protez ortaçarşı


.

                Yahya Cumhur Tapçı’ya

.
.

Şehir eteklerini savururken rüzgârda
Terleyen kaldırımlar kusar yolcularını
Kurutur saçlarını deniz çıkıp sahile
Eski bir iskelenin ıslanır ayakları…
Şehrin kalbinde çarşı, orta cami, o çınar
Nefes nefese evler kadılar yokuşunda
Yosunlu eski hamam, suluhan, bakırcılar
Gezinir bir ruh gibi, devr-i daim, arasta…
 
Toplanıp bir yerlerden beyaz saçlı çocuklar
Çekerken elde halat eski hatıraları
Hafızası olurlar şehrin eski halinin
Keman ağlar, dil susar, geçer zaman nihavent…
Bir Ünye akşamıdır, martılar uzaklaşır
Aşar hayali gerçek şairler dalgınlaşır
Ne kaldıysa ayakta, eskimeyen yeniden
Protez bir dolgudur şımarık modernite…
 
Kim bilir kimler geldi kimler geçti kim bilir
Orta çarşıda zaman mekânın kandilidir…

 
 
İsa YAR
 
30/07/2010 Ünye

Şiir, şair


Öteden beriden

 

Bu kalemin sahibi, ‘ileri sürdüğü görüşler itibariyle’ bir iddianın içinde değildir. Ve fakat elbette bir iddianın sahibidir; varlık sebebiyle eşanlamlı gördüğü cihanşümul iddianın şahsına yüklediği sorumluluğun şuurunda olmaktır bu. Bir ebu zer yalnızlığının gölgesi düşse de tenhasına, kuşandığı iddia itibariyle söyleyecek sözü vardır, dinleyeni olsa da, olmasa da…

 

‘bir iddianın içinde değildir’ derken, şu veya bu şekilde kendisine atfedilmiş yetkinliğin ya da akademik ‘bilmişliğin’, bir yerlere söz yetiştirmenin, görüntü vermenin/saklanmanın hesabında da değildir, olmamıştır. Bu manada rahattır kalemini kullanırken; bu rahatlık, konformist kafaların rahatlığı ile eşanlamlı sayılmamalı, bilakis çekilmiş/çekilmekte olan bir sancının paylaşılmaz biricikliğini taşımanın ve böyle yaşamanın, bu sürece kimseyi dâhil etmemenin rahatlığıdır. Şiir ve şairi anlatırken, bir muallim edası bulamazsınız ifadelerimde; zaten muallim de değilim. Bir yangını resmeden ressam, fotoğraflayan/filme alan haberci, su sıkan itfaiyeci, mesela elbiselerini kurutan çok üşüyen biri gibi değil de, belki yangının içinde ya da içinin yangınında ikamet eden birisi gibi… Ateşe düşmüş, ateşler içinde olan insan başka; içine ateş düşmüş, içinin ateşinde yanan insan başka. Bu fark, şiir okuyanla şairin farkıdır.

 

Sözgelimi, İsmet Özel’in bütün şiirlerini neredeyse ezberden okuyabilen, yazdıklarının takipçisi (hadi hayranı diyelim) bir okur, an gelir şairin beyanları karşısında şaşakalır, bocalar, kendi Özel’inde şiiri sahiplenerek, şairini terk eder. Bunu konuşalım.  Aynı durum Necip Fazıl, Yahya Kemal, Sezai Karakoç, Attila İlhan için de varittir. Bu böyledir; bu böyledir çünkü şair, şiirleriyle değil şairliğiyle diğerlerinden ayrılır. Vasatı yoktur şairin. Şiiri anlamaktan daha zoru, şairi anlamaktır. Bu bahse döneceğiz.

 

Maksadım şiiri konuşmak değil. Buna zaten ihtiyaç da yok. Belki her şairin ‘poetika’ babından şiirine biçtiği anlam ve durduğu yeri tarifi var. Bu mevzuda konuşma ehliyetine haiz, memleketimin güzide edebiyat muallimleri ve dahi akademisyenleri var, nitekim.  Ben daha çok ve özellikle şair üzerinden konuşmak istiyorum; eseri değil, müessiri anlamak babından. Çünkü şiiri üzerinden yakın/uzak durduğumuz bir şairin, diğer alanlarda sergilediği red ve kabuller, iddia ve itirazlar, kısaca müdahil olduğu mevzudaki tavır, onun “şair” özelliği bilinmedikçe ya da dikkate alınmadıkça hakikatiyle anlaşılamayacaktır…

 

Kalem olarak her şair aynı zamanda iyi bir nasirdir, öyle olmak durumundadır. Çünkü bu, şiirden daha kolaydır. Şairin kaleme aldığı yazılarda şiirin izini de sürebiliriz.  O ki düzyazıda bile muğlâk, karmaşık bir dil kullanabilir, belki şöyle demeliydik: şair, yazısında dili, muğlâk, kapalı kullanabilir. Bu durum, şiire yaslanan bir zihnin kaçınılmaz yoğunluğunu gösterir bize. Kabul ve redlerinde öne çıkan keskin bir üslûbun, derinleşip genişledikçe naif, yumuşak dokunuşlara dönüştüğünü görebiliriz pekâlâ. Nüfuz edendir şair. Toprağın derinliklerine suyun nüfuzu gibi; kazığın saplanması gibi değil. Mesela Ahmet Haşim’in “bize göre”, Yahya Kemal’in “aziz İstanbul”, Necip Fazıl’ın bütün eserleri, Attila İlhan’ın “hangi batı”, Y. Bülent Bakiler’in “Üsküp’ten Kosovaya”, Cahit Zarifoğlu’nun “bir değirmendir bu dünya”, Sezai Karakoç’un “edebiyat yazıları”, Olcay Yazıcı’nın “nemrut ateşi”, İsmet Özel’in birçok eseri bir şairin kaleminden çıktığını gösterir bize…

 

Şiir, şairin fikir ve his serencamının usaresidir, özsuyudur. Kelime (ses) ve şekil bilgisi (tarz-ı şiir) şiirin kabuğudur ya da mânâyı/ifadeyi kuşatan zarftır bir anlamda.  Bu plasentayı göz ardı etmiyoruz elbette, ancak bir sancının eşliğinde doğan şiir plasentadan ayrılmadıkça yaşayamaz; var olamaz, şiir olamaz. Burada şiirin doğuşunu da imâ etmiş oluyoruz.  Şiirin şairde oluşumunu bazen şair de bilmeyebilir, bir şeylerin olduğunu bilir ancak, süreci ve sonucu belirleyemez, yaşar. Bu süreçte yalnızdır şair. Şiir tenhada/n doğar;  şairini terk ederek var olur… Bu doğum teşbihini her şeye teşmil edemeyiz elbette. Şairin idrak algısına veya ifade-i meramına misal teşkil etmesi açısından şunu söyleyebiliriz: Siz “güneş doğdu” dersiniz; şair ise “güneş doğmaz” diyebilir. Şairin buna benzer ezber bozan ifadeleri, onun düşünme tarzının yansıması olarak kelamına ve kalemine tesir eder. Güneş doğmaz/batmaz derken, hareket edenin güneş olmadığını söylemektedir. Güneşe yönünü dönmekle alakalı bir şey; hakikat bir güneş ise, hep oradadır ve sen hakikate sırt dönebilir, göz kapayabilirsin, ışığın veya karanlığın senin duruş ve mesafendendir demektedir şair. Bunu böyle ifade etmesi ise, şairliğindendir. O zaman nedir şairlik?

