Eski Defterimden…


 

.

Arayış

 

Gece yarısı…
 

Soğuk odamda

Yapayalnızım.

Dışarıda yağmur,

İçimde sızım…

 

Ben,

Boğazlanmış bir adam!

Bir resim,

Bir hayal,

Odam.

 
10.11.1982/Büyükağız


Cinnet

 

Nefsimi paramparça dilebilmek isterim

Özümü, benliğimi bulabilmek isterim

Ne olurdu, beynimde uğultular son bulsa;

Maziyi baştanbaşa silebilmek isterim.

 

Düşünmek hep düşünmek ve çıldırmak sonunda;

Delice olsa dahi, gülebilmek isterim!

Unutmak, unutulmak ve başlamak yeniden

‘hayat böyle de güzel’ diyebilmek isterim…

 

İnsanlardan çok uzak ve Allah’a pek yakın

Yapayalnız bir anda ölebilmek isterim…


İsa YAR 

25.05.1982/Samsun


Gurbet

Gurbet, yalnız günlerin bitmediği uzun yol. 

Hasret, yıkıcı bir his, hayali sararken kol. 

                                   7.1.1980/Yozgat 

 


Gözyaşı


Seni gördüm de bu gün, gözlerin yaşlı;

Ağlıyordun güzelim, hüzünlüydün sen.

Ne kadar mahzun idin, sessiz telaşlı

Susuyordun güzelim, anlıyordum ben…

                        13.2.1980/Büyükağız


Istırap

 

 

Bir volkan kudurur sanki içimde,

Yakar da gönlümü kül eder gibi…

Her şey bilinenden başka biçimde

Yaşamak, ölmekten bin beter gibi…

23.8.1980/Akdağmadeni-Yozgat


Efgan

 

 

Ne gülden bir eser kaldı,

Ne bülbülün figanı var.

Şimdi, hazan bahçesinde

Bir garibin efganı var.

          22.09.1980/Büyükağız


Tavsiye 

 

Derdini söyleme dostuna bile!

Ağlama birinin yanında sakın!

Kaçıver herkesten, yalnız kalıver

Ve ağla, hep ağla, Allah’a yakın…

 


                         4.5.1981/Büyükağız


Perişan

 

 

Rüzgârın önünde bir yaprak gibi,

Zamanın akışı içindeyim ben!

Bir hayal peşinde geçerken ömür,

Çilenin nakışı içindeyim ben.

 

                        Eylül 1981/Samsun


 Veda (I)

 

 

 

Gitti ki, bir daha gelmez cananım;

Bitti ah bu fasıl, neylesin sazlar.

Bir hüzzam şarkıdır yalnızlığımız;

Gönlümü teselli eylesin sazlar…


                        21.8.1982/Büyükağız

 

Veda (II)

 

Gittin ama güzelim bana hatıran kaldı

Gülü solan bahçemde yaslı bir hazan kaldı

Götürdün her şeyimi, ne aşk kaldı ne ümit

Gittin ama güzelim gönül perişan kaldı…

                                   Eylül 1982/Büyükağız


Eylül  

Bir hüzzam şarkıdır

Yalnızlığımız.

Hıçkırır saz ve ney

Beste perişan…

 

Geçti ah, baharın

İçinden hazan!

Soldu çiçek ve renk

Deste perişan…

 

                        23.8.1982/Samsun


Hiciv 1

 

 

Nice insanlar gördük;

Insan sandık, yanıldık!

Tebessüme aldanıp

Ihsan sandık, yanıldık!

 

Hiciv II

 

Kurulmuş koltuğuna

Gücü makamındadır!

Ne kadar yükselse de

Cüce makamındadır..
                  
6.6.1995

                                              İSA YAR

 

 


                        —Sana…

ve gece…

hüzzam şarkılar duyulur odamdan.

sigaram, çayım, kalemim

sesler geliyor uzaktan

kaybolur boşlukta sesim…

 

ve resim…

sen ve ben anılarda.

tanıyamaz oldum kendimi baktığım aynalarda!

değişen mevsim değil, bilirim;

mevsimlerde biziz değişen.

bütünlük her şeyde;

bir ben paramparça

bir de yüreğim.

