılı hafıza gibi.

“dinlemez içini dışta uğultu

susarsın”

Gürültülü kalabalıkların ‘iç sese’ kulakları kapalıdır. Şair daha şiirin başında yalnızlığını dillendiriyor.

“bir çay içimi bir tenha kuytu

ve o ses

‘bir teselli ver’

zamanaşımı düşer sükûta,

bir hat çiz zamana Hafız Osman,

rüya, çınar, bey Osman

Bursa ve Orhan

Sonra

Gencebay…”

Burada bir hafıza karşımıza çıkıyor, dolayısı ile zaman. Hafız Osman ve hat yan yana gelince Kur’an hatıra gelir. Bu çağrışım ile bir mensubiyet işaret edildiği gibi, zamanda kopmalardan muzdarip şair zamanı bütünleyen, geçmişi bugüne bağlayan sağlam bir hat/yol arzulamakta ya da o yolu hatıra getirmektedir. İmanına işaret ettikten sonra bir hatıra gibi Osman Gazinin rüyası, Osmanlının sembolü Çınar, Bursa ve Orhan Gazi zikredilir ki bu aidiyettir. İhtişamdan sonra çöküşün acılarını tecrübî bir idrakle derinden hisseden Yahya Kemal ’bozgunda bir fetih rüyası’ görmüşken, şairimizde hissiyata (Orhan) Gencebay tercüman olur “bir teselli ver”… Şairin “sükûtum ihtişamımdır/bir al-i Osman yüreği’ adlı şiiri hatıra geliyor hemen…

“cumbalı bir ev hayali sarkar sokağa

şehrin beton balkonları ağırlaşır”

Şiirin ikinci bölümünde karşımıza bugünün fotoğrafı çıkmaktadır artık. Evi, ev halini kaybetmiş bir toplumun apartmana sıkışmışlığı aşikârdır.

“çocuklar ‘klavyeyi” tokatlar

çağ sağırlaşır.

çocuklar, sokaklara dağılmış kelimeler

çocuklar, parçalanmış hikayeler…

çocuk!

senin hikayen ne?”

 Şüphesiz bu kopuştan en çok etkilenen çocuklardır; çocukluğunu yaşayamayan, beton duvarlara hayalleri toslayan çocuklar. Günümüz şehirlerinde, neredeyse gelenekten hiç iz kalmamış modern zamanlar yaşayışında, Yahya Kemal’in ifadesiyle “Müslümanlığın çocukluk rüyasını” göremeyen çocuklar plastik oyuncakları kırarak ve bilgisayar klavyelerini tokatlayarak hırçınlaşmaktadır. Buradan nasıl bir ‘yarın’ doğar? Şairin, çocukları şehrin sokağına dağılmış kelimeler olarak teşbih etmesi dikkat çekici. Nasıl ki kelimelerin belli kaidelerle bir araya gelmesiyle anlam ya da ifade oluşur, toplum da böyle sağlam bir tanzim ile teşekkül eder. Yoksa istatistikî bir kalabalıktan başka bir şey değildir. Böylece yalnızlık sel gibi sokaklardan atar…

“içinde köy geçen romanları rafa koy

köyü şehre boşaltanlar utansın,

şehrin taşra kokan çay ocağında

demlensin yalnızlığın

gören seni kalabalık sansın

‘karıştır çayını zaman erisin”

Bütün kavramların içinin boşaltıldığı ya da anlam kaymasına uğradığı bir süreçten şehir ve köy tanımının etkilenmemesi mümkün değildi. Türk toplumunda göç tarihi bir vakıa olmakla birlikte, belki son elli yıl içinde yaşanan ‘iç göç’ dengeleri tamamen değiştirdi. Bunu büsbütün olumsuz görmemekle beraber, şehir, tabelasına dâhil olan nüfusa nüfuz edemedi. Edemezdi çünkü ait olduğu kültür ve medeniyeti temsilde zaafa uğramıştı! Mekânda yapılan şuursuz tasarruflarla şehir hafıza kaybına uğramış, tarihi doku tahrip edilmiş, çirkin betonlaşma şehrin yüzünü sıradanlaştırmışken, diğer yandan buna paralel sosyal hayat da çözülmüş, cemiyetten birey toplumuna geçilmişti. Şair, bu tablonun içinden sesleniyor bize. Eski köy romanlarına bir tenkit iması sezinlesek de, mekân burada taşra kokan şehirdir. Şehir barındırdığı kalabalık içinde yalnızlığı beslemektedir artık. Şehir esareti saklar sanki ve bunu Necip Fazılın ‘karıştır çayını zaman erisin’ mısrasını terennüm ile dillendirir…

“sen bu şehirde bir ‘kızılderelisin’!

sen bu nehrin en derin yerisin.”

Şair artık kendisine hitap etmektedir. İsa Yar şiirini tanımlarken “Ben’den yola çıkarak bizi anlatan, ben’de bizi saklayan bir dil” demiştik. Burada “sen” hitabında özne hem şairin kendisi hem de benzer hissiyatla fikir yalnızlığı çeken herkestir. Şehirde bir “Kızılderili” olmak fıtrata ve doğal olana tabi olan için çok anlam ifade eder; anlayana… Zamanda ve mekânda “hayat” dediğimiz (nehir gibi) akışın içinde, iç âleminde derinliğe ulaşanların sığ ve sathi olanlardan ayrıldığını anlıyoruz.

“yıkasın çağ günahlarını sende,

kirlenen sen değilsin

sen, o çocuksun.”

Kirletilmiş bir çağda yaşamakla beraber, saadet asrından uzaklaşıldıkça kirlenen ahir zamanlara şahit olmaktan da mustarip olan şair, kendinden emindir; kendinden yani iman ve istikametinden.

“şehir, dışındaki kir!

şehir senden de fakir.

sen ey!

çık şehirden

bu nehirden

gir kendi içine

kendi içine gir…”

 Şehir, artık irfanı, medeniyeti değil, belki nesebi sahih olmayan karma ve kimliksiz ‘uygarlığı’ ‘kültürü’ temsil eder hale geldiğinden; şair şehirden yani kabalık ve kalabalıktan uzaklaşmak, kendi içine (kendi irfanına) sığınmak ister…

Bu yazıyı şöyle bağlayabiliriz. Şairi arı ve şiiri bal ile sembolize edersek, İsa Yar hiçbir kovanda değildir. Onun şiiri saftır. O bir şair… Öte yandan “iyi bir şair aynı zamanda iyi bir nasirdir” kelamını ölçü alırsak, denemede özgün, güçlü ve üslup sahibi bir kalemdir ki yazdıklarını şiir kitabıyla beraber nihayet bastırmıştır; (İçimin tenhasında SAKLI SÖZLER şiirvakti yyay. 2012) En iyisi, siz kitapları temin ederek İsa Yar’ın içinin tenha sahilinde biraz dolaşın; iyi gelir…

 

*Divanyolu Dergisi /Kasım 2017

SÜKÛT DERGİSİ VESİLESİYLE…


.
.