 

            Şair, mükemmelin peşindedir, en güzelin, en iyinin, en…  bir mısraın hatta bir kelimenin dahi yerli yerinde olmasını mesele edinecek kadar.  O kadar ki manayı ifade edecek en doğru kelimenin yerine, ona en yakın kelimeyi koymayı bile kabullenemez; doğru kelimeyi bulmak zorundadır. Oysa hayat her şeyi harmanlanmış olarak, bir arada sunar insana. Kaosa benzeyen bu karmaşık yapı sıkar şairi. Her şeyde bir ahenk, denge, itidal, sükûnet, yerli yerindelik ve fakat aynı zamanda hareket, devamlılık, dirilik arayışı… Zihin ve his bir med-cezr, gel-git, kalabalık-tenha ikilemini yaşarken şair, dışarıdan tezat zannedilen davranışlar sergileyebilir. Bir derviş kadar teslimiyet yüklüyken, bir tarafı alabildiğine direnişçidir. Direnişi isyan değil, bir haldir, duruştur. O, fıtrata aykırı, doğal olmayan her şeye mesafelidir; onu kurgulanmış bir düzene, yaşayışa, alışkanlığa dönüşmüş aidiyetlere ve buna bağlı “ezberlere” muti kılamazsınız. Mizaca benzeyen bu ruh hali ile şairin, yaşadığı dünyadan memnuniyeti beklenemez, bu yüzden ona en çok yakışan hüzündür belki…

 

Şimdi o bahse dönebiliriz! Şairi anlamak zor demiştik. Bir kere şairlik bir meslek değildir; seçilen ve tahsil edilen bir “şey” hiç değildir. Belki şiir şairini seçer. Şiirin de bir iklimi vardır ve şair oranın mukimidir. Başka bir ifadeyle şiir seçer mihmandarını, kendisini ağırlayabilecek, taşıyabilecek, katlanabilecek yüreği. “Dil insanın evidir.” demiş heidegger; şiirin evi de şairdir. Şair o kimsedir ki hayatını idame ettirirken, şiirin onu pek çok imkândan mahrum kılmasına aldırış etmez. Toplumun içinde fark eder bunu, kendi içinde değil.

 

Şair bize şiiri dışında ne verebilir? Şair bize bir bilgi vermez! Bilgiyi bir şekilde aileden, okuldan/muallimden, kitaplardan ve hayattan ediniriz. Şair bize, bildiklerimiz üzerinden bir şey söyler. Bize, bildiklerimizi anlamayı, ayıklamayı, ret ve kabulün iman ve inkâr boyutunu, sığlığını ve derinliğini düşündürür. Düşünmeye zorlar. Ezberimizi bozmak budur; tablet yutar gibi öğrenilmiş ve fakat hazmedilmemiş bilgiyi parçalamayı ve sindirmeyi öğretir bize. Bu, düşünmeyi ama hakikaten düşünmeyi gerekli kılan ve zihni zorlayan bir ameliyedir. İşte bu sebepledir ki şairin takipçisi olanlardan bir kısmı ya da ekserisi yolculuğun bir merhalesinde şairi terk edebilir. Şair bunun bilincindedir. Tenhasına çekilir veya yol hikâyesini sürdürür. Bazen şair, muhayyilesinin tuzağına ya da bir tezadın içine düşebilir; takipçisi haklı olarak şaşırır ve uzak durabilir. Bu kopuşta bile şiirinden vazgeçmez. Şair, şiire benzer: söyler ve susar.

 

Elhasıl, şair öznedir. Bırakın nesne muamelesine katlanmayı, gizli özne olmaya bile tahammülü yoktur. Çünkü şairin ortaya koyduğu kendisidir. O kadar kendisidir ki “binlerce maskem var/ çıkarmaya korktuğum/ ve/ hiçbirisi ben değilim” dese dahi, şiiri iç evine açılan bir penceredir şairin; nasıl saklansın ki… Öte yandan, kaçan/saklanan bir tarafı da vardır şairin. Bir yanardağın sükûtunu kuşanan, içten içe kaynayan; yangınını taşıyamaz olunca varlığını hissettiren ve sıradan olmayan bir dağdır şair. Çok yakınında bulunan bilir pek tekin olmadığını, o sebeple şiirine yakın ama kendisine uzak durmalı. Aksi halde rahatınızı kaçırabilir…

 

            İsa YAR

 

(Bu yazı, Türk Eğitim-Sen ve Anadolu Gençlik Derneği’nde yapılan konuşmaların dibacesi mahiyetindedir…)

* Berceste Dergisi  / Temmuz 2010

 


Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar. Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…


Read more

Babam


 
.
.                      
   

Heybetliydi 

Bir çocuğun gözünde her baba gibi

Ardından yürürdüm

O yürürdü bir dağın gölgesi gibi.
 

En iyi çayı o demlerdi

Gülünce, en güzel o gülerdi

Denizi bilir, toprağı bilir, insanı bilir

Gitmesi gurbet, dönüşü rahmet

Bana öyle gelirdi…

 

Şimdi

Ömrünün yorgun ikindisinde

Gölgesinde dinlendiğim bir dağdır babam

Çocuklarım bilmese de
Babam,

Yanında çocuklaştığım adam..

 

İsa YAR

 

06/2010

Şehir biraz yalnızlıktır


.

.
.
.

.

            Şehir insan demektir kanaatimce.

Sokaklar, kaldırımlar, hâneler, kahvehaneler, mâbetler, marketler… Yollar, binalar insansız nedir ki? Şehir insan demektir; şehir yalnızlık… Evet, çoğalan bir yalnızlıktır şehrin kalabalığı. Yoksa kent mi demeliydik?  Şehir sıcak kelime, kadim ve medenî; şehir kente dönüşünce başlar yalnızlık! Bu yalnızlık doğurgandır; kalbî, fikrî, hissî, kısaca insanîdir. Şikâyet edilen değil bilakis talep edilen bir yalnızlık.