 

ve şarkılar susar bir yerde

düşünmek sükûttur.

gizlenecek ne var, çekili perde?

bu oda

bu oda benim sırdaşım

her gece burada ağrıyor başım

 

ve mehtap öpüyor yaprağı dalda

dal ürperiyor

ben üşüyorum.

bakıyorum yollar boş.

uyusam artık

kollar boş…

                                               7.7.1986/Adana

NE TAHAMMÜL NE SEFER…


Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,

Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;

Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda

 

 

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!

Ortasında bir ömrün; ne tahammül ne sefer,

Adsızım, pusatsızım, ha komutan ha nefer

Dinlensin yorgunluğum zamanın beşiğinde,

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde…

 

 

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

Lime lime olmuşum; sağım keser solumu!

‘Gelemem ay karanlık’ sen aydınlat yolumu.

‘Kahrın da bir lütfûn da’, ben yeniden başlarım;

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

 

                                                           31.03.2004

kibrit kutusundan yazı çıkarmak


 

.
.
.
Kibrit kutusundan yazı çıkartmak…  Nasıl olur?  Kibrit kutusundan kibrit çöpü çıkmaz her zaman. O sadece içersinde ‘vasati şu kadar çöp’ ibaresiyle, tanınmış, ‘tüplü çakmak’ denilen ucube çıktıktan sonra yerini onlara devretmiş bir hafızadır. Sözümüz ‘muhtar çakmağına’ değil. Çünkü o da geçmişi yad etmemize sebep olan başka bir hafıza sebebi.

            Şair-yazar dostum İsa yar’ın ‘Lamure’ sonbahar sayısı için kaleme aldığı  ‘Kibrit kutusunda hatıralar…’ başlıklı yazısını okuyunca o günlere gittim. Aynı kültür ikliminde kırk küsur yıl yaşamış biri olarak bu yazının bende tedai ettirdiği şey, sanırım aynı nesil üzerinde de aynı tesiri göstermiştir. Tabiî yazıyı okumuş olanlar için.

            Kibrit o zamanlar hayatın önemli parçalarından biriydi. Rahmetli dedemin ‘Nemlioğlu bir kibrit çöpü için hanımını boşamış’ bilgilendirmesi; bu nesnenin ne kadar hayatın içinde olduğunu aşikâr eyler. Kibrit bir hafızadır. Hem de önemli bir hafızadır. Böyle bir yazı bize hafızamızı canlandırmak için yetti de arttı bile. Doğrusu böyle bir konu için çok şey ifade eden bir yazı olmuş.

            Bir kibrit kutusundan yazı çıkarmak kolay değil elbet. Basitmiş gibi görünen şeylerin taşıdığı mânâ tahminden çok ötedir bazen. Kibrit de öyle. Şayet onu basit bir çöp olarak görürseniz yanılıyor, hatta aldanıyorsunuz demektir. Çünkü bazı şeylerin ifade ettiği hakikati onu hakkıyla yaşayanlar bilir.

            İsa Yar, yazının bir bölümünde o günlerin yaşantısını şöyle kaleme alıyor:    “Elektriğin ve elektronik aletlerin imkânından mahrum ve fakat 14 numara gaz lambasının nice masal saklayan loş ışığında aydınlanan müstakil evlerde sükûnetle genişleyen ahenkli bir huzuru içten hisseden çocuklardık biz.” Evet öyleydik… Gaz lâmbasının o kendine has loşluğu, içimizi öyle bir aydınlatırdı ki bu günün nesline bu izah etmek mümkün değildir. Çünkü her odada yanan elektrikli lâmbalar sanki hep varmış gibi bir hisse kapılmamızı sağlamaktadır. Hâlbuki o zaman evlerde aynı anda yanan gaz lâmbası nadirattan bulunurdu. Ve biz o loşluğu dışarının karanlığı ve içimiz aydınlığı ile kıyaslardık hep.