Ahmet ŞAHİN

 

       Bu fâkiri etraflıca tanıyanlar, millî mukaddesâtımız üzerine kalem oynatmış ve mâşerî vicdânda tâsvip görmüş eski ve yeni her ehl-i kalem sahibini gönülden alkışladığımızı; onlara sahip çıkmayı ve memleket umûmî efkârına tanıtmayı kendimize zevkli bir vazîfe telâkki ettiğimizi yakînen bilirler. Yine bilirler ki, “Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaât” dairesinde ve bu vadide her kim ne söylemişse; o söyleyenin her kelâmından dolayı da kendimizi, kendisinin bir kölesi mevkiînde görebileceğimizi çok iyi bilirler. Bu bakımdan, şahıslar ve onların eserleri ve şahsiyetleri hakkında serdettiğimiz fikirlerimizi mübâlâğalı bulanlar, bizi yeterince tanımamış ve maksadımızı anlamamış olanlardır. Çünkü bu azîz millet, bir türlü “münevver” olamayan “defolu-sahte-aydın”dan ve onların kökü dışarıdaki “kokuşmuş ideolojileri”nden çok çekmiştir. Elbette, millî irfânın yoğurucu gönüllüsü “hakîki münevver”lere sahip çıkmak ise, her şeyden en evvel; millî vicdânın emrettiği millî bir vazîfedir. Şahıslar ve eserleri hakkındaki yergimizin de, övgümüzün de kıstasını belirleyen şey, milletin mukaddesleridir. Bilinmelidir ki biz; bu millete, onun dinine, diline tarîhî örfüne ve an’ânesine gönülden bağlı olan herkesin dostuyuz. Bu sebeple, bir kere daha söyleyelim ki biz; millet aynasından gördüklerimizi olduğu gibi yazıp haykıran hakîkatli bir kalemiz ve inşâ-Allah son nefesimize kadar da böyle kalmaya devam edeceğiz!..

       Ünye’nin Sükûtî kalemlerimizden birisi

olan İsa Yar, kendi ifâdesi ile bir “münzevî” yahut bir “tenha köşe mukîmi”dir. Sessiz ve sakin görünmesine rağmen memleket meseleleri söz konusu olduğunda içindeki “iniş ve çıkışları” hâvî fikirlerini samimîyetle serdetmekten de geri durmaz. Mes’eleri gayet geniş ufuk zâvîyeden ele alarak sabırla değerlendirir ve neticeye mimini koyar.

İsa Yar’da konuşamama sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildir. Bilâkis o, konuştukça açılan bir pervâne gibi hareketlenir ve dahi dinleyenler üzerinde müspet heyecân uyandırır. Bu kabına sığmayan ayaklı kütüphâneyi andıran hareketli ve bereketli adam, hemen her zaman elinde dergileri yahut kitapları olduğu halde, boynunda asılı çantası ile “Küllük” mekânından “muzaffer bir komutan” edâsıyla içeri girerek selâmını verir, hoş-beş faslından sonra o anki mevzû’ya dahil olur.

O’nunla tanışmamız Zeki Ordu sayesinde olmuştu. Şöyle ki: Yeni vazîfe yerimiz Ünye olunca ve Ünye’ye yerleşince İhlas’ın o zamanki Ordu (Türkiye Gazetesi) temsilcisi Yaver Eyüpoğlu’na veda için uğradığım zaman, kendisi bana (-ki Yaver Eyüpoğlu şimdi aynı müessesenin Ünye temsilcisidir ve kendisiyle uzun senelere uzanan bir dostluğumuz vardır-) İhlas Ünye Temsilciliğine uğramamı tavsiye etmişti. Takriben 2001 Senesi Ekim Ayı sonları olsa gerek, İhlas Ünye Temsilciliğinde bulunduğum bir esnâda Zeki Ordu dostumuzla tanışmıştım. Kendisi beni oradan Ünye’nin “Küllük” diye tesmiye olunan çay ocağı mekânına götürmüştü. Burada kendisi gibi Perşembeli olan İsa Yar dostumuz ve diğer “Küllük” müdâvimleri ile tanışmıştım. Bu müdâvimlerin her birinde ayrı bir cevher, cevvaliyet ve kabiliyet bulunduğu benim hemen dikkatimi çekmişti. Bende bıraktıkları ilk intiba, buradaki âdemlerin hemen hepsi ile de sanki çok eskilerden gelen bir tanışıklığımızın var gibi oluşuydu. Belliydi ki, aynı iklimin ve irfânın çocuklarıydık ve 12 Eylül evvelsinin sisli ortamından geliyorduk. Fikrîmiz, zikrimiz birdi ve en önemlisi de biz, kitap okuyan bir nesle mensuptuk. Her birimizin tarihî çaplı müşâhedeleri, dünyevî ve uhrevî düşünceleri vardı. Bu memlekette yüksek sesle söylenecek elbet bizim de fikirlerimiz ve sözlerimiz olmalıydı…

Bu sâikle “Küllük” mekânında hemen her gün bir araya gelir, çeşitli mevzuûlara ilişkin uzun soluklu sohbetlerimizi demli çaylarla beraber hararetle devam ettirirdik. Umûmîyetle memleket mes’eleri girizgâhlı olmakla beraber, mevzû kültür ve edebiyat üzerine devam edip giderdi. Ünye’de bu bâbda bir kültür-edebiyat dergisinin çıkmamasından duyduğumuz burukluğu zaman zaman birbirimize ifâde eder, fakat bu külfetli işe girişmeye de cesaret edemezdik. Zaman zaman bu durumu birbirimizin e-posta adresleri marifetiyle de paylaştığımız olurdu. Hatta, bir keresinde Yahya Cumhur Tapçı “Susmak” başlıklı“ yazısıyla bilgece” bir tavır koyarak: “..boş konuşup havanda su dövmektense hiç konuşmamanın daha iyi olacağını ve şimdi ‘sükût’ etme zamanı olduğunu…” ifâde eder yollu ciddi çıkışını yapmıştı. Bu fâkir de kendisine: “ ‘sükût’ edip bir köşeye çekilemeyeceğini, asıl şimdi konuşması gerekenin kendisi olduğunu, zirâ dâvâsı’nın çilesini çekerek gelen Sayın Tapçı’nın hakîki ‘alperenler’ zümresinden olduğunu…” ifâde etmiştik.

Yahya Bey, sessizce ve derinden giderken; “Çınarın Gölgesinde” adlı bize göre çok başarılı ve ses getiren, görüntülü ve seviyeli mülâkatlar serisine de imzasını atıyordu.

Bu arada İsa Yar, Küllük”çülerden olsun veya olmasın eline geçirdiği ve beğendiği şiir ve yazıları “Küllük” mekânının duvarlarına kupür halinde asar, mekâna girenlerin dikkatlerini çekerdi. Kendisinin, “Küllükte Ahval” başlıklı mizâhî şiiri bunların en dikkat çekeniydi ve hâlâ mekânda çerçeveli olarak asılı durmaktadır.

Hüseyin Yıldıran ile İbrahim Ocak da boş durmamışlar, onlar da birbirinin alternatifi olabilecek mizâhî ağırlıklı renkli duvar gazeteleri çıkarmışlardı. Fatih Ordu ise ustaca onları birbirlerine karşı doldurmakta ve rekabet duygularını kamçılamaktaydı.

Türkiye’nin günlük mes’elelerinin tartışıldığı mekânın en renkli simâlarından birisi de hiç şüphesiz İslâm Ürkmez’di. İslâm Ürkmez, geniş çaplı kültürü ile müktesebâtı olan adamdı ve konuşulanların en son hulâsasını o yapardı.

