DİSKUR


.
.
.

Efendim, malûmunuz olduğu veçhile, mayıs ayının ikinci pazarı ‘anneler günü’ olarak kutlanmaktadır ve kutlanmıştır netekim; ki bu yazıyı gecikmiş bir ‘anneler günü’ karalaması olarak da okuyabilirsiniz.  Anna Jarvis nâm bir vatandaşın (elbette ABD vatandaşıdır kendileri) 1908 senesinde başlattığı bir tür etkinlik olan anneler günü, 1914 senesinde ABD tarafından resmî bayram olarak kabul edilmiş ve böylece aynı familyadan (tüketim familyası) olan bir çok ‘gün’ gibi bu gün’de abede menşeli olarak tarihe ve de faaliyete geçmiştir; biz de ise ellilerin ortasından itibaren kutlanmaya başlanmış, seksenden sonra kutlanması tabu haline getirilmiş, doksandan sonra ise kutlamayanlar veya aksine söz sarf edenlerin ‘cıss’ yapıldığı nev-zuhur ‘tüketizm dini’nin çok önemli olayı/ritüeli olarak fetişleştirilmiştir.

Siz, böyle bol keseden attığım için, anneler günü olgusuna karşı olduğumu vehmedebilirsiniz, o kadar cesaretim olsa da karşı falan değilimdir bizzat; karşı olduğum, sizin de karşı olduğunuzu zannettiğim ve karşı olunmasını da şiddetle arzuladığım şey, hâdisenin benzer bütün hâdiseler gibi kendi çerçevesinden çıkarılıp genel bir ‘tüketim’ çılgınlığına dönüştürülmesidir ki siz hâlâ annenize ‘beş taş’ pırlanta almadınız mı? Üstelik ‘beş taş’ alana ‘tek taş’ da hediye ve bilmem ne kartına tam 12 taksit

Frenkler; ‘meleklerin çok meşgul olduğu bir gün, tanrı, yeryüzündeki işleri organize etsinler diye anneleri yaratmıştır’ derler, annelerin melek olduklarını anlatmak için. (Okuduğunuz bu cümleyi, merhum İlhan Bardakçı hocadan bile-isteye ve severek ‘aşırmış’ bulunmaktayım).  Peygamber Efendimiz (a.s) ise; ‘yetişkinliklerinde ana-babası sağ olanlar eğer cenneti kazanamamışlarsa akıllarına şaşarım’ buyurur mealen ve bu mevzuda da son noktayı koyar; ‘cennet anaların ayakları altındadır.’

Buradan hareketle ve dünya âhiretin tarlasıdır düsturunu da pas geçmeden; bu imtihanın sonunda kazanmayı dilediğimiz ve umduğumuz (inşallah) cennetin anahtarı, demek ki neymiş, yanıbaşımızdaymış… Muhtemelen siz de bu satırların yazarı gibi, geçen anneler gününde, ‘gız ana, anneler günün kutlu olsun hadi bakalım’ diyerek, ya yandan bir kucaklama yada herhangi bir yerden ‘bir türlü’ elde edilmiş bir çiçekle ‘işi’ yırtmaya çalıştınız! Ve muhtemelen geçen ve gelecek bütün anneler gününde, annenize, bilmem ne kartına 12 taksitle satılan ve yanında ‘tek taş’ pırlanta hediyesi de olan o ‘beş taş’ pırlanta setini almayacak/alamayacaksınız ve muhtemelen annenize, tüm bunların fevkinde olan bir şey alacaksınız/almaya çalışacaksınız; GÖNLÜNÜ

Evet, en iyisi siz, tüketizm dininin tüketim ritüeline inat, anneler gününde, annenize, annenizin gönlünü alın; o gönlü almanın çok kolay olduğunu ve aynı zamanda o gönlü almanın ‘altı milyar bilmem kaç küsur’ yolu olduğunu da unutmadan…  

Gecikmiş bir ‘anneler günü’ denemesini ‘denedikten’ sonra gelelim şu “diskur” meselesine; önceleri bu kelimenin ‘menüsküs’ cinsinden daha çok topçularda görülen diz kaslarının yırtılması/zedelenmesi türü bir şey olduğunu zannederdim, sonradan öğrendim ki, bendeniz gibi çok konuşanların dûçar olduğu bir tür ‘üst solunum yolu’ enfeksiyonu imiş; verdiğim söylev den de anlaşıldığı gibi, vesselâm…   

Hüseyin YILDIRAN

*Haber Takip Gazetesi 2009

 

HAYATIN ANLAMINI YİTİRMEK


.
.