             O zamanlar her şey insan merkezliydi… Eşya daha bizlere hükmetmeye başlamamıştı. Hemen hemen birbirine benzer evlerde yaşardık. Yaz mevsiminin dışında benzer yanlarımız daha çok olurdu. İsa Yar’dan dinleyelim: “Üç mevsim kuzine/soba yanan kırmızı kiremitli Karadeniz evlerinde ocaklık tabir edilen kısımda (betona yüz vermemiş Anadolu evlerinde hala mevcuttur)  umumiyetle fındık/kızılağaç odunuyla ocak yanar, sacayağı üzerinde bir yemek kazanı fokurdar, isli çaydanlıkta çay demini alırdı.” İsli çaydanlıklarda demini alan çaylar yok artık. Muhtevası bilinmeyen her türlü deterjan ile rengi defalarca parlatılan, neredeyse alındığından daha yeni görünen, ışıl ışıl parlayan demliklerin içi isliydi şimdi. Ama kimse görmüyordu veya göremiyordu. O zamanlar bize içimiz parlatmayı öğretiyorlardı. Yani insan olmayı…

              “Briket duvarda gölgeler şekillenir, ahşap döşemeye serili kilimin üzerinde ya da yer minderinin rahatlığında oyunlar oynardık.” O zamanlar ne atari vardı ne bilgisayar. Yalnız başımıza değil başkalarıyla oynardık. Kızdığımız ve sevdiğimiz arkadaşlarımız olurdu. Canımız sıkılınca ‘klavyeyi tokatlamaz’ yerdeki ‘çalı’ya tekme atardık. O zaman yerlerde ‘ çalı çırpı’ denilen şeyler olurdu. Onları toplar kuzinede yakardık. Sadece bedenimiz değil içimiz de ısınırdı. Şimdi yerlerde plastik kap artıkları var. Ve … ve işe yaramayan çevreyi kirleten ne kadar şey varsa onlar. Değil içimizi dışımızı bile ısıtmıyor onlar. Sadece ruhumuzu karartıyor.

            Evet birbirine benzer evlerimizde eşyaların yerleri de aynıydı. İsa yar’ın yazısından bir bölümle yazımızı noktalayalım. “Ocaklığın üst kısmında bir çıkıntıda muhakkak içinde ‘vasatî’ kırk çöp olan birkaç kutu kibrit sıralanır,  hemen yanı başında bir çiviye takılı yarım rükûda gaz lambası asılı olurdu.” 

 

            Kibrit kutusundan yazı çıkartmak…  Nasıl olur? Demek böyle bir şey…

 

 Not: Sayın İsa Yar’ın yazısını tamamını 2009 Lamure sonbahar sayısında ve ya www.isayar.com den okuyabilirsiniz.

 

            Zeki ORDU

*Karadeniz Haber Postası Gazetesi

Ben Giderim Yol Kalır


.
.
                     Bekir Dervişoğlu’na 

“kaptanınız hayırlı yolculuklar…
              İçecek ne alırsınız beyim,
                      Müzik isterseniz kulaklık…” 

Desem anlar mı?
Ben bir yalnızlık alsam…
Yaslanıp yolculuğa
Elimde sancılı bir kitap, konuşurken içimle…
İstemez, kulaksız duyuyorum
Sen bilmezsin içimi, iç/imi sen bilmezsin
Konuşuruz istersen molada çay içimi
Siz, nerede isterseniz
Ben, içimde duracağım… 

Hiçbir yere varmadan içime varacağım
Bir şairi taşır bir yol, bir şehri her otobüs
Taşıyamayacağınız bir yük şair…
Bu koltuk nereye gider
Bu koltuk ne kadar yaslanır maziye
Bagaj fişiniz!
Gözlerimi nereye koyacağım
Sözlerimi… 

Desem anlar mı?
Ben bir yalnızlık alsam…

Uykulu bedenler boşalır kentin kalbine
Gelen gelir, giden gider
Yol kalır…
Kalan yoktur, yolculuktur
Beni bir yalnızlık alır
Kuşatır şehri bir şair suskunluğu… 

Uzak diyarda bir derviş sararmış benziyle
Gülümser muhayyel lakin buruk
Bir hatırada sohbet demleyen ses
Nefes…
Dervişim nerdesin?
Boğacak bu kent beni/seni
Taşıyamıyor şehirler gitmek için geleni
Masivaya bulanmış maverasız kör akış
Bir köşe, bir mescid, yakarış… 

İsa YAR 

* Berceste dergisi / Ekim 2009

KÖŞE YAZARI


.
         