Günler böyle geçip giderken; Zeki Ordu bu dergi çıkarıp çıkarmama mes’elesinde pek lâf etmez, umûmîyetle dinlemede kalır, sükûtu tercih ederdi. Zeki Bey, “Küllük”te kimsenin olmadığı bir esnâda cebinden katlanmış kağıtlardan oluşmuş bir küçücük defter çıkarmış ve “işte bu bizim dergimiz” demişti. Küçük defterin üzerinde “Sükût Dergisi” yazılıydı ve bunu şimdilik Zeki Bey ile ikimiz bilecektik… Kolay kolay dergi ismi beğenmeyen ben, bu işte apışıp kalmış ve “Sükût” adına itiraz bile edememiştim. Öyle ki derginin adı beni sanki büyülemişti…Ben derginin sahibinin de Zeki Bey’in olmasını kendisine söylemiştim; fakat o, mekânın fiili sahibinin olmasında bir mahzurun olmadığını ifâde etmişti…

Derken takaddüm eden günlerden birinde, mevzû “Küllük Ekibi”nce tartışılmış ve derginin çıkarılması kararlaştırılmıştı. Derginin finansman işini Yahya Bey, Genel Yayın Yönetmenliğini de Zeki Bey üstlenmişti. Bizler de dergiye yazılarımızla destek vermiştik… 2006 senesinin ilk günlerinde Samsun’daki bir matbaada ilk sayımızı çıkartmış, almaya gittiğimizde de çok çok heyecânlanmıştık…

İlk ve sonraki sayılar üzerine M.Halistin Kukul Hocamız, övgüsü ve yergisi ile beraber inceden inceye dergi sayılarını incelemiş, yazılardaki hatalarımızı bir münekkitçi gözüyle tek tek göstermişti.

Dergide pek çok eski imzanın yanında yeni imzalara da yer verilmişti. Bekir Oğuzbaşaran, Vedat Ali Tok, Fatih Ordu, İslâm Ürkmez, Hasan Fahri Dural, Mustafa Şıvgın, Recai Keskin, İbrahim Ocak, Hüseyin Yıldıran, Neşet Naim Öner, M.Halistin Kukul… gibi isimler dergiye değerli şiir ve yazıları ile destek vermişlerdi…

Hattat Mustafa Râkım Efendi özel sayısı ise göz kamaştırıcı bir sayı olmuştu.

Sonra olan olmuş ve dergi 5’nci sayısından sonra o gün bu gün yayınına ara vermiştir… Bir müddet İsa Bey ile Zeki Bey mahalli Radyolarda çeşitli sohbet programları yaparak derginin kapanmasından duydukları burukluğu kısmen de olsa ruhlarında giderme yoluna gitmişlerdir.

Sükût’un nabzını tam beş sayı tutabilmiş, nihâyet başlangıçtaki küçük bir ihmâl neticesinde tersine esen bir uğursuz rüzgârla savrulmuş, hep birlikte ebedî sukut’a dûçâr olmuştuk…

Şimdilerde ise “Küllük Ekibi” olarak bir yandan “Semerkand”ın mânevî ikliminde nefes alırken, bir yandan da Buhara’nın içimizi ısıtan sıcak demli çaylarını yudumlamadayız…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012

Yar’ın Dilinden


.
.
.

 

          Geçip gidiyor zaman. Akıyor ırmak; biz gidiyoruz, hayat kalıyor geriye.
         
Sokaklarda koşuşturan insanlar anlamsız bu meyanda. Bu telaş değiştirmiyor gerçeği. ‘Sonum varmış onu öğrensem asıl’, diyor ya şair. Irmağın bittiği yeri merak ediyorsunuz. Çağlayana kapılacağınız saati.
         
Çağlayan gerçek, meselelerimiz yalan. Geçip gidiyor zaman.
         
Hemen herkesi bir aldanmanın içinde görmek, işin kolaycılığı tabiî ki. Herkesi aynı tonda görmek biraz da renk körlüğümüzle alakalı. Oysa yaşadığımız yerde, mahallemizde, işimizde, çay ocağımızda derinden bakıldığında bambaşka renklerde insanları görmek, o peşin fikirlilikten çok daha zengin ve çok daha huzur verici.
         
Zamanın dışında işleyen insanlara karşı öteden beridir, bir yakınlık kurmuşumdur. Onlar günlük kuruntuların, sığ çekişmelerin, zamane mecburiyetlerin uzağında bir öte zaman çınarının gölgesinde yaşar gibi yaşamaları ilgimi çekmiştir hep. Dertleri gündelik sıkıntıların uzağında, meselenin etrafındakilerden çok kendisi ile alakalıdır.
        
Yaşadığım şehirde, onların arasında kendi dünyasının ışıklarında yol alan, zihninde kavuştuğu altın çağ ırmaklarından beslenen bir dostumdan söz açmak istiyorum: İsa Yar’dan.
         
Zannediyorum İsa Yar da bunlardan biri. Bakın şöyle diyor bir şiirinde:
                         
ah! artık susmalıyım, kim anlar lisanımı
                         
bu uğultu, izdiham, kalabalık tenhada
                        
saklandım görünerek, bilmesinler sanımı
                        
hep söyledim susarak, anlatırdım daha da…
         
İsa Bey, en başta şairlikten başka yapacak bir işin yok mu, sualini önemsememiş anlaşılan. Ev, araba muhabbeti sıkmış olmalı onu. O başka bir lisandan konuşmanın peşinde; lakin insanlar konuşmuyor o dilden. Bu konuşup susma, bu anlayıp anlatamama, biraz da Necip Fazıl etkisiyle olsa gerek tezatlara götürmüş onu: “Gün geceyle örtülü, diyor başka bir yazısında. “doğru yalanla kuşatılmıştı. Sükûtun rengi, sesin ahengi ve sözün de dengi vardı.”
         
Bu tezatların günümüz insanını anlamada bir önemi olduğunu düşünüyorum. Görünen o ki; iç kıymetlerimizde bir alabora yaşamışız. Bizi içimizdeki ‘ben’e götüren bütün işaretlerle oynanmış. Sükûtta çığlık gizli, kalabalıkta tenha.             
         
Peki, insanları böyle bozup kurcalayan ne: “insanlar manav dükkânındaki sebzeler gibi etiketlenmişti, diye cevap veriyor İsa Yar ve şöyle devam ediyor: “etiketlerde ‘statüler’ yazıyordu. Cilalanmış yaftaların gölgesinde silik, natamam bireyler, boş kafa dolu mideler ve iştiha ile azgınlaşmış nefs. Ne kolaydı insanı tarif: zengin-fakir, amir-memur, şu-bu, falan-filan… Yani hepsi dünyaya çıplak gelmiş, çıplak gidecek bir avuç toprak.
           
         
İsa Bey yazılarında, başkalarına buyurgan sorular sorup cevap isteme ceberutluğunda değil. Onun soruları daha çok kendine. Önce içindeki yumağı çözmenin derdinde. Onu yazmaya iten sâik de sanıyorum bu.
           
         
Buyurgan olmadığı gibi, anlaşılmaz şair kesilip herkesin onu anlaması taleplerinde de bulunmuyor. Bu talepsizlik onu hiçbir zaman kendine İkinci Yeni artığı süsü veren ne dediği belirsiz edebiyatçı taifesiyle aynı çizgiye getirmiyor.
           
        
Getirmediği için de, işret masalarında üç beş adı sanı duyulmuş şair kırıntısıyla Tutankamon heykelleri gibi mağrur resimler çektirmeyip, Eski Yunan tanrılarının oyulmuş gözleri gibi gözlerini buğulaştırarak ne kadar “düşünen” adam olduğunu teşhire yeltenmiyor.
           
         
O, her daim bu memleketin insanı gibi davranmanın peşinde:
                                                               biz, bu diyarın insanları
                                                               bahar gözlü çocuklarız/
                                                               kırda bulduk Nisanları…
                                                               lisanlarısükutun lûgatından!
                                                               biz bizi anlarız,
                                                               bize biz ağlarız.           
         