21. yüzyılda beton yığınları arasında kaybolan insanlar, kimlik ve kültür yozlaşmasının da etkisiyle değerli büyüğümüz şair-yazar İsa Yar’ın ifadesiyle “ yürüyen cesetler” halini aldı. Kalabalık içinde yalnız yaşayanlar şüphesiz ahşap evlerin yerini alan bu beton yığınlarının teknolojiyle beraber mekanikleşmiş hayatın faturasının bu kadar ağır olacağını tahmin etmemişti. Sıkıştıkça tükeniyor adeta insanoğlu. Nihayetinde her sohbet ortamında dile getirilen geçmişe özlem…
Evet doğru kökleri zayıflamış bir ağacın ayakta kalamayacağı malumdur. O yüzden tarihimizi iyi öğrenmeye, geleceğimizi iyi yönlendirme adına geçmişimize vâkıf olmaya ihtiyacımız var. Bize geçmişteki sosyal hayatı, tarihimizi en iyi anlatan deliller, eski evlerimiz. Ne yazık ki günümüzde terkedilmiş, yalnızlıktan başı dönmüş vaziyette değerlendirilmeyi bekliyorlar. Böyle evlerde büyüyen nesiller gittikçe azalmakta ve o atmosferden uzak beton yığınlarının arasında, kültürden, ayrıntı ve sanattan uzak evlerde ömürler tüketilmekte. Oysa bahse konu ettiğimiz evlerimizde yaşayan büyüklerimiz üç nesil birlikte yaşamışlar, hayatın her alanında birbirlerine destek olmuşlardır. Daima bir muhabbet hakim olmuş, birlikten kuvvet doğmuştur. Oysa yaşadığımız çağda aylarca kapısı çalınmadığı için intihar eden yaşlıların haberlerini duyuyoruz. Öyle bir zaman ki ne yaşlılar saygıdan mahrum, ne çocuklar sevgiden yoksun olmuşlardır. Günümüzün aksine küçük de olsa bir bahçeleri vardır ve toprakla tanışıktır insanlar. Ya şimdi?
Hayat, bir bakıma, gizemli bir gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir
Günümüzde boşalan köyler ve büyüyen şehirlerde yitirdikleri gelenek ve göreneklerini yeniden canlandırmaya çalışıyorlar insanlar. Teknoloji sayesinde bir yandan refaha kavuşuyor, diğer yandan tam bir karanlık içine gömülüyoruz. Rahatlık, lüks ve zenginlik…
Ve diğer tarafta müthiş bir yalnızlık. Adeta kaldırımda yürüyen ruhsuz cesetler haline döndük. Koşar adım ilerlerken hayatın basamaklarını, sosyal çevreyi, dostluklarımızı velhasıl iyi yanlarımızı unutmak kolay gibi gözüküyor insana. Beton yığınları arasında teknolojiyi hazmetmeye çalışırken, hayatın anlamını ve onun anlamını değerli kılan şeyleri yitirmemek gerekir.
İşte tamda bu merhalede üstadın “huzur” adlı şiirinden bir bölüm aktararak konuyu bağlayalım:
“köyde tattık hürriyeti
yitirdik şehirde!
bin nehirde
yıkanmaz kirimiz
yürüyen cesetleriz;
köyde kaldı dirimiz…”
Unutmayalım geçmişin izlerini taşıyan ve gelecek adına ümit vadeden bir ilçede yaşıyoruz

HASRET



.
.
.
.
2006 yılının Ramazan Bayramında; hemen her bayramda olduğu gibi köyümdeyim. Ordu, Perşembe, Okçulu Köyü ve sonradan Dere Mahalle olarak isimlendirilen Dereköy; benim doğduğum ve özellikle ortaokula başladığım tarihe kadar sürekli yaşadığım bir yer. Ortaokul ve takip eden tahsil hayatım boyunca ancak yaz tatillerinde uğrama imkânı bulabildiğim, yüzmeyi deresinde öğrendiğim, pek çok hayat gerçeğini sinesinde öğrendiğim ve dünden bugüne yitiklerini hüzünle hatırladığım köyümdeyim.

Daha önceleri ve en son gelişimizden bu yana, köye tamamen veda ederek ebedi hayata doğmuş bulunanların aziz ruhlarına dualar yolladık kabirleri başında, akrabaları, hastaları ve dostları ziyaret ettik zaman elverdiğince. Uzun süredir göremediklerimizi gördük, hasbıhal ettik nasip olduğunca. Bu ziyaret ve karşılaşmalarda bir can dost; sevgili kardeşim Zeki ORDU bir müjde verdi ayaküstü. Zeki Bey hep mütevazı ve yüreği sevgi dolu haliyle bir dergi çıkarmaya başladıklarını, ilk dört sayının dağıtımının tamamlandığını ve tüm bunları Ünye’de yürekleri büyük, sözü sukut ederek söyleyen, saniyelik bakışlarında dahi zamanın ötelerine taşan derin manalar hissettiğim gönül dostları ile yaptıklarını anlattı. Bunca yitikler arasında böylesine bir havadis, hiç eksilmeyen umudumun gerçekleşmesine dair inancımı tazeledi ve Zeki kardeşimin o an verdiği ilk sayıyı hemen, takiben düşünce insanı aziz dost İsa YAR beyefendinin getirdiği üçüncü sayıyı, büyük heyecanla okudum. Ben bir edebiyatçı ya da şair değilim, ancak Türk insanına ait kültür değerlerine olan sevdama dayanarak,  düşüncenin dipsiz derinliğinde boğulmadan emek verenlerle “sukut”la bana katkıda bulunan herkesi, haddim olmayarak Türk dili, Türk Kültürü ve Türk Edebiyatı adına kutluyorum.

 Bu vesileyle, dünden bugüne gelirken bilerek veya bilmeyerek, belki de kayıtsız kalmaların bir neticesi olarak, özellikle son zamanlarda bilinçli ve programlı bir biçimde kaybettiğimiz ve ısrarla kaybetmeye devam ettiğimiz değerlerimize dair birkaç kelam etmek isterim. Buna bir nevi yürekteki hasretin kaleme dökülmesi diyelim.

Bundan yaklaşık 35 yıl önce sabahın erken saatlerinde ve gün batımı ile birlikte çakal seslerini duyardık. Bu sesler uzun zamandır yok oldular ve artık gündüzleri dahi domuz sürülerine rastlanır oldu. Doğruluğunu uzmanları bilirler ancak çakalların domuz yavruları ile beslendiklerine dair bir bilgi kalmış hafızamda. Her ne kadar köyde yaşayanlar dünkü kadar toprakla uğraşmayıp, ekme, dikme ve biçme işlerini terk etmiş olsalar da bu domuzlar zarar verecek bir şeyleri yene de buluyorlar.