 

İnsan kendini unutmak için karışır kalabalığa; kendini keşfederek çıkar kalabalıktan. Şehir ise tanımlamak ister insanı, tanımak değil; tanımlamak, sıradanlaştırmak, istiflemek…  Tabelaları vardır şehrin, her tabela bir etiket, her etiket bir kimliktir ‘birey’ için! Amin Maalouf’un ölümcül kimlikleri gibi: aidiyetsiz.  Mağazalar, bankalar, marketler, sendikalar, statüler, arabalar, konutlar, elbiseler… Tabela insanı olmayanlar, kendi tenhasını inşa eder şehirde.  Her tenha bir cazibe taşır, kalabalıklaşır zamanla ve orası da bir tabela olur!

 

Şehir biraz da seyyar satıcılar, ayakkabı boyayan çocuklar, izbe sokaklar ve kapitalizmin mağaza vitrinlerinden azgın bir iştiha ile taştığı geniş kaldırımlarda yürüyen insanlardır. Görülmezden gelinse de görünen yüzü budur kentin. Sabahın seherinde cânanını uykuya, uykusunu bâd-ı sabâ’ya terk etmiş nice adamlar vardır ki en çok günübirlik iş bulmaktır her birinin muradı.  Şehir onlara hiçbir “açılım” sunmaz. Sabah namazını mahalle camiinde edanın ardından, henüz kapalı marketin köşeye sıkıştırdığı küçük dükkânını besmele ile açan birkaç esnaf hâlâ vardır, çok şükür. Hiçbir mekânı olmayan ve fakat her yer mekânımdır diyen bir akşamcının sızıp kaldığı köşe de kentin mücavir alanı içindedir elbette. Yalnızlığı çoğaltan/saklayan şehir bir sığınaktır sadece…  

 

Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar.  Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…

 

Bir şehrin yalnızlığı, insanın yalnızlığıdır. Ayrı bir bahis de olsa, “dünyevî” olamamışlığın bir bedeli vardır ve bu bedel paylaşılır yalnızın mahreminde. Şaşkın cühelanın kör ve sağır nazarını umursamayarak, arastada bir çay ocağının sıcaklığında birkaç dostla hasbıhal eylemektir mesela. Başka şehirlerde başka yalnızların toplandığı bir çatı altı misali çıkan edebiyat dergilerinden eksiği olmayan dergiler çıkarmak, aslında hiç büyümeyen çocuk yanlarını sergileyerek biraz rahatlayabilmektir imkânları ve fakat iş ciddiye alındığında oyun bozulur; dedim ya çocukluk işte. Her şeyi ciddiye alan bu adamlar yalnız kendilerini ciddiye almazlar; yeterince resmiyetin yer aldığı şehre sırtlarını dönüp, birbirlerinin sözünden çok yüzüne bakarak bol çay içerler…

 

Bir de ev hali vardır zamanın dışına çıkmış bu adamların. Evdeki mâşûka razıdır ister istemez; en çok “söylenir” kiralık evde kitap yüklü odanın tozunu alırken ve hayalinde, perdelerinin deseni bile belli kendi evinin tasviri… Babalarına hürmet duygularını hep muhafaza etmiş çocuklar büyüdükçe hürmeti muhafaza ile hayranlığını azaltırken, olan biteni yani hayatı idrak yıllarını alacaktır besbelli. Üniversite sıralarında asgari ücretin üzerinde harçlıkları olan “gelir düzeyi yüksek” babaların çocuklarına özenmeseler de, bu kitap dolusu odada hayata ve insana dair konuşan babanın sözleri gittikçe anlamlı bir sükûta dönüşür, nedense… Cümle âlem bilir ki şiirin mısraları geçmez pos cihazında; nakde dönüşmez. Şiir ki bir iç kanamadır zaten, geç fark edilen… “Parça kontur” bile alamazsınız bir şairin acılarıyla. Yazdıkları hayranlıkla okunan yazarın kalemi beş para etmez karaborsa kömür satanın nazarında; bu böyledir… Sevgi paylaşıldıkça çoğalır, paylaşıldıkça azalır acılar ve fakat yalnızlık hep aynı kalır; adı yalnızlıktır bir kere…

 

Bir medeniyetin bütün şubeleriyle temsil edildiği, temerküz ettiği şehirlerde yaşamıyoruz artık! Köy, kasaba, şehir birbirine nüfuz edemeyen nüfustan ibarettir günümüzde. İnsanlar şehirde adeta “birer kemmiyet”tir; “urbalarla kemik, mintanlarla et”. Mutantan binalar, caddeler, parklar… Eşyanın insana yer bırakmadığı günümüz şehirlerinde hepimiz köleyiz, hepimiz mahpus! Şehrin planını mimarlar tenkit etsin; aile olmaktan çıkan “çekirdeği”, kapısını çalamadığımız komşuyu, yitirdiğimiz mahalleyi,  ahlakiliği/ahlaksızlığı akademisyen sosyal bilimciler araştırsın; kömürünü devlet, iaşesini belediye karşılasın ve fakat şehrin insana yüklediği yalnızlığı bırakalım şairler anlatsın; “ben kendimi dağ bilirim” diyen şairler. Yalnız şair diyebilir : “uzasan göğe ersen/ cücesin şehirde sen/ bir dev olmak istersen/ dağlarda şarkı söyle”…

 

Şehir ve insan birbiriyle ünsiyet kuramadıkça, şehir de insan gibi yalnızdır. Hele günümüz kentlerinin ve bu kentlere yığılmış insanların payına düşen yalnızlık ve bir o kadar da hüzündür. Artık her şehir kısmen yalnızlık, her insan biraz kalabalıktır. Kentin kalabalığı ise büyüyen yalnızlıktan başka bir şey değil. Bahse konu yalnızlığı batı kültüründe tanımlanan yıkıcılığı ile değil, doğunun inşa eden iç zenginliğiyle tarif edersek iyi bir şeydir. Acı fakat şifalı…

 

 Elhasıl şehri seviyorum; yalnızlık kadar!  Bana, kendimi buldurduğu için…

 

İsa YAR

 