O, ne bir yazı masasının buyurgan ve sathi silahşoru ne de açtığı kapının ardındaki ışıklara kendini kaptırmış sağı solu tenkit etmekle kaim anlaşılmaz bir hercai. O, kaybedilen değerin farkında olan ve kaybı azaltmanın sancılarını çeken bir ruh insanı. Boş şeylerle avunmanın, kuru tenkide bulaştığı yerde daha derinlerde düşünmeyi deniyor. Meselesi bu:
         
Olup biteni tenkit etmekten öte, rahatın tuzağına düşmeden, bize mezara kadar eşlik edecek eşyanın tasallutundan kurtulup, tevarüs ettiğimiz değerleri, temsil etmenin, hayatın içine katmanın ve yarına taşımanın mücadelesini kanaatimce tam veremiyoruz.

———-Not: İsa Yar’ın şiir ve yazılarına www.isayar.net adresinden ulaşabilirsiniz 

Fatih ORDU 

*Berceste dergisi 2008

 

YÜRÜYEN CESETLER


 

Muammer Yeşilyurt

.21. yüzyılda beton yığınları arasında kaybolan insanlar, kimlik ve kültür yozlaşmasının da etkisiyle değerli büyüğümüz şair-yazar İsa Yar’ın ifadesiyle “ yürüyen cesetler” halini aldı. Kalabalık içinde yalnız yaşayanlar şüphesiz ahşap evlerin yerini alan bu beton yığınlarının teknolojiyle beraber mekanikleşmiş hayatın faturasının bu kadar ağır olacağını tahmin etmemişti. Sıkıştıkça tükeniyor adeta insanoğlu. Nihayetinde her sohbet ortamında dile getirilen geçmişe özlem…

Evet doğru kökleri zayıflamış bir ağacın ayakta kalamayacağı malumdur. O yüzden tarihimizi iyi öğrenmeye, geleceğimizi iyi yönlendirme adına geçmişimize vâkıf olmaya ihtiyacımız var. Bize geçmişteki sosyal hayatı, tarihimizi en iyi anlatan deliller, eski evlerimiz. Ne yazık ki günümüzde terkedilmiş, yalnızlıktan başı dönmüş vaziyette değerlendirilmeyi bekliyorlar. Böyle evlerde büyüyen nesiller gittikçe azalmakta ve o atmosferden uzak beton yığınlarının arasında, kültürden, ayrıntı ve sanattan uzak evlerde ömürler tüketilmekte. Oysa bahse konu ettiğimiz evlerimizde yaşayan büyüklerimiz üç nesil birlikte yaşamışlar, hayatın her alanında birbirlerine destek olmuşlardır. Daima bir muhabbet hakim olmuş, birlikten kuvvet doğmuştur. Oysa yaşadığımız çağda aylarca kapısı çalınmadığı için intihar eden yaşlıların haberlerini duyuyoruz. Öyle bir zaman ki ne yaşlılar saygıdan mahrum, ne çocuklar sevgiden yoksun olmuşlardır. Günümüzün aksine küçük de olsa bir bahçeleri vardır ve toprakla tanışıktır insanlar. Ya şimdi?

Hayat, bir bakıma, gizemli bir gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir

Günümüzde boşalan köyler ve büyüyen şehirlerde yitirdikleri gelenek ve göreneklerini yeniden canlandırmaya çalışıyorlar insanlar. Teknoloji sayesinde bir yandan refaha kavuşuyor, diğer yandan tam bir karanlık içine gömülüyoruz. Rahatlık, lüks ve zenginlik… 

Ve diğer tarafta müthiş bir yalnızlık. Adeta kaldırımda yürüyen ruhsuz cesetler haline döndük. Koşar adım ilerlerken hayatın basamaklarını, sosyal çevreyi, dostluklarımızı velhasıl iyi yanlarımızı unutmak kolay gibi gözüküyor insana. Beton yığınları arasında teknolojiyi hazmetmeye çalışırken, hayatın anlamını ve onun anlamını değerli kılan şeyleri yitirmemek gerekir. 

İşte tamda bu merhalede üstadın “huzur” adlı şiirinden bir bölüm aktararak konuyu bağlayalım: 

“köyde tattık hürriyeti

yitirdik şehirde!

bin nehirde

yıkanmaz kirimiz

yürüyen cesetleriz;

köyde kaldı dirimiz…” 

kibrit kutusundan yazı çıkarmak


 

.
.
.
Kibrit kutusundan yazı çıkartmak…  Nasıl olur?  Kibrit kutusundan kibrit çöpü çıkmaz her zaman. O sadece içersinde ‘vasati şu kadar çöp’ ibaresiyle, tanınmış, ‘tüplü çakmak’ denilen ucube çıktıktan sonra yerini onlara devretmiş bir hafızadır. Sözümüz ‘muhtar çakmağına’ değil. Çünkü o da geçmişi yad etmemize sebep olan başka bir hafıza sebebi.

            Şair-yazar dostum İsa yar’ın ‘Lamure’ sonbahar sayısı için kaleme aldığı  ‘Kibrit kutusunda hatıralar…’ başlıklı yazısını okuyunca o günlere gittim. Aynı kültür ikliminde kırk küsur yıl yaşamış biri olarak bu yazının bende tedai ettirdiği şey, sanırım aynı nesil üzerinde de aynı tesiri göstermiştir. Tabiî yazıyı okumuş olanlar için.

            Kibrit o zamanlar hayatın önemli parçalarından biriydi. Rahmetli dedemin ‘Nemlioğlu bir kibrit çöpü için hanımını boşamış’ bilgilendirmesi; bu nesnenin ne kadar hayatın içinde olduğunu aşikâr eyler. Kibrit bir hafızadır. Hem de önemli bir hafızadır. Böyle bir yazı bize hafızamızı canlandırmak için yetti de arttı bile. Doğrusu böyle bir konu için çok şey ifade eden bir yazı olmuş.

            Bir kibrit kutusundan yazı çıkarmak kolay değil elbet. Basitmiş gibi görünen şeylerin taşıdığı mânâ tahminden çok ötedir bazen. Kibrit de öyle. Şayet onu basit bir çöp olarak görürseniz yanılıyor, hatta aldanıyorsunuz demektir. Çünkü bazı şeylerin ifade ettiği hakikati onu hakkıyla yaşayanlar bilir.

            İsa Yar, yazının bir bölümünde o günlerin yaşantısını şöyle kaleme alıyor:    “Elektriğin ve elektronik aletlerin imkânından mahrum ve fakat 14 numara gaz lambasının nice masal saklayan loş ışığında aydınlanan müstakil evlerde sükûnetle genişleyen ahenkli bir huzuru içten hisseden çocuklardık biz.” Evet öyleydik… Gaz lâmbasının o kendine has loşluğu, içimizi öyle bir aydınlatırdı ki bu günün nesline bu izah etmek mümkün değildir. Çünkü her odada yanan elektrikli lâmbalar sanki hep varmış gibi bir hisse kapılmamızı sağlamaktadır. Hâlbuki o zaman evlerde aynı anda yanan gaz lâmbası nadirattan bulunurdu. Ve biz o loşluğu dışarının karanlığı ve içimiz aydınlığı ile kıyaslardık hep.