Ne yazık ki artık geleneksel köy hayatına aykırı olarak, köylüler yumurta ve maydanoz dahil hemen tüm ihtiyaçlarını, ayaklarına kadar gelen dört tekerlekli manavdan temin ediyorlar. Artık insanlar bu sıradan üretimleri yapmıyorlar, belki biraz zorlukları vardı ama aktarma, ekme ve biçme imecelerine ve kokusunu uzaktan hissettiğimiz tarla domatesine hasretim.

Şimdiki gibi her mahallede bir cami yoktu. Cuma günleri kalabalık bir cemaat sahildeki camide,  Hacı Hafız İsmail hocanın imamlığında Cuma namazını eda eder, takiben hocamızla her birimize önemli istifadeler sağlayan istişarelerde bulunurduk.          

Ebedî hayata yolculuğunu şahsım dâhil öğrencilerinden bir kısmına bizzat kendisi haber veren hocamızın nasihat, ibret, güzellik dolu sohbetlerine ve o sohbetlere iştirak etmiş, ancak o günlerden bu günlere yoğun meşguliyetlerinden olsa gerek (!) çok az görüştüğüm; hatta hiç görüşemediğim dostlara hasretim.          

Aynı yıllarda köyümüzün balıkçıları, önceleri yelkenli kayıkları, sonraları küçük balıkçı motorları ile her kalkan mevsiminde Ünye’ye göçerlerdi. Pamuk ipliğinden yapılmış geniş gözlü ağlar salınırdı denize; vakti geldiğinde toplanır ve bugün tezgâhlarda göremediğimiz irilikte kalkan balıkları tutulurdu. 40 çeşidi aşan balık türü zamanı geldiğinde ve balığın çeşidine uygun düşen yöntemle avlanırdı. Bugün balık çeşitlerinin büyük kısmı yok oldular, mevcutlar ise henüz yavru iken denize veda ediyorlar. Kimi balıkların yumurtalarını sakladıkları deniz salyangozları dahi vahşi bir yarışla toplandılar; tarumar edildiler. Balıkçıların denize açılırken adeta parolaları haline gelmiş “Rasgele” ifadesi,  sonar ve radar cihazları, hız kabiliyeti yüksek motorlarla, eni ve boyu uzatılmış, gözleri küçültülmüş, el yerine makinelerle kurulup kaldırılan naylondan ağlarla donatılmış, okyanus balıkçılığına çok daha uygun olan dev tekneler sayesinde anlamını yitirdi.          

Yelkenleri Sümerbank hasesinden, dört çift kürekli, gözleri iri pamuktan ağlarla donatılmış, geride kalanların “Rasgele” uğurlamasını asla ihmal etmedikleri, Eşref kayığı ile denize açılmaya hasretim.         

Elektrik, telefon ve evlerin içinde akan su yoktu. Bir zaman sonra sahile bir PTT acenteliği kuruldu, yandan kol ile çevrilerek arama yapılıyor ve saatlerce görüşme sırası bekleniyordu. Bu işi yürüten Yusuf ağabeyin çilesini ve “alo falanca çekil aradan”, diye bağırışını unutamam. Şimdilerde her şey var. Yöre insanın ses tellerini açık tutmada önemli katkısı olan tepeden tepeye maslahat iletme yönteminin yerini cep telefonları aldı. Çanak antenler dünyayı oda içine getirdi, diziler nedeniyle oturmalı misafir dahi nadir kabul görüyor. Soyunu bir noktaya kadar sayabilenler, bilmem hangi dizi kahramanının yedi sülalesini tanır oldu. Ancak, o ağaç-taş dolgu, iç kısımları tümüyle el emeği ile üretilmiş ağaçtan malzemelerle yapılı, taş merdivenli, küçük pencereli, tahta duvar ve darabalı, kara ocaklı, bacasında büyücü dikenleri sarılı, giriş kapısı üstünde kocaman koçboynuzu bulunan minik evler yok oldular. Evlerin önünde görmeye aşina olduğumuz serenderler, mısır, fasulye ve elma kurutma işine yarayan taş fırınlar, bileki ve dibek taşları ile kara ocak üstünden eksik edilmeyen idare lambaları, duvarları süsleyen gaz lambaları ve daha birçok alet edevat kayıplar arasındaki yerlerini aldılar.  Şimdilerde bırakın bulmayı, büyük bölümünün resmine dahi ulaşmak mümkün gözükmüyor. Belki, meraklısı bu eşyalardan bir kısmını saklamış olabilir.          

Her bir evin önünü gölgelerken ve nimeti ile insanlara ve özellikle arılara ve kuşlara besin kaynağı olan, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, iri dallarından birine kalın halatla salıncaklar astığımız dut ağaçlarında, gönül dostları ile sallanmaya hasretim.  Doğdukları yerden, denize ulaştıkları vadi boyunca, dev ağaçları ve her birimizin küçük bir taşı çevirmekle yakalamaya çalıştığımız, lezzeti mükemmel, onlarca çeşit bolca balığı barındıran ve hayvanlarımız için hayatın kaynağı olan çayırları besleyen, eğilip suyunu içtiğimiz, analarımızın ve bacılarımızın, akıntısı ile mermer gibi parlattığı kayaları üzerinde çamaşırlarını yıkadıkları, çoğunluğumuzun yüzmeyi öğrendiği gölleri ile ayrı bir güzellik sergileyen ırmaklarımız artık bulanık akıyorlar. Neredeyse kuruyacak hale gelen, gölleri gölcük dahi sayılamayacak kadar sığlaşan ve çirkinleşen, eğilip su içmemizin sağlık açısından artık mümkün olmadığı bu ırmaklar, eski halleriyle artık yok.       