*Yağmur dergisi / haziran 2010

Has okur’a mektuplar…


has okura / 20 Temmuz 2011

Öylesine,
içimden geldi, içimden geldiği gibi yazıyorum.
odamdayım, tekrarlanan gündelik faaliyetler arasında kendimdeyim.
fonda sanat müziğimizin taksim-fasıl ve güzide seçme eserlerinin icrası; “vücud ikliminin sultanısın sen/efendim derdimin dermanısın sen/bu cism-i nâtüvanın cânısın sen”..
hava güzel (neye göre güzel, güzellik havada başka, yüzde başka, ruh’da başka mıdır)
pencereden bakınca beton yapıları ıskalayarak karşı tepelere nazar ediyorum; dağlar yeşil, bulutlar gri-beyaz, gök kurşunî-açık mavi…
okaliptus ağacından bir serçe havalanıyor. bu ağacın okaliptus olduğunu ve bataklık kuruttuğunu kaç kişi biliyor; hem kim dikmiş bu ağaçları; at kestanelerini kesen, çınarları ihmal eden belediyenin gözünden kaçmış olmalı!
denizi göremiyorum buradan; zaten içimin denizini tanıyalı başka deniz de görmek istemiyorum.
şiirden bir müddettir uzak düştüm, yeni yazılar da kaleme almıyorum. içimde biriksin istiyorum.
biliyorum ki birikince içimde ve taşıyamaz olunca yazıyorum; sancılı bir sürecin çizgi gibi uzayan sızısında. içim acımadan kaleme/dilime gelmiyor kelimeler. ah kelimelerim…
neşveyi pek tutmam içimde; içimde neşve tutunacak yer bulamaz, iğretidir misafirliği, yüz vermem, sırnaşıklık edemez, kalamaz yanımda fazla ve geldiği gibi gider. Oysa hüzün baş köşeye yerleşir, rahattır, memnundur mihmandarından, söyleşiriz hüzünle; anlar şiirden ve sükûttan.

festival’in sanatçı/eğlence boyutu iptal edildi. ne garip; zaten olmaması gereken bir şeyin iptaline seviniyoruz. olması gereken/yüksek fikir ve derin gönül olması gerektiği yerde olmayınca, şeytanı meydandan uzak tutsan ne olur ki. o zaten insancıklarla kolkola kaldırımda, sahilde, her yerde…
hayatı çok daha derin ve iç dünyada yaşamak mümkünken, yaşar gibi yapmak ne kadar saçma. bize ne kadar saçma bir hayat yaşatıyorlar.
geçen gün, çocuklar: “baba, bizi denize götürür müsün” dediler. “hazırlanın öyleyse” dedim; limanın ötesinde tenhamıza gittik. sevindiler tabi, sevinçlerine tebessümle eşlik ettim ve su da güzeldi, yüzdük… ve bir taşa oturup denizi seyrettim. düşünceye benziyordu deniz! sığ-derin, berrak-bulanık, kıyısı-ufku, derin dip dalgası-kıyıda sığ çırpıntılar, sığda tezat-açıkta dinlenen vuslat…

çay içiyorum

(Bizim yaptığımız “bu gürültülü dünyadan kitapların asude inzivasına iltica etmek”.

Oradan yazarak varlığımızdan haber vermek.)


Has Okurdan: 17/5/2010
“bir mekanım da oldu burada odam, masam, kitaplarım, süs Fillerim-çok dikkatimi çekiyor Filler-, pinokyom…
Katre-i Matem’i bitiremedim az kaldı ama… okuyanların yorumlarını almak istiyorum nasıl buldular acaba? siz okudunuz mu?
Babilde ölüm istanbulda aşk’ı aldım ,bir de Divan Edebiyatı Ansiklopedi Sözlüğünü satın aldım. buradaki kütüphaneyi ziyaret ettim… güzel buldum…
bu sefer torul üzerinden geldik, özel araçla geldiğimiz için… bir de eski ordu yolundan geldik… eski yol çok güzel… yolları kısaltırken güzellikleri de bıraktık arkada…”
Has okura: 19/5/2010
Herşeyi ne güzel özetlemişsin…
Keşke ben de herşeyi ama herşeyi böyle özetleyebilsem, tanımlasam ve bu böyledir, budur diyebilseydim; lakin biliyoruz ki herşey bir bütünün parçaları ve parça bütünün habercisi; bir şeyi tüketmek ya da mesela taşımak veya çözmek için parçalara ayırmak, sıralamak, öncelemek ve ertelemek metoddur. Bu bizim elimizde olan ya da elimizden gelen bir şeydir ve fakat irademiz/isteğimiz dışında gelişen parçalanmışlıkları toplamak, derc eylemek, tasnif etmek mümkün olsa da yorucu, yıpratıcı ve o kadar da zevksiz; oysa biliyoruz ki buna hayat deniyor…
 
Böyle bir dibaceyle kelama (mektuba mı demeliydim) başlamamın esbab-ı mucibesi (lügata başvur; almışsın ya) parmaklarımı klavye üzerinde zihnimin akışına bırakmaktan neşet etmektedir. Sâdır olan satırlar iç denizimden bir kaç damla mesabesindedir, yani…
 
Odanın olması çok güzel; kütüphane, kitaplar zaten senin arka bahçen…
Torul üzerinden çok yıllar önce bir yolculuk da ben yapmıştım. O zaman güzelliklerin içinden yol geçiyordu; şimdi yolun içinden makineler…
 
Gündem, gündemim değil desem şaşırır mısın? Kendi gündemini hiç bir zaman aşamamış bir adamım ve bu bi-çare hal yani nâçar durum şiir iklimini besliyor…  
Katre-i matem’i okumadım ama evde var, kitap hakkında yazı okudum. İskender Pala okunulacak bir kalemdir…
İçimde yazılar birikiyor, kalemden kağıda dökmeden, başkalaşıyor, gelişiyor ve böyle sürüp gidiyor..

Has Okurdan: 20/5/2010
“her bir cümleniz için söylenebilecek çok şey var… bakalım ne kadarını aktarabileceğim.. özellikle cevap yazmadım hemen düşünmek istedim… öyle cümleler var ki içersinde okyanus misali büyük bi o kadar derin…
kelimeleriniz bugünün türkçesinde yer almayan ama çok daha güzel kelimeler…

özetlemek…
özetleyememekten, tanımlayamamaktan ve bu böyledir’i bu budur’u diyememekten değildir buradaki keşkeniz… keşkenizi daha büyük daha derin daha zor’u kapsıyor diye düşünüyorum… bu keşke beni düşündürmüştü…