             O zamanlar her şey insan merkezliydi… Eşya daha bizlere hükmetmeye başlamamıştı. Hemen hemen birbirine benzer evlerde yaşardık. Yaz mevsiminin dışında benzer yanlarımız daha çok olurdu. İsa Yar’dan dinleyelim: “Üç mevsim kuzine/soba yanan kırmızı kiremitli Karadeniz evlerinde ocaklık tabir edilen kısımda (betona yüz vermemiş Anadolu evlerinde hala mevcuttur)  umumiyetle fındık/kızılağaç odunuyla ocak yanar, sacayağı üzerinde bir yemek kazanı fokurdar, isli çaydanlıkta çay demini alırdı.” İsli çaydanlıklarda demini alan çaylar yok artık. Muhtevası bilinmeyen her türlü deterjan ile rengi defalarca parlatılan, neredeyse alındığından daha yeni görünen, ışıl ışıl parlayan demliklerin içi isliydi şimdi. Ama kimse görmüyordu veya göremiyordu. O zamanlar bize içimiz parlatmayı öğretiyorlardı. Yani insan olmayı…

              “Briket duvarda gölgeler şekillenir, ahşap döşemeye serili kilimin üzerinde ya da yer minderinin rahatlığında oyunlar oynardık.” O zamanlar ne atari vardı ne bilgisayar. Yalnız başımıza değil başkalarıyla oynardık. Kızdığımız ve sevdiğimiz arkadaşlarımız olurdu. Canımız sıkılınca ‘klavyeyi tokatlamaz’ yerdeki ‘çalı’ya tekme atardık. O zaman yerlerde ‘ çalı çırpı’ denilen şeyler olurdu. Onları toplar kuzinede yakardık. Sadece bedenimiz değil içimiz de ısınırdı. Şimdi yerlerde plastik kap artıkları var. Ve … ve işe yaramayan çevreyi kirleten ne kadar şey varsa onlar. Değil içimizi dışımızı bile ısıtmıyor onlar. Sadece ruhumuzu karartıyor.

            Evet birbirine benzer evlerimizde eşyaların yerleri de aynıydı. İsa yar’ın yazısından bir bölümle yazımızı noktalayalım. “Ocaklığın üst kısmında bir çıkıntıda muhakkak içinde ‘vasatî’ kırk çöp olan birkaç kutu kibrit sıralanır,  hemen yanı başında bir çiviye takılı yarım rükûda gaz lambası asılı olurdu.” 

 

            Kibrit kutusundan yazı çıkartmak…  Nasıl olur? Demek böyle bir şey…

 

 Not: Sayın İsa Yar’ın yazısını tamamını 2009 Lamure sonbahar sayısında ve ya www.isayar.com den okuyabilirsiniz.

 

            Zeki ORDU

*Karadeniz Haber Postası Gazetesi

Derinliğine İrfan Genişliğine Kültür Sahibi Olan Adam: İslam Ürkmez


                         
Aslında bu yazının başlığı böyle olmamalıydı. Peki, niçin öyle koydunuz sorusunu sormaya hakkınız var.

Öncelikle yazının başlığı “İslâm Hoca” olması daha münasip düşerdi. Lâkin hem isim hem de lâkap veya unvan, insana daha okumadan başka şeyleri hatırlatabilir. Ve yazının mahiyetinin anlaşılması zorlaşır. Bu sebepten bu başlıktan kaçınmış olduk.

Daha önce “Küllük Müdavimleri” başlıklı yazımda; İslâm Hoca hakkında ayrıca bir yazı yazmak gerekli diyerek, kendisinden bahsetmemiştim. Sonra bu fikrimden kısa süre sonra vazgeçtim. Çünkü İslâm Hoca’yı bir yazıyla anlatmak geçiştirmek demektir. Bence derinlemesine tahlilden geçirip eğitim fakültelerine ders olarak okutulsa yeridir.

Efendim kimdir bu İslâm Hoca? Her şeyden önce sizin benim gibi bir âdemoğlu. Tabii sureten öyle. Kişilerin bir de görünmeyen veya hemen fark edilmeyen yanları vardır ki, bunu ancak yakınlarında olanlar anlayabilir. Anlayabilir diyorum çünkü bu işin fevkinde olmayan kişiler de olabilir. Ne demiş atalarımız: “Altının kıymetini sarraf bilir.”

Yazı hayatımın en zor yazılarından birisi bu yazı. Çünkü kolay değil bazı kişileri kaleme almak. Atladığınız, yanlış yorumladığınız, anlamakta zorlandığınız birçok şey olabilir. Sanırım hocamız bu kadarcık kusurumuzu affeder.

İlk tanıdığım zamanı dün gibi hatırlıyorum. Ünye dışında bir okulda edebiyat öğretmenliği yaparken bazı hafta sonlarında sılayı rahim yapmak için Ünye’ye geldiği zaman; dostlarla muhabbet etmek için Küllük’e uğradığında görmüştüm onu. O zamanlarda hemen hemen aynı yerde oturur, kendisine gelen çayı yudumlarken hafifçe önüne eğilir ve elindeki bardağı kavisli bir hareketle ağzına götürürdü. Sohbetin başlarında konuşulanlara fazla müdahil olmazdı. Sonradan konuşmaya başlayınca kendine has üslupla konuya girer sanki bizim anlayabileceğimiz kavramları özenle seçerdi. Ben şahsen bu şeklen bize benzeyen kişideki derinliği sezerdim. Sezerdim dedimse öyle hususi meziyetlerim oluşan değil, onun ‘aslında ben de daha neler var’ tarzındaki ifadelerinden bana bile sezdirirdi.

Zamanla onu dikkatlice dinledim. Her şeyden evvel tam bir Anadolu insanıydı. Başkalarını bilmem ama ben bu Anadolu insanı ifadesini çok sever ve benim için ‘adam gibi adam’ mânâsına gelen bir sözdü. Öyle fildişi kulede oturan zevatlardan değildi. İlmi üstünlüğünü ‘bak neler biliyorumdan’ çok, sizinle de paylaşmak istiyorum mütevazılığı çerçevesinde izaha çalışır, kendisinden istifade ederdim.

İslâm Hoca benim gözümde sadece bir edebiyat öğretmeni değildi. O kâh dost, kâh arkadaş, kâh abi, kâh baba, kâh eğitimci, kâh rehberlikçi hülâsa kendi dışında kişi neye ihtiyaç duyarsa oydu.

İslâm Hocayla paylaşmadığımız yer olmuş olabilir. Belki aynı rengi sevmiyoruzdur. Ama öyle sanıyorum ki İslam Hocayla taban tabana zıt bir kişi olamaz. Çeyrek asrı aşkın süre eğitimin içinde olarak şunu deme hakkım var mı bilmiyorum ama İslâm Hoca’nın bir dersine giren öğrenci onu unutacağını sanmıyorum.      

İster teker teker, ister sınıfça olsun ona olan hayranlık öğrencilerinin gözünden okunmaktadır. Sadece bu değil elbet. Kendine has ifade tarzı onu başkalarından ayıran mühim hususiyetlerdendir. Ben onun sadece bir eğitim yaptığına inananlardan değilim. Belli bir el dokunmuş ona. Yoksa tek başına belli sistemin okulundan mezun olan kişilerin bu denli çok yönlü olması oldukça zor olur.

Öncelikle Masum Anadolu çocuklarının rehber edeceği bir model İslam Hoca. Gayretin, azmin, hedeflerin, ne olduğunu fak etmesinin, ne olacağını keşfetmesini ve dahası nerede nasıl durulacağının mektebi o…

Şanssızlığı belik de şansı burada olması… Çünkü kendi sahasında ilerleme kaydetme gayretinde olsaydı, birazcık kendini düşünecek durumda olsaydı, bu gün anlı, şanlı, namlı zevatların çok önünde olurdu. Dedik ya o günümüz aristokratlarından değil, samimi bir asilzade gibi yaşamayı tercih etti. Böylece; asıl damarlarına ulaşılamamış bir mücevher gibi kaldı. Ama olsun onun orada oluşu veya kalışı bir nakısa değil. Şairin dediği gibi “Yere düşmekle sakıt olmaz cevher kadrü kıymetten”

Bir Anadolu insanını anlatmak için sadece kalem sahibi olmak yetmiyor. Gönül sahibi de olması lâzım. Çünkü kalem var olanları ve görünenleri anlatır. Gönül ise gönlü görür. Neşet Ertaş’ın bir türküsünde “Gönülden gönüle yol gizli gizli” dediği gibi. Asl olan da budur zaten.