Zahra (Mısırı değirmende una dönüştürme işi)  nöbeti sırasında cemek avına çıkıp, değirmenin kızgın ocak taşı üstünde yeni öğütülmüş undan yaptığımız ekmek eşliğinde dere balığı yemeye ve soğuk kış günlerinde değirmene has sesleri dinleyerek, ocağında yanan odunun ateşi karşısında, dost sohbetlerine ve yorgunluk gidermeye hasretim.Özetle; büyük bir üzüntü içerisinde acı hisseden yüreklerin sukut hallerini çaresizlik sananların; ne kadar yanıldıklarını ve aldanmışlıklarını göreceğim sabaha hasretim.    

Biçmek için ekmek gerektiğini hatırlatıyor, okuyuculara bir şiirimi hediye ediyorum.

Bizim Köy

 Dün…
Solmayan çiçekler vardı bahçelerinde,
İsimleri değişirdi mevsimden mevsime.
Dupduru akarda köyümüzdeki dere,
Mekân olurdu saçaklar serçelere. 

Bugün…
Ne çiçek kalmış, ne bahçe,
Serçeler göçmüş, susuz, bulanık dere.
Yok, ağaçtan evler, küçük pencere,

Köy bizim köy de, içindekiler nerede?

 

                                                              Abdullah KAHRAMAN  

*Sükût Dergisi sayı.5 / ocak-Şubat/2007

MİLLÎ SECİYYE


Ahmet ŞAHİN
.
.
.

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de!
Yahya Kemal Beyatlı

Gönlü aydınlık olanlara ne mutlu… Aydınlığı, ilâhî kaynağın sönmez ışığından alarak görebilen nasipli gönüller, her an bütün karanlıkları bir bir delip geçebilirler. Çünkü bu aydınlık, bilinenin dışında, bütün zamân ve mekânı çepeçevre kuşatan bir aydınlıktır. Malik’ül Mülk olan Yüce Allah (Celle Celâlühû) bir nûr püskürüşü ile şuâlarını halkalar halinde mâsivâ’ya gönderir. Böyle bir menzile kenetli gönüller, Mutlak Zât’ın kendisi ile yine kendisine “mutlak aşk” tecellisince ve Allah Resûlü’ne(Sellallahû-Aleyhivesellem) uzanan velâyet yolu ile “hem-hâl” olabilme, bilme-bildirme (alıcı-verici) bakımından beşer üstü bir irtifâ kaynağından besleniyor olmaları hasebiyle daha bir bahtiyar olmalıdırlar. Böylesine “şaşmaz mihmandarları” olan bir cemiyetin, toplumun ve nihâyet bütün bunları millî sînesinde barındıran bir milletin yücelmesi ve beşeriyetin akışına yön vermesi de çok tabiîdir. Bu sebepledir ki; her vesile ile iftihâr ettiğimiz ve mensubu olmaktan büyük şeref duyduğumuz asîl Türk Milleti’nin; millî karakterinde ve öz cevherinde nakşolunmuş, böyle asîlâne bir imtizâc, bir sevk ve idâre etme kâbiliyeti (liyâkati) esâsen hep var olmuştur.

Târihin değişmez hükmüdür: “Rü’yâ’sı olmayan milletlerin gelecekleri de olamaz.” Hakîkate ve yalnız hakîkate bağlı büyük hayâller kuranlar, hiçbir zaman “çürük ipliğe boş hülya” dizmez ve kendileriyle birlikte milletlerini de felâkete sürüklemezler. Milletlerine o büyük rüyâ’yı gördürenler, arşa kanatlı hayâlleri kurduranlar ise, o milletlerin yetiştirdiği “ölümsüz kahramanları”dır.

Kahramanlar, cemiyetin ana rahminde ve kadîm tarihin şahitliğinde “dev sancılarla” doğar, büyür, gelişir ve o cemiyetin aslî mânevîyesini; “maya çanağını” meydana getirirler. Yani ki onlar; imân, inânç, mefkûre, ideal ve ülküleriyle; üzüntüleri, kederleri, gamları, tasaları ve hüzünleriyle; neş’eleri, sevinçleri, şevkleri ve aşklarıyla o cemiyetin “hem-dem-i”, yâni “dili bir, gönlü bir, imânı bir” erdemli insanları olurlar. Onlardan beklenen târihî vazife de; beşerin zamân zamân insana insanlığını unutturan o menhûs, paslanmış ve taşlaşmış vicdânını; hastalıklı rûhunu tedâvî etmeye memur bir millî seciyye ve millî dâvâ ahlâkını parıldatıcı asîllikte bir erdemlilik kavrayış ve anlayışını, bütün insanlığa hâkim kılmaktır.

Kahraman, deruhte ettiği vazîfenin mes’ûliyetini müdrik insandır. Hangi vazîfeyi îfâ ediyor olursa olsun, onu en mükemmel şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Aziz Vatan Şâiri Orhan Şaik Gökyay’ın ifâdesiyle kahraman:
“İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir!”(1)
yahut Hüseyin Nihal Atsız’ın tarifinde kahramanlık:
“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir…”(2)

İnâncı uğruna hiç tereddüt etmeden seve seve şehâdet şerbetini içmek, kan ve can vererek vatanseverliğin altın destanını celâdetle yazmak, Türk’ün kahramanlığının şanındandır. Meselâ, Gönül ve Kılıç Fâtihi Horasan Erleri, Battal Gâzîler, Selâhaddin Eyyûbîler, Alp Arslanlar, Ertuğrul Gâzîler, Osman Gâzîler, Murad Hüdâvendigârlar, Yıldırımlar, Dânişmend Gâzîler, Fâtihler, Kânûnîler, Yavuzlar, Barbaroslar böyledir.