Birikmişliğiniz… bakalım sizi hangi merhaleye getirecek…
yükünüz ağır İsa abi… üstesinden gelebilecek kadar da yüreğiniz var…
yazarlık hususunda düşündüğüm bir şey var ki siz kalıpların insanı değilsiniz ve bir yerlere sürüklenmek ya da bu çarkın içinde yer almak size oldukça zor gelecek diye düşünüyorum. siz şahsınıza münhasır bir insansınız… böylesi bir şahsiyete sahip olan insanların mekanı kendinden başkası değil…
aklım yettiği kadar diyebilirim ki “siz istediğiniz sürece verimli olabilirsiniz…”en azından sizde yaptığınızdan keyif alabilir ya da memnun olabilirsiniz… benim açımdan en doğrusu bu…”
Has okura: 22/5/2010
odamdayım; işyerinde. çay demledim.
dışarısı, dışarıda. binalar, insanlar, yollar, akan trafik, her şey yerli yerinde ya da bir mutadın tekrarında…
değerlendirmeleriniz hoş, yani isabetli ki  ince dikkatlerinizin farkındayım. idrakiniz, kavrayışınız fevkalade.
kelimelerim… halis türkçe; arapça tesmiye ettiğiniz kelimeler osmanlıca yani türkçe ve zaten osmanlıca diye bir lisan yok. belki yazı dili…
keşke!
keşkenin telafisi yok; varsa da keşkeden sonra nihayetinde sadece telafidir.
keşkenin olumlu yanı geleceğe bakan yüzüdür ki gelecek zaten kendi doluluğuyla gelir, telafiye imkan tanımaz. belki ders…

zor beğenmeye başlamışsınız; bu iyi: aramıza hoşgeldin…

“böylesi bir şahsiyete sahip olan insanların mekanı kendinden başkası değil…” diyorsunuz. insanın kendinde olması, mekanında olmasıdır diyebiliriz buna. kendinde olmak iyidir ve fakat insan bazen kendinden çıkmak, uzaklaşmak istemiyor da değil; bu mümkün olsa da yine kendine dönüyor tabi. dönebilmesi için kendini bilmesi, tanıması lazım ki bu da kendiliğinden olmuyor: kitabî malumatdan çok tecrübî bilgiyle yani yaşanmışlıkla mümkün. yaşanmışlık dikenle tanışmaktır ve o zaman gül bilinir.

mezkur yazıda bahsettiğim gibi “oblomov” adlı kitabı okuyordum, bitirdim. roman, yaşanmış, yaşanabilir, mümkün bir hayatı, hikayeyi belli karakterlerin müşahhasında resmeden muhayyile mahsulü eserdir elbette ve fakat okuduğum her romanda (seçiciyimdir, kolay beğenmem) dikkatimi çeken bölümler, tasvirler, hayatla örtüşen realiteler bulduğum olmuştur, ancak pek az roman bende ciddi ilgi uyandırmıştır. bu manada “oblomov”u beğendim. Bazen oblomov benim dedim; değilim tabi. hikayesi (romanı okuduğun zaman anlatmam daha iyi) mekan ve zaman olarak farklı olsa da benzeyen yanım çok. yetişme tarzımızda bile (ki “oblomovluk” burada başlıyor) aynilik var. anlatmayacağım, şu kadarını ifade edeyim, iç dünyasında alabildiğine hür ve his dünyası dalgalı ben, çocukluğu dahil özellikle delikanlılığında beyzade gibi yetiştirildim, ve fakat konumu ne olursa olsun memurluk bu tarza uymadı çünkü başına buyruk, kendiliğinden, doğal bir akışa meyyal ruhum kalıplara sığmadı, sığmıyor. ve modern şehir hayatının, modernitenin bizi mahkum ettiği hayat tarzı bana göre değil. planlanmış, kurgulanmış bir hayat. bana göre olmayan bu hayatı kimseye, çocuklarım dahil dayatmadım. ama bu hayat bize dayatıldı çünkü herkes böyle yaşıyordu… neyse
“şu andan hiç bir  memnun olmadığını” yazıyorsun; memnun olsan şaşardım. farkındalığın olmasa böyle düşüncelerin olmazdı ki zaten o zaman yazdıkların da olmazdı ve şu anda okudukların da… 
bizi yani ruhumuzu müslümanca yaşamak tatmin eder. zaten hayatın gayesi de budur. yani insanca yaşamak. biz acılardan, sıkıntılardan kısaca varolmaktan şikayetçi değiliz; bütün bunlar bizi insan yapıyor, Allahu teala sevdiğine sıkıntılar verir, kıymetini bilmek lazım…

Has Okurdan: 20/5/2010
“ben de odamdayım…tatil günümü değerlendirmeye çalışıyorum; yazacaklarımı yazarak,notlar alarak,okuyarak…
oblomovluk bahsini özellikle yazmadım emin olamadım…kısa bir kitap okumuştum elvada oblomov’du sanırım; o mu değil mi diye düşünüyordum..
ama sizin okuduğunuz romanmış… siz de “romanı okuduğun zaman” deyince emin oldum…
kelime manasına yeniden baktım… tembellik… ilk aklıma geleni söylim ki bu kitabı seçerek okuyan sizi de az çok tanıdığım için…
ben boşvermişlik kısmında aynilik bulduğunuzu düşünüyorum… bu boşvermişliğin de en çok dış etkene bağlı olduğunu düşünüyorum…
salı vermek desek çünkü baktık ki çare yok napıyor insan salı veriyor artık; böyle bir şey. …”
Has okura: 22/5/2010
doğru tespit: oblomovluk değil, boşvermişlik, salıvermek, yani atalet…

öğleden evvel güneşin tebessümü vardı havada; öğleden sonra değişti; Betül’ün ifadesiyle “gök gürültüyor” ve yağmur… “bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince/çisil çisil yağan bu yağmur/ bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince/ aynalar yüzümü tanımaz olur” NFK…
Dışarıda yağmur,/ İçimde sızım./ Ben,/ Boğazlanmış bir adam!/ ve odam…/ 10.11.1982/Büyükağız”

şu eski şiirlerim de gösteriyor ki ruh hep aynı…
çocukluğumuz hayatımızı çok belirleyici kılıyor, çocukluk belki hayatımızın rüyasını teşkil ediyor… nerede geçerse geçsin, bir hafıza oluyor… mesela köye gittiğimde o hafıza canlanır, farkında olmadan beni kuşatır, o çocuk gözüyle severim ben köyü ve bilirim ki benim artık o ben olmadığım gibi köy de o köy değildir; aslında köy fazla değişmemiştir: o taflan agacı yine öyle duruyordur ve yanında dut ağacı da… askerden geldikten sonra atama beklediğim günlerde o ağacın altında (evin harmanında, denize bakan ve ırmağın göründüğü mekan) çaydanlık, kitaplarım, defterim ve kalem ile meşgul ya da bir fikrin çıkmazında, bir mısranın peşinde bahtiyar ama hüzünlü… hüzün ki öyle acı, buruk bir şey değil; bilakis rafine bir haz, şairane yaşama sevinci, galiba güçlü bir varolma idrakiyle mevcuttu. şimdi yine orası mevcut ve yine orada çay, kitap, kağıt, kalem ve ben de mevcut olsam bile  ben, o ben değilim; o beni de kapsayan daha fazla bir şey… ve fakat eksilen bir şeyler ya da bir yerlere saklanmış, o çocuksu saflığı görmeden kendini göstermeyen bir şey… demem o ki ben zamanı ve mekanı içimde yaşarken, dışımdaki mekana ve zamana bigane kalabiliyorum. bu biganelik olmasa o iç belde ihmal olacak; dış mekan hayatın sureta aktığı, belki donup kaldığı, kendini tekrarlayarak çoraklaşan bir vasattır. oysa iç mekan ne kadar geniş, ferah ve zengin… 
 
böyle şeyler yazan, düşünen; işte böyle  kendi inşa ettiği bir dünyada yaşayan adam, herkesten ayrılır. ama herkese söyleyecek şeyleri de olur…
ne diyordum; yağmur devam ediyor; etsin.