İslâm Hoca bir Anadolu asilzadesidir benim nazarımda. Yani çok kişinin dünya makamları ve mevkileriyle ulaşamadıkları bir seviye…

Son olarak kendisinin Ünye Kültür Dergisi’nde neşrolan “Şiir zevkinin ölçüsü” başlıklı yazısından bir şair tarifini de buraya almak istiyorum.

“… Zira hiçbir sözün tekrarı, ilşk söylenenin cazibesini oluşturmaz. Bu da bütün bir insanoğlunun tarihini bilmek gibi bir mecburiyetle karşılaştırır bizi. Yani şair derinliğine bir irfan sahibi olduğu kadar genişliğine de bir kültür sahibi olmalıdır.”

Bence son cümleyi çerçeve yaptırıp bir duvara asmak lazım. Sağ olasın İslam Hoca bize ‘biz’i hatırlattın. Maalesef biz (ben) derinliğine bataklıkta, genişliğini de çöllerdeyiz. Üzerimizde ot bitmiyor…

 

Zeki ORDU

www.unyetv.net/

Sis / Yalnızlığım


 Dr. M. Kamil TURAN
.
.

Yalnızlığım

Odam, tekrar kasvetine terk ettim
Dolu küllüğünün isli duvarlarına
Ve döktüğüm burcu burcu ecel
Alevin ahengindeki gizli kelebek
Çığlığımla tekrar sisli sokaklarına
Ben geldim.                               
2009 

Tasviri;
I
O ki şair ya da karalayıcı yalnızdır. Daha şiirin başında var olan duruma inat daha ortada da hiç bir şey yok iken üstelik yalnızlığına dikkat çeker. Dikkat buyurulursa “yalnızlığım” kelimesi çok şeylere gebedir. Yalnızdır ve lakin kimselerin bu yalnızlıktan haberi yoktur. Kaldı ki haberleri olsa bile O bunu kendine atfetmiş ve tüm beşeri bundan münezzeh kılmıştır.
O, bu halde sadece kendini ilgilendiren yalnızlığını okuyucuya pek de sıkıntı duymadığı üslubu ile yansıtmaya çalışır. 

II
Münferit yalnızlığının sadece ona atfı şiirin ikinci kelimesinde pekişir ve kırılmasının mümkünü olmayan bir yargı halini alır “Odam”. Yalnızlık gibi oda ona aittir.
İnsan siluetinde hayat bulan oda ayni zamanda bir kurtuluşu simgeler ki de zaten kimse buna tanık değildir. Zaten tanık olmasını beklemek de ona göre yanlış olur zira ruhunu odaya terk etmiş sıfatına kurtuluşun anlamını yüklemiştir. Tekrar terk eden adam daha önceki terk edişlerini vurgulamak için “tekrar” kelimesi için şiirin üslubuna ters kaçtığına inandığım üçüncü kelimeyi seçer. Kasvet, terk ve icra fiilini de arkasına sıralar ki bundan kastı belki de bu terk edişten odanın ve odanın kimliğinde bir bütün beserin haberinin olmadığını vurgulamak ya da birden bire külliyen vukuu bulan olayların ne kadar can sıkıcı ve bezdirici olduğunu bundan mütevellit de herkesin bihaber kaldığını vurgulamaktır. Ne kadar ani ve ne kadar can alıcı bir olay olmuştur lakin bu bize açık değil, gaiptir
Duvarlarındaki is odanın ne denli eski belki de onunla birlikte doğmuş olduğuna işaret ederken, odam ile bunun doğru bir tespit olduğuna olan inancım pekişir, küllüğünün dolu ve onunda isli olduğu pek de uzak olmayan bir geçmişte burada yine varlığın hükmü olduğuna ve bir zaman kaldığına ve o zaman sonunda da ayrılırken dolu bıraktığı küllüğü ona terk anında kalan kasveti tekrar anında ona yine hediye hasebinde sunulmasının temini sağlamak mıdır bilinmez; lakin eğer böyle ise ki bence öyledir, O çektiği sıkıntılı elemin geçmişini de her seferinde yasayarak ve her seferinde yenisini üstüne katıp dimağında devleştirerek fikrini ifşa eder.
İfşa edilen şey ise ‘Alevin ahengindeki gizli kelebek’tir. Gizlidir çünkü hem yalnızlık hem de bundan doğan oda, elem ve kasvet sadece ama sadece ona ait iki mahremdir ki bu kelebeğin gizli oluşu da buna işaret eder. Hâkim olduğunuz üzere kelebek ve ateşin hikâyesi pek elimdir lakin dersler doludur.Modernistler, sözlemde ki yabanilikten bahisle öze kiyim ve delilik deselerde; ahenk sahipleri, sizler denmek istenen ile modernistlerin kastına atfen özlemselliğin ve deliliğin birbirinden nasıl bir ince hatla ayrıldığını Alevin ahengindeki gizli kelebeğin aslen O, zahirde ise dünya olduğuna katılırsınız zannındayım. Çığlık atarak gelir, beşerde bir ümidi ya da fikriyatının artik bir değerinin kalmaması onun zaten belki de gayb’daki nedenidir. Ecelin burcu burcu ter ile izaet oluşu misli misli yaşanan yalnızlığa dönüsünün simgesidir. Nihayet o an gelir O önünde durduğu odanın kapısını tıklatır ve ona aitliğini ve odanın da ona olan özlemini ifade ederek çığlık ile “Ben geldim.” der. İste bu andan sonra yazılacak bir şey de kalmamıştır ama illa ve illa açıklama gerekecekse O bize basa dönün ve tekrar bu tasviri okuyun iste o andan sonra bunlar oldu der ve nihayeti 2009 ile belgeler. 

III
Bundan başka bir söze gerek kalmayıp; doğanın devri bünyesinde onun ne kadar yalnız kaldığının idraki içinde olmak kâfi olup onu da zannımca memnun edecektir zira bu iki şey sadece ve sadece ona ait mahremlerdir.                                                                                               
MKT


Sis

Ve yaz geldi. Tüm hüznü ve hainliği ile. Şimdi bu yüzümdeki ışık kırığı çizgiler bana otuz üç yılın bir hediyesi olamaz. Her yıl birbirini takip eden hüzündür buna sebep olan beklide, yani yaz. Yani yağmurun olmadığı, sisin ve soğuğun beni saran şefkatli kollarının olmadığı, gecelerin ise riyakâr olduğu yaz…             

Her sabah güneşin kollarını izliyorum; ufkun ardından yükselerek, başıboş aç ve azgın köpeklerin saldırdığı gibi saldırıyor bedenime. Ağır ağır sarılıp, beni sıkıştırıyor ve sıkıştırıp nefesimi kesiyor, beni tüketiyor. Bu buğday sarısı yaşlı masaya her kum tanesi düştüğünde bir parçamı daha kaybediyorum. Zamanın kumları arasında kaybolurken; bu daral beni tüketiyor. Sadece ağlayabilirim, sesim çıkmaz haykırayım, ellerim tutmaz zincirlerinden asılmaya gücüm yetmez ama kaçamam. Bu bir nefretten çok bir hasretin mektubudur. Kışın soğuğuna, gecelerinin samimiyetine, sisli havalarının inanılmaz ahengi içinde akıp giden zamana.            