Şâir ve Yazar İsa Yar haldaşımızın:

“Senin de diyecek sözün olmalı;
Huzûra duracak yüzün olmalı!
Gönlünde bir parça hüzün olmalı,
Kendini kendinden kurtar, öyle gel…

Kendini kendinden kurtar, öyle gel
Dilinde en güzel nağme, söyle gel
Geleceksen dostum, bana böyle gel
Hem-dem olanlara ben yar olurum.

Hem-dem olanlara ben yar olurum.
Zannetme küserim, ağyar olurum.
Gurbetten sılaya diyar olurum
Bir kutlu sefere çıkar gibi gel…”(3)

deyişindeki dervişâne samîmî tavrın yanı sıra; nefsini hizâya çektirici, edebî olduğu kadar dinî disiplini de ihtar eden, kuşatıcı gönülden çağrısı, âdetâ bu asîl milletin rûh yapısını yansıtır mahiyettedir.

Bizim boz yeleli atının üzerinde beyaz sakallı, nûrânî çehreli, ırakları yakın eden, her darda kalışımızda imdadımıza ”hızır gibi yetişen” baş kahramanımız bir “Hızırımız” vardır… O’nun nûr, rahmet ve bereket dağıtan, huzûr ve mutluluk veren muştusu, her zaman aziz milletimizin tâlihini güldürmüştür. Bu “Hızır” motifi de ötekiler gibi Türk millî varlığının tükenmez hazînelerinden birisidir. Hızır ile bütünleşen Türk millî muhayyilesi, Misâfir ile Hızır’ı aynîleştirmiştir. Böylece Hızır sayesinde misâfirlik müessesesi de yüceltilmiştir. O kadar ki: “Her geceyi Kadir(Kadir Gecesi), her geleni Hızır bil!” Sözü, bütün Türk Dünyası’nın ortak “Atasözü” hâlinde asırlardan beri söylenir olmuştur.

Daha başka nice söz ve yazı üstâdımız vardır ki, kılıçtan keskin kalemleri ve kelâmlarıyla her birisi milletimizin irfânını yoğuran unutulmazlarımız arasında yaşatılmaktadır. Bunlardan birisi de bütün Türk Dünyası’nın ortak çarpan kalbi Nasreddin Hocamız’dır. Hocamız, yüzyıllardan beri hem güldüren, hem de düşündüren “bilge” kahramanlarımızdandır. Hocamız, esâsında tek başına bir millet gibidir. O’nun o koca kavuğunun altında muhteşem bir târihî mâzî, hâl ve âtî gizlidir. Müstesnâ târihî Türk muhayyilesi, Hızır Aleyhisselâm ile Nasreddin Hoca’nın şahsında “Derviş Gâzi, Alp-Eren ve Velî” tipini mükemmel bir şekilde bütünleştirmiştir. Hocamız fıtrî zekâsı ile dünyada bu bakımdan tektir ve başka bir misâli de zaten mevcut değildir.(4)

Şâirin, “Ezelî Rûh Orduları” olarak vasıflandırdığı mânâ orduları, geçmişte dîn-ü devlet, mülk-ü millet telâkkisini üç kıt’a ve yedi iklim’e tevârüs ettirmişlerdir. Başta Hazreti Peygamber Efendimiz’in Sancaktarı Hz. Eyyüp El-Ensârî Hazretleri olmak üzre; Hz.Ahmed-Er Rifâi ve Hz.Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî’den Mevlânâ ve Yunus Emre’ye; Dede Korkut’dan Nasreddin Hoca ve Şahı Nakşî Bendî Hazretleri’ne; Şeyh Edebâlî’den Hacı Bayramı Veli ve Emîr Sultan’a; Akşemseddin’den Molla Gürânî ve Aziz Mahmud Hüdâî’ye; Abdülhâkim Arvasî’den Mehmed Zahid Kotku ve Hüseyin Hilmi Işık’a; Ken’an Rifâî’den Süleyman Hilmi Tunahan, Muhammed Raşit Erol ve Esat Coşan Hazretlerine kadar uzanan nice Allah Dostu, Peygamber aşığı, Gönül Sultânı; Türk Ordusu’nun mânevî hassa’sını meydana getirmişlerdir. Gazâ ordusu mânâ ordusu ile birleşince “dünya atlarımızın nalları altında” ezilmiştir. Böylece nice zâlimin tahtı devrilmiş, insanlığa adâlet, huzûr ve sükûn gelmiştir.

Destan Şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun:
“Bir tufan koptu Asya’dan,
Urum sele gark olacak!
Yeni bir imân çağının,
Mücdecisi Şark olacak!

Alplar, Erenler, Başbuğlar,
Ardınca yürüsün tuğlar…
Yedi iklim yüce dağlar,
Karış karış Türk olacak!”(5)

derken duyduğu “Alp-erence” coşkuda, mâzîde olanın şimdi de olabileceğine milletçe inanmışlığın âdetâ “Dâvûdî” bir sesle ötelerden gelen yankılanışı vardır:
“Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu,
Ardında Oğuz’un elli bin tuğu…
Andırır Altay’dan kopan bir çığı,

Budur Peygamberin övdüğü Türkler…
Ya Allah…Bismillah…Allahuekber…”
(6)

Bütün bunlar; Türk Milleti’nin niçin Hazreti Peygamber Efendimiz tarafından övüldüğünün; bu millete niçin “Cund Allah”(7) (Allah’ın Ordusu), “Ordu-Millet” denildiğinin ve Peygamber sevgisi ve muhabbetinin niçin bu ölçüde başka milletlerde bulunmadığının en güzel ifâdesidir. İşte yine deryâ içre bir âlemi daha temâşâdayız…

Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya’nın:
“O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış,
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış,

Yolları eline dolayan;
Beldeler, ülkeler avlayan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.