“küçük şeyler” mühim!
acı ne kadar büyük olsada (paylaşmasa da) insan dayanır, kaldı ki (dediğin gibi) dağına göre kar… ve fakat sevinçler öyle mi? insan büyük sevinçleri kaldıramaz belki ve onun için küçük şeylere dağıtılmıştır. küçük şeylerle mutlu olunur, değil mi? anlamını dahil ettikmi küçük şeyler ne kadar da büyük…
bir yemeğe az da olsa yeterince tuz katılmadığı zaman ne tatsız olur, oysa tuz saf olarak yenmez. acılar tuz mesabesinde, onu nasıl bünyemize aldığımız önemli, su böreğiyle alınan tuzu hissetmeyiz, lezzet alırız  ama vücut tuz ihtiyacını karşılamış olur. Ben aşçılıktan anlamam, tuzu şiirlerimde ve yazılarımda kullanıyorum; biraz gözyaşına benzemesi ondandır..

 ./..

Has Okurdan: 1/6/2010

sabahtır çok dinlememek kaydıyla dinledim saldırıyı…

sabah bi ara size sormak istedim..
Has okura: 2/6/2010
Önce bir şeyler yazmayı düşündüm; sonra, yazmayı düşündüğüm şeylerin, öyle herhangi bir “şey” olamayacağını gördüm. Yazacağım kimsenin siz olduğunu da düşündüm, bu mevzunun/sorduğunuz hususun tarihi bir süreci olduğunu, saatlerce konuşulacak bir yoruma muhtaç olduğunu düşündüm..
yani demem o ki:
bu yara yeni değil.
bu yara elin değil.
bu yara hep kanayan ve bünyemizde,
bu yara bizim.
 
bu bünye,
bütün uzuvları birbirine yabancılaşmış, mefluç olmuş gibi irtibatı kopuk bünye; unutmuş bir yarası olduğunu. göz, ayağındaki yarayı başka bedende zannediyor,
celladına aşık kalp!
format tutmasa da formatlanmış zihin.
cemil meriç ve diğer kalemleri dönüp tekrar okumalı..
bu yara bizim.
ama biz kendimize yar değiliz.
bu sebeple, uzun  konuşulacak bir mevzu.
tarih yapan bir millet, zamanı gelince, mankurtlaşmaktan kurtulunca, kendisi olunca tekrar, tarih onu, o tarihi yazacaktır…
“örovizyonda” 2. olan biz miyiz? 
o “manga”nın, çanakkalede manga ile bir alakası kalmış mıdır.
asyadan bir kısrak başı gibi uzanan şu anadoluda “marmara gemisi”nde gibi değil miyiz zaten.
Akdeniz Barbarosunu unuttu, torunları Barbarosu…
 
yaz geldi,
ülkemin en küçük kasabasında dahi belediyeler festivallere hazırlanıyor; tavernalarda sözüm ona sanatçılar da meydanlara..
meydanında yığın gezen şehirler zaten kaybedilmiş bir kültür savaşının “şhowroom”u değil mi…
elbette bu fetret biter,
oğuz nesli hafızasını geri çağırır
ya da aşık olduğu cellat ecelinden ölür…
umut hep vardır
olmak zorunda
olmalı…
yoksa ben bü dünyayı sırtımda niye taşıyayım ki…
atarım üzerimden, ya da çıkarım dünyadan…

 ./..

Hayatın İçinden…


Yazarlık, Oblomovluk, Betül…

 

Küçük kızım Betül henüz ilköğretim birinci sınıf öğrencisi. Bir gün, “Okuyup, büyüyünce ne olacaksın” sorusuna muhatap olunca çocuk safiyetiyle verdiği cevap ailede hepimizi tebessüm ettirmişti: “-Yazar olacağım; kız yazar.”  

Geçen gün çalışma odamda dolanırken “-Baba, artık yazmıyorsun” demesin mi? Gözlemi beni  şaşırttı ve sordum: “-Nasıl yani!” Duraksamadan cevapladı: “-Ben de yazar olacağım ya, ne evde ne burada yazdığını artık göremiyorum… Ben zaten yazar olmaktan vazgeçtim, öğretmen olacağım, belki doktor olurum…” Çocukları seviyorum; öylesine kirlenmiş bir çağda yaşıyoruz ki neredeyse bu dünyada konuşulası bir onlar kaldı…

Elimde İvan Gonçarov’un “Oblomov” romanı var; 1891’de ölen Rus yazarın meşhur eseri. Beş yıl önce de Nihat Dağlı’nın “elveda oblomov” isimli deneme kitabını okumuştum. Schopenhauer’in (ölümü 1860) “okumak, yazmak ve yaşamak üzerine” adlı eserini ise Ahmet Aydoğan’ın nefis çevirisinden okuyalı bir ay olmadı. Masamın üzerinde az edebiyat, berceste, bizim külliye, Türk Edebiyatı, yedi İklim, somuncubaba, ayvakti, yolcu, kültür, yakamoz dergileri… Kitaplar, kalem, kâğıt…  ve Betül’ün sesi: “baba, artık yazmıyorsun…”

Kim demiş yazmıyorum diye! İçimde başlayıp biten yazılar, kimsenin görmediği, okuyamadığı metinler, kelimeler, kelimeler… Bu işte biraz ‘oblomovluk’ var. Delikanlılığında, belki çocukluğunda bile her yere elinde kitapla giden, fındık bahçesinde “dolu sepet, boş çuval” seslerine sırtını dönerek çayıra uzanan, çay içen ve okuduğu kitabın ya da muhayyilesinin mutasavver dünyasında at koşturan birisi, büyüyünce ne olur: muhayyilesinin kurbanı olur. Bu adam okur, hatırı sayılır bir memuriyete intisap eder,  bir gün evlenir, çoluk çocuğa karışır ve aradan yıllar geçmiş olsa da ‘oblomovluk’ yakasını bırakmaz. O doğmadan vefat eden, bu sebeple yüzünü görmediği dedesinin ağa olması, babasının itimat ve imtiyazına mazhariyeti değildir bu tablonun arka yüzü; mizacıdır, iç denizidir, kendisidir.