 

          Doğrusunu isterseniz dostlar, bir çay ocağının tenhasında bir köşede ve kendi halimde okur ve dahi yazar iken, kim ittiyse kendimi bu köşede buldum. Bulur bulmaz da “durun kalabalıklar” ser-levhasıyla seslendim.  Çünkü ikamet ettiğim uzletsiz yalnızlıkta beni meşgul eden düşünceden henüz sıyrılmadan kalabalığa itilmiştim ki o ilkyazı böyle bir ruh halinden kalan tortuydu. Ne ise… 
          Madem bu köşedeyiz, buraya münasip kelam edelim. Önce şu “köşe yazarı” nedir, kime derler ve niçin köşede yazarlar? Dertleri nedir ki başka işleri yokmuş gibi cümle âleme akıl verirler? “köşe yazarı” bir gazetenin, yazısı merakla beklenen yazarı mıdır yoksa haber ve reklâm arasında dolgu malzemesi midir?
         
Evvela bir okur sonra yazar olan bu kalemin sahibi, birikimini sahih okumalara borçludur. Bu sebeple kaleme ve kelama hürmetim vardır. Elbette istifade ettiğimiz yazarlar hep oldu; lakin köşe yazarı hiç olmadı!
         
Bildiğimiz muharrir,  kelimeleri olan, sözünü/meramını dilin imkânlarını en doğru şekilde kullanarak edebî üslup ile ifade eden/edebilen kimsedir. Zengin çağrışımlarla anlamı kuran bir kelime ve fikir işçisi; bir söz sihirbazı… Muharrir yani yazar, mevkiini öyle bir hak edişe borçludur ki kütüphane ya da kitaplıklarımız bizim değil onların adını taşıyan eserlere mekânlık eder. O aynı zamanda bir müelliftir. Böyle hakiki yazarların daha hakiki okurları vardır. Yazar okurunu, okur da yazarını belirler.  Şurası muhakkak ki gazetenin, ayrıcalıklı bir yere sahip dergilerden farkı vardır; ancak gazete yazıları dahi ya makale, fıkra, sohbet ya da denemedir.  Söylemek istediğim: yani köşe yazısı yoktur; o köşede yayınlanmış edebî türden bir yazı vardır/olmalıdır. Dolayısı ile ‘köşe yazarı’ da yoktur; yazarın köşesi vardır.
         
Bilineni tekrar olsa da belirtelim: herhangi bir konuda iddialı, ispata yönelik, kesin hükümlü gazete ve dergi yazılarına makale; kesin yargıda bulunmayan, derinliğe kaçmayan yazılara Fıkra; okuyucuda yazarla sohbet ediyormuş etkisi bırakan yazılara sohbet denildiğini biliyoruz.  Deneme ise karakter bakımından bir fikir yazısı olmakla beraber yazarın konu seçiminde, anlatım ve üslûpta tamamen serbest olduğu yazıdır.
         
Okuduğunuz “köşe yazılarına” bir de bu gözle bakın. Size bir şey söylemeyen, söyleyemeyen, bırakın manasını daha “cümle” olamayan, isim ve resim altı ‘sözcük’ kalabalığını  “köşe yazısı” diye okumayın! Köşenin adı “Şâirâne” olsa da geçin efendim; bulmaca, mesela ‘sudoku’ çözün…
          …
          Bir gün şehrin meydanında bir köşede oturan eli ayağı düzgün bir adam görmüşler. Önünde yere serili gazete ve gazetenin üzerinde üç-beş bozuk para, bir kâğıt, bir de kalem varmış. Birisi adama yaklaşarak sitemle: “Utanmıyor musun dilenmeye? Sapasağlam adamsın; gidip çalışsana!” demiş. Adam başını kaldırıp, karşısındakine küçümseyerek bakmış ve sonra: -“Siz şu köşedeki marketin sahibi olmalısınız. Hani gazetelerde reklâmı olan… Ben de şu yere serili gazetenin köşe yazarıyım. Sana bu sözleri söyleten bozuk paralara gelince; cebimden çıkan bütün param bu. Al! Şu boyacı çocuğa bir çikolata ver; üstü kalsın” demiş.
 