Zembereğini kuran
Onlarmış dünyanın…
Onlar ki kurt doğuran
Obaların kanındanmış.

Ve zaferler getiren atların
Nalları altındanmış.”(10)

mısrâlarında hakîkî ifâdesini bulan ve bir zamânlar âleme nizâm veren Ordu;

“Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan atîyim.”(9)
diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın, mâzî’nin yakıcı hasretinin heyecâniyle işaret ettiği: “Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu”nun şanlı Ordusu; “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” Canhıraş haykırışıyla; milletimizin târihî sînesinden kopup gelen engin hissiyâta tercüman olan Millî Şâirimiz Mehmmed Âkif Ersoy’un, kıyâmete kadar okunacak İstiklâl Marşımızı ithâf ettiği Kahraman Ordu; Türk Edebiyatı’nın Sultânü’ş-Şuarâ’sı (Şâirler Sultânı) Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in:

“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: Allah bir!.. ”(10)

diyerek, esrârını: “Atlas sedirinde mâverâ dede”den sorduğu Ordu işte bu târihî Türk Ordu’sudur…

Bizim, başka milletlere hiç benzemeyen bir târih hercü-merci içerisinde geçirmiş olduğumuz çok uzun bir kader mâcerâmız vardır. Târihin akışındaki o muazzam hareketlilik, bir nizâm ve intizâm dâhilinde devam edip gitmiştir. Türk Millî Seciyye’si, işte böylesi bir ahlâk, edep, savlet ve “Devlet-i Ebed-Müddet” anlayışının beşer üzerinde bıraktığı tesirin tezahürüdür. Türk Edebiyatı’nın büyük şâiri Yahya Kemal Beyatlı:

“Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;
Bende bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cûmhura bakarken şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!..”(11)
derken çok mes’ûddur.

Zîra o, bu târihî akıştaki hayat tarzıyla aynîyet arz eden husûsiyetleri keşfeden önemli şâirlerimizden birisidir.

DİP NOTLAR:
Rıza Akdemir, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi; Orhan Şaik Gökyay, Bu Vatan Kimin? s.141; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ,Ank-1991
Atsız; Yolların Sonu, Kahramanlık, s.46; Ötüken yayınları, 5’nci Basım, İstanbul 1977
İsa Yar, Gel Şiiri; 02 Kasım 2003 Tarihli Türkiye Gazetesi-İstanbul
Düşüşümüzde, Hocamızın bir tek engin dehâsının binde-biri kabilinden “bindiği dalı kesen” mizâhî ihtarını her devir idarecileri ciddiye almış olsaydı, acaba bunca felâkete duçar olur mu idik? Veyahut; milletçe yeniden silkiniş, titreyiş ve kendimize gelişimizde, Hocamızın asırlar öncesinden tuttuğu ışıktan nasıl istifade edebiliriz?..
Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri; Cilt 2, N.Y. Gençosmanoğlu, Malazgirt Destanı s.603-604; Dergâh Yay. 4’ncü Bask.İstan.-1984
Rıza Akdemir, a.g.e; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu. Malazgirt Marşı s. 129; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları -Ankara 1991
Prof.Dr.Osman Turan, Türkler Anadolu’da; s.23; Hareket Yayınları, 1’nci Baskı, İstanbul-1973
Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor; Destan s.7; Ötüken Yayınevi 1977-İstanbul
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati-Misalli Büyük Türkçe Sözlük; “Harâbâtî” Maddesi 2’nci Cilt s.1178; Birinci Baskı İstanbul-2005
Necip Fazıl Kısakürek, Çile; Sakarya Türküsü s.399; Büyük Doğu yayınları 13. Basım 1987-İstanbul
Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz; Süleymâniye’de Bayram Sabahı, s.11; Yahya Kemal Enstitüsü Yayımları, 5’nci Basılış 1974-İst.
 

Fenci Zeki Bey


.
.
.

“Fenci” kelimesi ilkin bir fen memurunun intibaını uyandırabilir sizde. Kim bilir belki de belediye fen işleri ile alakadar bir kişiyi. İş öğretmenliğe gelince bütün belirsizlik kalkar ortadan ve bir fen bilgisi öğretmeni tasavvuru kurarsınız tastamam.

Fenci Zeki Bey bu tasavvurların dışında bir Fenci. Zaten o yüzden de böyle bir köşe yazısında bahsetmek istedik ondan. Kaldıraçların, kurbağa solunumlarının, atomların, yerçekimlerinin dışına çıkmış yahut hepsinden daha fazla edebiyatın çekimine uğramış bir güzide insan.

Zannediyorum ona “fenci” denmesinin sebebi de bu. Hani el altından “Abi ayıp oluyor! Sen fencisin yahu!” gibisinden bir uyarı çekme sadedinde anlayacağınız. Bazı kaynaklara göre de ona bu lakabı Ahmet Şahin Bey münasip görmüş:

Bir gün Küllük’te Ahmet Şahin Bey, hâlihazırdaki edebiyat dergilerine gayet derecede sinirli iken, ahali gazaba mucib olma endişesi taşıyor iken eline bir dergi alıp demiştir ki: Efendim görüyorsunuz, bu dergilerin hiç birisi edebiyatla filan alakalı şeyler olmadığı gibi, bilakis tırıvırı işlerdendir. Oysa “Fenci” Zeki Bey, çıkardığı Sükût dergisi ile bu işin nasıl yapılacağını göstermektedir.