Hayatımın her evresinde ve her saniyesinde aklıma gelen belki de tek şey yağmur oldu. Bu baki düşünce benimle doğduğuna inandığım ve benimle ölecek olan tek tutkumdu; ta ki yağmurun bana kardeşlerini tanıttığı o ana değin. Çok küçük değildim, günlerden Pazar mevsimlerden kıştı. Soğuktu; soğuğun kokusunu alabilecek kadar, soğuk ve sessiz, kimsesiz bir sokaktı; net olmasa da zihnimde kalan alaca karanlık ya da birden bozaran bir ufuk zamanıydı ve birden başlayan yağmur bana tanı, sisi ve soğuğu tekrar tanıştırdı. Bundan dolayı ki yüzüme değer her yağmur zerresinin ayrı bir serinliği, ayrı bir dileği, ayrı bir diyeceği ve ayrı bir hırsı/hıncı vardır.                        

Sıkılıyorum;           
Şimdi suratıma derin kesikler atan güneş… Sonrasında kavrulmuş bir ten ve buna hapsolmuş sırılsıklam bir ruh; yalan bir senaryonun başrol oyuncusu güneş. Gecelerimin katili güneş, seninle uyanmak bana zor geliyor; kusmak istiyorum ne varsa içimde, kafatasımı da üstat, kusmak ve kurtulmak bu insan sıfatından; var olabilmek tekrar, sınırlarımı yeniden çizip tekrar dirilişime tanık olacağım ana dek; sadece var olabilmek için, yok olmayı dilemek için. En önemlisi dinlenebilmek için.                       

Nefes alamıyorum;           
Şimdi gecelerim mutlak ve tek hâkim olduğu dünyanın kubbesinde olmayı ne denli çok isterdim. Gözlerimi kapatıp düşünüyorum ve her uyandığımda yine bu başak sarısı masanın üzerinde buluyorum kendimi; yoruldum artık bile diyemiyorum; nefes alamıyorum.

Sıkılıyorum;           
Şimdi suratıma derin kesikler atan güneş… Memnun musun? Eskiden sis ne kadar kalın olursa olsun koşar ve kendimi bulurdum. Şimdi bırakın koşmayı nefes bile alamıyorum; o kadar kalın bir tabaka ki koşmak sadece hayal olur. Sorun saflık tabidir ki; saflık, bedenim kirlendiği günden beri zehirlenen bir dimağ ve felç olmuş düşüncem ile ben saf olamam. Ölüyorum. Siz beni terk ettiğinizden beri, ölüyorum. Anlamsız bir fısıltı şimdi sevdiklerimin tüm istekleri, sadece ölüyorum.
 
MKT,2009,
Yorumlar ve sisli oda…

 

Mânâ Ordusunun Fatihi Veya Yalnız Cengaveri


 Zeki ORDU
.
.
.

Hayatın bizleri, ne zaman kimlerle ve nasıl karşılaştıracağını nereden bilebiliriz? Doğduğu, büyüdüğü, eğitim gördüğü, askerlik yaptığı ve yuva kurduğu yerler çok farklı olmasına rağmen; bilinmeyen bir sebepten dolayı bir şekilde tanıştığımız öyle çok kişi ve kişiler vardır ki? Bunlardan bazıları hayatımızda öyle bir yer alır ki ömür boyu asla unutmamız mümkün değildir. Bazen, arkadaş, bazen sırdaş bazen de can dostu oluruz. Paylaştığımız çok şeyimiz olur. 

İnsanoğlunun kendi hemcinsleri hariç dünyadaki çok şeye sabır gösterebilir. Nedense sadece kendi soyundan olanlara tahammülü yoktur. Yeryüzünde bulunan birçok güzellikleri başkalarıyla paylaşan insanoğlunun başka insanların başarılarını kabullenmesi çok kolay olamamaktadır. Bunun sebebi veya sebepleri üzerinde duracak halde değilim. Vakıa o dur ki böyle şeyler olmaktadır. 

Herkes gibi benim de birçok dost ve arkadaşlarım var. Bunlar samimiyet dercesine göre gönlümüzde yer tutmuşlardır. Bazılarının daha farklı yeri olması ise gayet tabiîdir. Çok kişinin böyle gönül dostları vardır. 

Ben uzun zamandır bir dostum hakkında bir yazı yazmayı planlamıştım. Ancak bir fırsatını bulup kalemi elime alamadım ve hislerimi satırlara dökemedim. Bunda asıl sebep dostumu lâyıkı veçhiyle anlatamamak, yavan ve basit cümleler kurup, hislerimi bihakkın kaleme alamama korkusundandı. Ama başka bir dostum benim yapamadığım bu işi yaparak “Yar’ın Dilinden” adlı yazıyı kaleme aldı. Ve kendi üslubu ile bazı açıklamalarda bulundu. Kendisine bir teşekkür borçluyum. Şurası unutulmamalıdır ki İsa Yar hakkında yazılan, söylenen her güzel söz bizce de makbûl olup dostları bizim de dostumuzdur vesselâm. Bu böyle biline… 

Fatih Ordu’yu yalnız bir cengâvere benzettim hep. Birçokları sadece konuşurken o icraat yapıyordu. Ben dâhil birçoğumuz laf üretirken o faaliyet yapıyordu. Bir şeyleri söylemekle kalmıyor, eskilerin tabiri ile “kuvveden fiile” tebdil ediyordu. Bu gün Ünye’de Fatih Ordu imzası dünya var oldukça kalacaktır. Ama maalesef kıymet bilen salâhiyet sahipleri bu işin farkında değiller. 

Fatih Ordu sadece Ünye’nin değil bu ülkenin de bir kıymetidir. Bu tür insanlar az yetişir. Elbette her fani gibi zaafları olacaktır. Ama yaptıklarına ve söylediklerine bakacak olursak nasıl bir kıymet ifade ettiğini daha iyi anlarız. Şahsi başarılarını yanında yapmış olduğu çalışmalar ve faaliyetler ismini çok uzun yıllar dillerden düşürmeyecektir. Bu memlekete diktiği “fidanlar” yeşerip neşv ü nemâ buldukça ismi daha da bir kıymet arz edecek ve gönüllerdeki hak ettiği yeri alacaktır.  

Bazı şeyler kolay olmuyor. Sadece yetiştirdiği öğrenciler ona yeter. Bu fidanlar ileride en güzel çiçeklerini açacaktır. Ayrıca park ve bahçelere diktiği fideler ise “mekâna atılan imza”dır. Bu imza zamanla mekânlardan gönüllere yol bulacaktır. Bu için bizim yazdıklarımız, söylediklerimiz ve bu günün mühim şahsiyetlerinin isimleri unutulup giderken baharda açacak her yaprak onun ismini kazıyacaktır hafızalara.  

Büyük başarılar, büyük sancıları da getirir. Fatih Ordu “fikir sancısı” çeken, kalem, kelâm ve gönül ehli bir insan. Benim için onu tanımak bir bahtiyarlık olmuştur. Kendisine daha nice yıllar “fidanlar yetiştirmek” nasip olması temenni ediyorum. Her zaman fidanlar bahçelerde yetişmez. Kırlarda, dağlarda, tepelerde de yetişir. O fidanlar yağmur, kar, güneş gibi tabiî zorluklarla karşılaşabileceği gibi bazı “insanlar”la da karşılaşacaktır. Yağmurdan, güneşten, kardan ve fırtınadan korunmak mümkündür. Asıl olan “korunması zor olandan” korunmaktır. Bu da kolay olmayacaktır. Bunun için her zaman sefere hazır olmalı, zorluklara tahammül edilmeli asla yılmamalıdır.

DİSKUR


.
.
.