        
Arkasında bir köşe bırakıp uzaklaşmış…

         İsa YAR

 Haber Takip Gazetesi/12.05.2008

O SEN MİYDİN?


.           

            Zaman içinde yolculuk… Hayat biraz da bu değil mi?             

           Yaşamak/yaş almak, doğumdan itibaren her insan için geçerli bir sürgit, kesintisiz, fasılasız bir yolculuk. Şüphesiz, bu yolculuğun merhaleleri var. Her merhale, beraberinde bir farkındalığa bizi ulaştırıyor ve idrakimiz derinleşiyorsa, yol haritamız ne olursa olsun yaşıyoruz yani yolun farkındayız demektir. Sıradan idrak sahipleri için, ‘geçilen yaş’, edinilen malumat ve kesp veya lütuf edilen dünyevî imkânlar tanımlar insanları. Sıradan yani sığ ve zahmetsiz düşünenler; kendisinden fikrî tekâmül beklenip de işin kolayına kaçanlar; herkes değil yani…  Önemli olan ise herkesin tanımlaması değil, insanın kendisini tanıması ve tanımlamasıdır. İnsanın yani varlığının bilincinde olanın…            

           ‘Yolda olmak’ dedik, yaşamanın tanımı mahiyetinde yola ve yolculuğa işaret ettik. Yolculuk özünde ayrılığı, nihayetinde vuslatı icap ettirir. ‘Yolculuk bilinci’ şuurda yer alınca ‘yaşamak’ sadece ve ancak o zaman anlamlı olur. Takvimlerde tükettiğimiz yıllar, okuduğumuz kitaplar, bulunduğumuz sosyal statüler/imkânlar, gülüp ağlamalarımız, yazıp söylemelerimiz ilh. böyle bir şuurdan yoksun isek, bize vaat edilen ya da istenilen hayatın uzağında ve sıradanlığın tuzağında olsa olsa sıradan bir ‘yaşam’ olabilir bizimki; asla kemaliyle bir hayat olamaz. Yalnızlığı göze alamayanların ise kâmil bir hayatın doyurucu derin idrakine ulaşmaları kolay görünmüyor. Nedir bu yalnızlık? Batılı insanın sosyal yalnızlığı değil kastedilen, bir iç yolculuk işaret ettiğim. Tenha olmayı gerektiren ve hâl olarak insanı kuşatan, kuşattığı insanı bütün ‘kalabalığından’ ayıran ahenkli bir içte çoğalışın akabinde bütünleyen yalnızlık, yekparelik…           
          …
         
Çocukluğumuzdan itibaren çekilmiş resimlerimize baktığımızda neler hissederiz! Biliriz ki o resimlerde o an’ımızı tespit eden fotoğraftaki suret bizimdir. Yani o resim bizimdir ve fakat artık biz o değilizdir!  O resim bizim o an’ımızı ve öncesini ihtiva eder; sonrası o resimde yoktur. En son resmimiz ise bütün geçmişimizi temsil eder ve fakat onu sadece biz görürüz, biliriz; gayrı bilmez. O sebepledir ki gayrı (bu çocuğumuz da olabilir) “şu resimdeki kim” diye sorar da biz “benim” derken bile sanki çok önce ayrıldığımız bir yakınımızdan bahseder gibiyizdir.  Hayatı idrak zamanla bizi, sureti aşan bir merhaleye taşır. Kendimizi ve dışımızdakini suret olarak değil; bizde yer eden şahsiyeti ile görürüz. Her yaşta insanın, fotoğraf stüdyosunda çekilen vesikalık resmini ilk eline aldığında sanki kendisine çok benzeyen bir başkasına bakıyor gibi olması bundandır. Çünkü noksandır resim ve ruhumuz bedenimizde olsa da resmimizde yoktur; belki halet-i ruhîmizden bir emare taşır, o kadar.  Bu da gösteriyor ki insan (kendi fotoğrafında bile) suretin dışında, ötesinde ve fevkindedir. Şimdi, hepimiz herhangi bir resmimizi elimize alıp, kendimize soralım: “O sen miydin?”.  Sonra bir aynanın karşısına geçip aynaya/aynadakine soralım:

“ben kimim?”… 
İsa YAR