Fenci Abi bu krediye hiç halel getirmeden kullanmasını bildi. Hatta üzerine daha da ağır bir yük almış say u gayret sahibi insanlar gibi bakışları daha bir derinleşti, konuşmasının yazmasının insicamı bir kat daha eskileşti.

Ama en fazla biraz daha eskileşti o kadar. Hakikatte Fenci Abi, o kadar kolay değiştirilecek kadar hafifmeşrep bir adam değildir. Beni de en çok kendisine çeken onun bu yönüdür.

Sabahtan akşama, akşamdan sabaha ayrı ayrı karakter kesilmenin, beğenilen şarkıcı türkücüler gibi saç sakal edinmenin, seyredilen dizilerdeki tuhaf adamlar yahut kadınlar cinsinden konuşmanın yürümenin aşikâr olduğu bir zamanda Fenci Abi’nin hiç birine eyvallahı olmaması gayet derecede mühimdir. O, kimselere benzemeye çalışmaz. Sokaklarda dalgın fikirlerinin arasında yürümeyi, bir köşede şiirinin bir beytini düşürmeyi daha makbul saydığından etrafı görecek hali de pek yoktur zaten.

Bu sebeple de ben onu Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu zamana kaybolup gelmiş bir kahramanı gibi görürüm. Öyle şaşmaz ölçüleri vardır Fenci Abi’nin. Fahim Bey gibi kimselerin ne olduğunu kestiremediği dosyalar kesip doldurur, Ali Nizami Bey gibi müstesna zevkler edinir, ‘Çamlıca’daki Enişte’ gibi kendi içindeki kayıp zamanlarda kaybolur, sırrolur.

Neden Fenci Abi Büyükada’da yahut Rumelihisarı civarında bir köşkte doğmamıştır? Öyle bir duruşu vardır ki, siz sanırsınız oralardan bu uzak yerlere gizli bir derdin peşinden gelmiş ve bir daha da dönememiştir.

Her zaman böylesine içli ve suskun değildir tabiî ki Fenci Abi. Hele bir keyiflenir de konuşmaya başlarsa susması için ancak ve ancak Mustafa Şıvgın telefon etmesi iktiza eder. İstidradî konuşur çünkü. Anlattığı konunun tam anlaşılabilmesi için anlatılan olayın içinde geçen bütün ana ve yardımcı kahramanın gelmişlerini geçmişlerini bir nessab titizliğiyle döker. Şeceresini sayar. Onun kahramanları tıpkı Topkapı sarayının odaları gibi hep bir başkasına açılır. Herkes öyle bir odada takılır kalır ki bir müddet sonra hiç kimse birbirini bulamaz.

İşin garibi bütün konuşmalarında Fenci Abi şaşmaz dikkatiyle ilk kaldığı yerden konuyu bağlamayı becerir. İşte bu aralık ilk elden İslam Hoca’nın sesi işitilir:

-El’an öyledir Fenci Abi, benim çocuklar vardı. Benim onları almam lazım. Hadi bana müsaade.Bu konuşmaların en titiz dinleyicisi Hüseyin Yıldıran’dır. Bir ayağını peykeye koymuş, sırtını duvara vermiş, şapkasını başından fırlayacakmış kadar havaya kaldırmış ve avucunun içini Audrey Hepburn gibi havaya kaldırarak cıgarasını çerkerken konu hakkında; ama konuyla uzaktan yakından alakası olmayan bir soru sorar ve Küllük’te zaman devam eder.           

Fenci Abi’de kim neyi görür bilinmez; lakin ben onda çok evvelleri kaybettiğimiz geçmiş zaman insanlarının şaşmaz itiyatlarını bulurum ve öylece de severim vesselam.

Fatih ORDU

MİHNET-İ AŞK


 Vedat Ali Tok

 

Mihnet-i aşk ey dil âsândur diyü çok urma laf
Aşk bir yükdür ki ham bulmuş anun altında kaf
Fuzûlî