Evin küçüğü Betül, meslekî unvan sahibi anne babanın sağladığı hâmî ve müşfik aile ortamına mukabil, gelirlerine/emsallerine göre mesela hâlâ ev sahibi olamamalarının sebebini babasının yazarlığında gördüğü için mi kararını değiştirmiş, öğretmen veya doktor olmak istemiştir? Zannetmiyorum. Nereden bilsin ki şiir ikliminde ikamet eden bir babanın çocuğu konformist kazanımlardan mahrumiyete baştan mahkûmdur.

Evet, bu işte bir oblomovluk olmalı; yoksa bir şehirde aynı kiraya denizi ve dağları gören daha ferah evler varken, ondört yıl bir evde kirada oturmak nasıl izah edilebilir. Sevgili Vedat Ali Tok gibi bir dostun: “Şu kitaplarını artık bastır, çok erteledin, (…) yayınevi olabilir” tavsiyesini; bu manada İstanbul’dan ciddi davetler aldığım halde, gitmemeyi ne ile açıklayabilirim.   Hayır, oblomovluk değil; kim bilir belki bir hayal kırılması, bir iç isyan, tavır, çekilme ve sükûta bürünen direniş…

 Betül, farkında olmadan, bir farkındalığı çocukça ifade etti sadece. “Yazar olmak” ki biz buna “şair” olmayı da eklemeliyiz hatta başa almalıyız, istenilecek bir şey değildir çünkü istemekle olunan bir şey değildir. Olunan bir şeydir sadece. Şairlik ayrıca doğuştan bazı özellikleri de muciptir. Eğer bunlar istenilen ve istenildiğinde olunan şeyler olsaydı, istenildiğinde terk edilebilirdi de. Oysa özellikle şairlik, sizi terk etmeden siz onu terk edemezsiniz. Bu iklim meselesidir.  Her iklimin bir coğrafyası ya da her coğrafyanın bir iklimi vardır. İklim değişiklikleri olsa da esas değişmez. Anlaşılan o ki, Betül daha uzun süre kiralık bir evde oturacak; annesi bir ev hayali kurmaya devam edecek. Ve Betül büyüdükçe hayatı hem herkes gibi görecek ve fakat herkes gibi olmayacak; yani karakter olarak ne Oblomov ne de Ştolts; herkes kendisi… Bir başkasına sadece benzeyebiliriz, o kadar.

 

İsa Yar

 

18.05.2010

(devam edecek)

Makas


Ben hazırdım, doğarken mahir ellerinize

Keserek başladınız, bağımı ah! özümden

Elbiseler biçtiniz üzerime, iğreti

Yapıştım, görmediniz, zahir ellerinize…

 

Her biriniz bahçıvan, budayıp sürgünümü

Kestiniz dinlemeden, alındınız sözümden.

Kurtardım saçlarımı dökerek aynanızdan!

Uzattınız bilmeden bu dünya sürgünümü

 

Kesiniz, işte yorgun uzandım masanıza

İşte kalbim kanayan, damla akmaz gözümden

Kasma kendin dediniz, makas dedim, eliniz

Ben eşkıya, ben derviş, sarılın asanıza…

 

Bir yol hikâyesidir yaşamak başka nedir

Bilir beni yolculuk tanır bu yol, yüzümden

Kim döşer bu rayları makasçı, çekil yönden

İstasyon gitmek için, beklemek bahanedir…

 

İsa Yar

 

 

Ünye / 2010

 

 

*Lamure 2010 sayı 9

Şiir Öldü mü?


           

          
           ‘Günümüzde şair kalmadı, şiir yok’ iddiası ve bu iddianın akabinde devam eden tartışmalara dair kalem erbabından tenkit, yorum, istihza, öfke, savunma mahiyetinde yazılara, gerek edebiyat dergilerinde gerekse gazetelerin kültür-sanat sayfalarında sık rastlıyoruz.

Şiir/şair yok demek, ‘insan kalmadı’ demekle eş anlamlı. Oysa şair de var, şiir de. Sıkıntı burada değil; şairin kimliği/kimliksizliği, şiirin ne kadar şiir olduğu tartışılmalıydı. Peki, niçin böyle bir tartışmanın içindeyiz? Bu sorunun cevabını verebilmek için, ‘batılılaşmanın’ hikâyesini tekrar okumalıyız. Ayrıca bu uzun bir hikâyedir; yaşanmıştır, yaşanmaya devam etmektedir. Tesiri ise, nesilleri kuşatarak sürmekle birlikte, kesin bir neticeye bağlanmamıştır. 

Muhteşem bir medeniyetin bânîsi, taşıyıcısı olan bu büyük milletin, son iki asırda yaşadıklarının sonucu, bütün sahalarda olduğu gibi söz sanatında/şiirde yükseldiği zirveden sonra ‘zorunlu makas değişikliği’ tabir/tesmiye edebileceğimiz ‘Batılılaşma macerası’ birçok kırılmayı beraberinde getirdi… Yabancılaşma , -kimine malum, kimine meçhul sâiklerle- ‘iddiasından’ vazgeçme, hafıza kaybı/ mankurtlaşma, köksüzleşme bu zorlamanın tabi sonucu… Şiir, gelenekten tamamen kopmadan ve fakat –yatağına kırgın da aksa– batı tesiriyle mülemma varlığını sürdürüyor.

            Şiir havzasında daralma, ses kaybı, manasızlık, varlık sebebiyle irtibatsızlık ve neticede: kimliksiz, öksüz ve köksüz bir yapılanmadan bahsetmeliyiz. Şair, yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceğine göre, toplumu değiştiren /dönüştürenlerin de hedeflemediği ve artık, belki kontrol da edemediği ‘iddiasızlık’ çukurunda zirve (has)  şiir beklemek abestir. Kelimenin lügatten kovulduğu bir lisanla, şiir yazacaksınız! Tablo budur. Bu sebepledir ki, şuursuz/şuuraltı sayıklamalar şiir sanılmakta, anlatamayan ve anlaşılamayan (manasız) ifadelerde hikmet aranmaktadır. Edebiyat havzasında saf şiir yerini koruduğu gibi, kendine yabancı/yalancı, ruhsuz, nihilist, bunalımlı ancak hafakansız, ben merkezli seslerin çoğalması normaldir. Bunca tasfiyeden sonra…

            Şair buradadır, içimizdedir ve şiirini terennüm etmektedir. Seviye diyorsanız! Şairin yaşadığı toplumun hayat damarlarını, dilini, kimliğini ve değerlerini tahripten kurtarıp, yeniden ihyâ ve inşâ edeceksiniz. Başka yolu yok.