Efendim, malûmunuz olduğu veçhile, mayıs ayının ikinci pazarı ‘anneler günü’ olarak kutlanmaktadır ve kutlanmıştır netekim; ki bu yazıyı gecikmiş bir ‘anneler günü’ karalaması olarak da okuyabilirsiniz.  Anna Jarvis nâm bir vatandaşın (elbette ABD vatandaşıdır kendileri) 1908 senesinde başlattığı bir tür etkinlik olan anneler günü, 1914 senesinde ABD tarafından resmî bayram olarak kabul edilmiş ve böylece aynı familyadan (tüketim familyası) olan bir çok ‘gün’ gibi bu gün’de abede menşeli olarak tarihe ve de faaliyete geçmiştir; biz de ise ellilerin ortasından itibaren kutlanmaya başlanmış, seksenden sonra kutlanması tabu haline getirilmiş, doksandan sonra ise kutlamayanlar veya aksine söz sarf edenlerin ‘cıss’ yapıldığı nev-zuhur ‘tüketizm dini’nin çok önemli olayı/ritüeli olarak fetişleştirilmiştir.

Siz, böyle bol keseden attığım için, anneler günü olgusuna karşı olduğumu vehmedebilirsiniz, o kadar cesaretim olsa da karşı falan değilimdir bizzat; karşı olduğum, sizin de karşı olduğunuzu zannettiğim ve karşı olunmasını da şiddetle arzuladığım şey, hâdisenin benzer bütün hâdiseler gibi kendi çerçevesinden çıkarılıp genel bir ‘tüketim’ çılgınlığına dönüştürülmesidir ki siz hâlâ annenize ‘beş taş’ pırlanta almadınız mı? Üstelik ‘beş taş’ alana ‘tek taş’ da hediye ve bilmem ne kartına tam 12 taksit

Frenkler; ‘meleklerin çok meşgul olduğu bir gün, tanrı, yeryüzündeki işleri organize etsinler diye anneleri yaratmıştır’ derler, annelerin melek olduklarını anlatmak için. (Okuduğunuz bu cümleyi, merhum İlhan Bardakçı hocadan bile-isteye ve severek ‘aşırmış’ bulunmaktayım).  Peygamber Efendimiz (a.s) ise; ‘yetişkinliklerinde ana-babası sağ olanlar eğer cenneti kazanamamışlarsa akıllarına şaşarım’ buyurur mealen ve bu mevzuda da son noktayı koyar; ‘cennet anaların ayakları altındadır.’

Buradan hareketle ve dünya âhiretin tarlasıdır düsturunu da pas geçmeden; bu imtihanın sonunda kazanmayı dilediğimiz ve umduğumuz (inşallah) cennetin anahtarı, demek ki neymiş, yanıbaşımızdaymış… Muhtemelen siz de bu satırların yazarı gibi, geçen anneler gününde, ‘gız ana, anneler günün kutlu olsun hadi bakalım’ diyerek, ya yandan bir kucaklama yada herhangi bir yerden ‘bir türlü’ elde edilmiş bir çiçekle ‘işi’ yırtmaya çalıştınız! Ve muhtemelen geçen ve gelecek bütün anneler gününde, annenize, bilmem ne kartına 12 taksitle satılan ve yanında ‘tek taş’ pırlanta hediyesi de olan o ‘beş taş’ pırlanta setini almayacak/alamayacaksınız ve muhtemelen annenize, tüm bunların fevkinde olan bir şey alacaksınız/almaya çalışacaksınız; GÖNLÜNÜ

Evet, en iyisi siz, tüketizm dininin tüketim ritüeline inat, anneler gününde, annenize, annenizin gönlünü alın; o gönlü almanın çok kolay olduğunu ve aynı zamanda o gönlü almanın ‘altı milyar bilmem kaç küsur’ yolu olduğunu da unutmadan…  

Gecikmiş bir ‘anneler günü’ denemesini ‘denedikten’ sonra gelelim şu “diskur” meselesine; önceleri bu kelimenin ‘menüsküs’ cinsinden daha çok topçularda görülen diz kaslarının yırtılması/zedelenmesi türü bir şey olduğunu zannederdim, sonradan öğrendim ki, bendeniz gibi çok konuşanların dûçar olduğu bir tür ‘üst solunum yolu’ enfeksiyonu imiş; verdiğim söylev den de anlaşıldığı gibi, vesselâm…   

Hüseyin YILDIRAN

*Haber Takip Gazetesi 2009

 

HAYATIN ANLAMINI YİTİRMEK


.
.

21. yüzyılda beton yığınları arasında kaybolan insanlar, kimlik ve kültür yozlaşmasının da etkisiyle değerli büyüğümüz şair-yazar İsa Yar’ın ifadesiyle “ yürüyen cesetler” halini aldı. Kalabalık içinde yalnız yaşayanlar şüphesiz ahşap evlerin yerini alan bu beton yığınlarının teknolojiyle beraber mekanikleşmiş hayatın faturasının bu kadar ağır olacağını tahmin etmemişti. Sıkıştıkça tükeniyor adeta insanoğlu. Nihayetinde her sohbet ortamında dile getirilen geçmişe özlem…
Evet doğru kökleri zayıflamış bir ağacın ayakta kalamayacağı malumdur. O yüzden tarihimizi iyi öğrenmeye, geleceğimizi iyi yönlendirme adına geçmişimize vâkıf olmaya ihtiyacımız var. Bize geçmişteki sosyal hayatı, tarihimizi en iyi anlatan deliller, eski evlerimiz. Ne yazık ki günümüzde terkedilmiş, yalnızlıktan başı dönmüş vaziyette değerlendirilmeyi bekliyorlar. Böyle evlerde büyüyen nesiller gittikçe azalmakta ve o atmosferden uzak beton yığınlarının arasında, kültürden, ayrıntı ve sanattan uzak evlerde ömürler tüketilmekte. Oysa bahse konu ettiğimiz evlerimizde yaşayan büyüklerimiz üç nesil birlikte yaşamışlar, hayatın her alanında birbirlerine destek olmuşlardır. Daima bir muhabbet hakim olmuş, birlikten kuvvet doğmuştur. Oysa yaşadığımız çağda aylarca kapısı çalınmadığı için intihar eden yaşlıların haberlerini duyuyoruz. Öyle bir zaman ki ne yaşlılar saygıdan mahrum, ne çocuklar sevgiden yoksun olmuşlardır. Günümüzün aksine küçük de olsa bir bahçeleri vardır ve toprakla tanışıktır insanlar. Ya şimdi?
Hayat, bir bakıma, gizemli bir gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir
Günümüzde boşalan köyler ve büyüyen şehirlerde yitirdikleri gelenek ve göreneklerini yeniden canlandırmaya çalışıyorlar insanlar. Teknoloji sayesinde bir yandan refaha kavuşuyor, diğer yandan tam bir karanlık içine gömülüyoruz. Rahatlık, lüks ve zenginlik…
Ve diğer tarafta müthiş bir yalnızlık. Adeta kaldırımda yürüyen ruhsuz cesetler haline döndük. Koşar adım ilerlerken hayatın basamaklarını, sosyal çevreyi, dostluklarımızı velhasıl iyi yanlarımızı unutmak kolay gibi gözüküyor insana. Beton yığınları arasında teknolojiyi hazmetmeye çalışırken, hayatın anlamını ve onun anlamını değerli kılan şeyleri yitirmemek gerekir.
İşte tamda bu merhalede üstadın “huzur” adlı şiirinden bir bölüm aktararak konuyu bağlayalım:
“köyde tattık hürriyeti
yitirdik şehirde!
bin nehirde
yıkanmaz kirimiz
yürüyen cesetleriz;
köyde kaldı dirimiz…”
Unutmayalım geçmişin izlerini taşıyan ve gelecek adına ümit vadeden bir ilçede yaşıyoruz