           (Ey gönül aşkın sıkıntısı kolaydır diye çok konuşma; zira aşk öyle bir yüktür ki kaf, onun altında bükülüp kalmıştır.)
Divan edebiyatını bir aşk edebiyatı şeklinde tarif etmek hiç de mübalağa sayılmaz. Çünkü bu edebiyat, şiir ağırlıklıdır ve şiirin de en başta gelen temalarından biri aşktır. Her Divan şairi gönlündeki aşkı sözle, şiirle tarif etmeye, resimlemeye çalışmış; bunun neticesinde de büyük ve renkli bir aşk edebiyatı doğmuştur. 
          Divan şairleri aşk hususunda hassastır. Aşka gereken önemi vermeyen ve aşk yolunda çile çekmesini bilmeyen insanların aşk kelimesini ağzına almasına bile tahammül edemezler.
Edebiyatımızda aşk ve çile denince akla ilk gelen şair Fuzûlî’dir. Fuzûlî, yalnız Türk dünyası edebiyatının değil, dünya edebiyatının da bu sahada en kuvvetli şairlerinden biridir. Onda aşk, kemal derecesini bulmuştur. Her şiirinde aşkın hakikî ve mecazî manalarını çağrıştıran izler bulunur Fuzûlî’nin…
              Bilindiği gibi Leyla ile Mecnun mesnevisi beşeri aşktan ilâhî aşka geçişin macerasını anlatan bir eserdir. Fuzûlî, bu eserindeki Mecnun’u âdeta kıskanır bir şiirinde ve onun şöhretinden başka bir şeyi olmadığını haykırır:
        Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidadı var
        Âşık-ı sâdık menem Mecnun’un ancak adı var
         Mecnun’un adı çıkmıştır. Asıl âşık benim. Çünkü benim yaratılışımda âşıklık istidadı vardır.
        Herkes âşık olamaz. Çünkü âşık olmak kolay değildir. Aşkın çilesi her çileye benzemez. Taşlıcalı Yahya, aşkı bir demirden dağı alıp boynunda dolaştırmaya benzetir:
        Bir demir dağı delip boynuna almak gibidir
         Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa
        (Aşk, bir demir dağı delip boynuna asıp gezmek gibidir. Eğer kolay olsaydı herkes âşık olurdu.)
        Bu yüzden Fuzûlî aşka gönül vermenin tekin bir yol olmadığını, aslında aşkın can için bir âfet olduğunun herkes tarafından bilindiğini söyler:   
       Dil verme gam-ı aşka ki aşk âfet-i cândur
       Aşk âfet-i can olduğu meşhûr-ı cihândur
   Bu hususta Fuzûlî’nin kendi tecrübesi de vardır:
      Aşk içre azâb olduğun andan bilürem kim
      Her kimse ki âşıktır işi âh ü figândur
(Aşkın içinde azap olduğunu, her âşık olanın ağlayıp inlediğinden bilirim.)
        Bâr-ı belâ-yı aşka heves kılma Bâkiyâ
       Zîrâ tahammül itmeyesün ihtimâldür
        Şairler Sultanı Bâkî de aşk hususunda tedirgindir ve kendinden emin olamaz: (Aşkın
belâlı meyvesine heves etme ey Bakî! Çünkü bu ağır yükü taşıyamayacağından korkarım.)
   Nef’î, aşkın onulmaz bir dert olduğunu bilenlerden bir şairdir. Bu dert sahibinin çektiklerini ne ailesi ne arkadaşı anlayabilir; ancak Allah ve âşık olan bilebilir:
Çekdiğim derdi ne hem-hâne ne hem-râh bilir
Âşıkım hâl-i dil-i zârımı Allâh bilir
   Şair Zâtî, aşkın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalıştığı beytinde karşımıza şöyle bir manzara çıkarır:
Şekl-i aşkı gönlümün levhinde tahrîr eyledüm
Yanar odı bir akarsu üzre tasvîr eyledüm
        (Aşkın şeklini gönlümün sayfasına işledim ve bir akarsu üzerinde alevli bir ateş resmi çizdim.)
Zâtî’nin çizdiği resimde gönül bir akarsuya benzetilmiş, kalpteki aşk ise bu akarsuyun üzerinde yanan alevli bir ateş olarak resmedilmiştir. Aşkın hararetli ateşi, akarsuyun üzerinde yanmaya devam ediyor.
     Eşrefoğlu Rumî aşkın nasıl bir şey olduğunu düşünmüş ve insan ile aşk arasındaki macerayı şöyle tarif etmiş:
    Bu âlem sanki oddan bir denizdür
    Ana kendüyi atmakdur adı ‘ışk
(Bu dünya sanki ateşten bir denizdir, ona kendini atmanın adı aşktır.)
   Fuzûlî, Su Kasidesi’nde ateş ve su mazmununu çok kullanır; çünkü âşığın gönlü tarif edilmez şiddette yanarken gözündeki yaş hiç eksik olmaz.
   İsmail Hakkı Bursevî’nin:
        Aşkdır ser-levha-i mecmua-yı sırr-ı Hudâ
        Mekteb-i irfanda aşk ile iderler ibtidâ
beytinde de bahsettiği gibi Allahü Teâlâ’nın kâinatı ve insanları yaratışında aşk vardır. Bu aşk sebebiyle yaratılmıştır dünya. Fuzûlî’nin beytine dönelim şimdi:
Mihnet-i aşk ey dil âsândur diyü çok urma laf
Aşk bir yükdür ki ham bulmuş anun altında kaf
   Ey gönül/ya da/ ey dil, aşkın mihneti kolaydır diye çok konuşma; aşk öyle bir yüktür ki onun altında kaf ezilmiştir.
   Kaf kelimesinin bir anlamı Arap harflerinden biri olan kaf harfidir. Kaf harfi aşk kelimesinin son harfi ve şekil olarak da bükümlü olduğu için şair, hüsn-i talil yoluyla kaf harfinin bile aşkın altında bükülmüş olduğunu ifade ediyor; ama şairin asıl anlatmak istediği bu değildir.
Kaf kelimesinin bir anlamı da dağdır. Fuzûlî, Ahzab Sûresi, 72. âyete telmihte bulunuyor: “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O, cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.” buyurulmaktadır. İşte göklerin, yerin ve dağların o ağır sorumluluktan korktukları fakat insanın yüklendiği aşk budur. 
   İnsan iyice düşünürse böyle bir aşk mihnetinin kolay olmadığını anlar. Çünkü bu aşk büyük bir sorumluluk gerektiriyor. Kul ve insan olma sorumluluğu…
   Bizim Yûnus, aslında aşk için sözü uzatmamak gerektiğini söylüyor ve tek hecelik aşk için şöyle diyor:
Dört kitâbın ma’nîsin okudum tahsîl kıldım
Aşka gelicek gördüm bir ulu heceyimiş
 

*Berceste Dergisi / Ocak 2010