İsa YAR

*Berceste Dergisi

ÖZLEM YAĞMURLARI


-Bir Na’t Antolojisi-

Kayseri’de yayınlanan Berceste dergisi 2005 yılında Türkiye çapında bir na’t yarışması açtı. Sonra da bu yarışmaya gelen şiirlerden bir seçki yayınladı; Özlem Yağmurları/Na’t Antolojisi. Elbet takdir edersiniz ki yarışmaya gönderilen her şiir bu kitapta yer almamıştır. Dereceye girenler, mansiyona layık görülenler ve yayınlanmaya değer bulunanlar kitaba konulmuş. Kısa biyografili, fotoğraflı, 160 sayfalık kitapta 76 şiir var.

Özlem Yağmurları’nın editörlüğünü, Berceste’nin genel yayın yönetmeni Ümit Fehmi Sorgunlu yapmış. Kapak tasarımı İbrahim Şahin’den, sayfa düzeni Ebubekir Şahin’den. Kitabı yayına hazırlayan ise Vedat Ali Tok.
Kitap, Sorgunlu’nun Sunuş yazısıyla başlıyor. Sonra Tok’un Na’t Edebiyatımız başlığı altında okuyucuyu bu alanda bilgilendiren bir yazısını okuyoruz. Şu satırlar Vedat Ali Tok’un bu yazısından:
“Câhiliye döneminden sonra Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir güzellik ve değer kazanmıştır. Bu, biraz da Hz. Muhammed (sav)’in şâirlere gösterdiği hoşgörü neticesinde olmuştur. Bu yüzden Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında peygamberimizi övücü şiirler –na’tler– yazılmıştır, yayılmıştır. Övme, medhetme anlamında olan na’t (naat) kelimesi edebiyatımızda daha çok Hz. Muhammed (s.a.v.) için yazılan, ,Onun doğumu, vasıfları, peygamberliği, mûcizeleri, mirâcı, hicreti ile ilgili şiirlerin genel ismi olmuştur.”
Yarışma birincisi ve kitabın birinci şiiri Rıfat Araz’ın “Na’t”ı. Araz’ın şiirlerini, şiir dünyasını biliriz. Hemen bütün şiirleri bir na’t veya münacât mahiyetindedir. Yıllar önce kaleme aldığımız Sonsuzluğa Adanan Ömür kitabıyla ilgili yazımızda bu hususu etraflıca işlemiştik.
Bu bakımdan sevgili Rıfat Araz’ın böyle bir yarışmadan birinci çıkması onun tabiî hakkıdır, demek geçiyor içimizden. Şiirinde, “Pervaneyim çevrende, çözülmez sır gibiyim” demesi sadece kafiye uysun diye, şiir olsun diye değildir. Samimidir Araz;
Yâ Hatemü’l Enbiyâ, iki cihân serdârı;
Her sesin, her sözünde varlığın esrârı var!..
Ey âlemin ışığı, secdenin son baharı;
Tuttuğum gül dalında, güllerin ebrârı var!..
Yarışmanın ve antolojinin ikinci şiiri Nezir Elmas’a ait. Doğrusu, bizim ölçülerimize göre Elmas’ın şiiri hiç de öyle başarılı değildir. Kimileri tek mısradan (müfred) ibaret 13 bölümden oluşmakta Nezir Elmas’ın “Naat” başlıklı, “Gecikmiş Dirilmeler” alt başlıklı şiiri. Ve şu üçlemeyle başlıyor;
İma’nın ve imanın gevşek kaldığı bir çağda
Her sabaha köpüklü kelimelerle uyandım
Uyandım sığmadı koltuklarıma dünya
Naat’in 6. bölümü bir dörtlük;
Ya Resul sen bölerken bölünmez sanılanı
Antika zamanlardan kekre bir tat gelir
Gelir ve kalbime dokunur tanımlanamaz bir şey
Değil bir şey gibi bir şey… bir şey ki ah
Özlem Yağmurları’nın üçüncü şiiri, yarışmanın da üçüncüsü İbrahim Sağır’ın; “Naat-ı Peygamberî”si. Üç dörtlük, beş üçlükten sonra beyitlerle akıp gidiyor Naat-ı Peygamberî. Peygamberimizin doğumundan önceki Mekke tasviri ile başlayan şiir, iki cihan serverinin doğumu, inkılâpları, mucizeleri ile son buluyor;
Teşrifine hazır Hacer-ül Esvet,
Kâbe’nin her yanı kir, Resulallah.
Meydanlar, mekanlar serâpâ kasvet,
Vicdanlar sevgiye kör, Resulallah.
İbrahim Sağır, şiirinin sonunu şöyle bağlıyor;
Sunup havz u kevserden kefil ol cennetlere,
Sevgili ümmetini eyle şâdân Efendim.

Bende-i hakirine lûtfeyle şefaâtin,
Sensin mahşer gününde şefaâtkân Efendim.
Berceste dergisinin o yıl açtığı na’t yarışmasında mansiyona layık görülen şairlere gelince; Selami Yıldırım, Emre Şimşek ve İsa Yar.
Selami Yıldırım’ın “Ey Sevgili Efendim” şiirinde biz öyle kayda değer bir başarı bulmadık. Fakat yine de seçici kurulun değerlendirmesine saygımız var. Beş kısımdan oluşan Yıldırım’ın şiirinin ikinci kısmı şöyle;
Adın ki damağımda
Ana sütü tadında
Muhammed’den Mehmed’e
Türkçemin kanadında
Sınırları aşarak
Çınlatır gök kubbeyi:
Lâ ilahe illallah
Muhammedun resulullah
Emre Şimşek’in ikinci mansiyonu alan “Dilenci” şiiri şu üç mısrayla başlıyor;
fikirler olsun…
her kapı aralığı Allah versin/di bugün
gözlerim kilitlerden sana taştı sultanım
Şu üç mısrayla da bitiyor;
içimdeki hücreye hapsetmiş olduğun aşk!
doğuş seviş ölüş ve dirilişti sultanım/
şükürler olsun…
Mansiyona layık görülen şiirlerin üçüncüsü İsa Yar’ın, “Efendim”i;
Arasın Leylâ’yı Mecnun çöllerde;
Ben aşkın sendeki özüne geldim.

Nefsim ‘varım’ sansın gölge hayatta
Ben ‘beni’ bırakıp ‘biz’ine geldim.
Berceste dergisinin na’t antolojisinde iki de Elazığlı şair var. Biri Mehmet Faik Güngör, diğeri bu fakir.
Güngör’ün son mısraları;
Hani duru sularda yıkanan şafakların
Gönülleri fetheden Bilâlî ezanların.

Şansına ağla zaman, yanlışlarına ağla
Asi duruşlarını tövbelerinle dağla…
Bizim Na’t’ımızın makta beyti ise;
“Habibimsin” diyerek Mevlâm etmiş mithatın
Ne desin bundan öte, daha Mithat Efendim
——————————–
* Alıntılarda kitaptaki yazıma bağlı kalınmıştır. RMY

Günışığı Gazetesi / Elazığ