ÇIKI ÇIKI !


çocuğu sıkı tutun

 

Güneşli, güzel bir yaz günüydü.

Ne kadar küçüktüm, bilmiyorum. İlkokula başlamış mıydım yoksa eli kulağında mıydı onu da bilmiyorum.  Mevsim yazdaydı; deniz kenarında akşam ettiğimiz, çocukluğumuzun ele avuca sığmaz delişmenliklerini yaşadığımız huzurlu zamanlar…

‘Büyükağız’ denilen koyda, kumsalda kızağa çekili kayıklarını denize yüzdürmeye hazırlama telaşında balıkçıların “vira, siya” sesleri duyuluyordu. Kayıkla balığaçıkmak istiyordum ama babam beni kayığa almakta gönülsüzdü yine, “Denizle şaka olmaz” derdi, “götür denize, ne olacak” diyen arkadaşlarının ısrarına fırsat vermeden kestirip atardı:  “o daha küçük, biraz büyüsün de bakarız”.  Oysa hava günlük güneşlik, deniz alabildiğine sakindi; üstelik çok iyi de yüzerdim.  Kayık dediğim öyle küçük sandal değil tabi, motorlu orta boy balıkçı kayığı…

İlerleyen yıllarda Öğretmen olarakkarşımıza çıkan Nazmi abi, babama fark ettirmeden beni kayığa yerleştirdi. Kayık henüz denize yüzdürülmeden, daha kumsaldayken, güvertede anbar kapağını kaldırıp, beni içeri sakladı. Ortaya çıktığımda ise kayık denize açılmış, sahilden hayli uzaklaşmıştık. Babam şaşırmış, önce kızar gibi yapmış sonra gülümsemişti. Babam gülümseyince sanki deniz de gülümsemiş, kıyıdan yeşil dağlara değin toprak ve dahi güneş gülümsemişti. Denizde hayli açıldıktan, kıyı neredeyse belli belirsiz uzaklıkta kaldıktan sonra motor sustu. Çevremizde belli mesafelerde başka kayıklar da vardı. Çapariler hazırlandı. Oltanın en altında kurşun, yukarıya doğru birer karış aralıkla sıralanmış on-yirmi civarında kanca, her kancada beyaz kuş tüyü takılı ve hamsi gözünü çağrıştıran kırmızı ip sarılı, yeteri kulaç uzunluğunda misina ile kayıkta kullanıcının elinde tahta aksama tutunan bir mekanizma…   İstravrit, Mezgit derken iyi balık tuttuk. Keyfim yerindeydi; güzel sesiyle türküye başlayan Nazmi ağabeyin de öyle:

Gemiciler kalkalım şu yelkeni takalım
Şişirip de yelkeni sırt üstüne yatalım
Kızılırmak başında şu ırgatı atalım
Tutalım balık havyar keyfimize bakalım

Çekin uşaklar çekin
Hemen aldık ırgatı
Geliyor bir sert poyraz
Vuralım iki katı

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; babam, ufka doğru bir müddet baktıktan sonra, ne gördüyse gördü: “hava bozuyor” dedi, telaşlanmadan. Bir çizgi gibi uzanan ufka ben de baktım. Birkaç grup beyaz bulut vardı ama hava güzeldiişte!Onun gördüğünü ya ben göremedim, yahut gördüm de anlayamadım. Her şeyin bir dili vardı galiba ve yaşamakla öğrenilen, bilgiye dönüşen bir şeydi bu. Az sonra hafif ve serin bir rüzgar çıktı, sakin deniz yüzeyi huzursuzlanmaya başladı. “Hadi toparlanalım, acele edelim, gidiyoruz” dedi babam. Bu arada çevremizdeki kayıklar da motorlarını çalıştırıp ‘tam yol’ sahile yönelmişlerdi. Az sonra kayıkta bir telaş başladı; makine dairesinde motoru çalıştırmaya uğraşan babama baktım, o da telaşlıydı. Motor çalışmıyordu. Aradan belki fazla süre geçmemişti ama bu arada denizin huysuzluğu artmış, kayığımız daha fazla sallanır olmuş, diğer kayıklar ise-biri hariç- çoktan gözden kaybolmuştu…

Kayıktakilerin bağırıp çağırarak seslenmelerinden mi yoksa el kol haraketlerinden mi anladılar bilmiyorum, uzağımızdaki son kayık yön değiştirip bize yaklaştı. Bu ‘yetimoğlu Rasim’ amcaydı. Kayığımızı halatla yedeğine bağladı ve motora ‘tam yol’ vererek sahile doğru çekmeye başladı. Deniz gittikçe kabarmaya başlamış, dalganın boyu yükselmişti. Bir süre böyle yol aldıktan sonra babam motoru çalıştırmayı başardı, öndeki kayık bağlı halatı çözdüve hızla uzaklaştı.Motorun çalışması iyi haberdi ama tedirginlik ve endişe yüzlerden okunuyordu…

Kayığımız kamaralıydı ve kamara ise motor dairesiydi aynı zamanda. Diğer kayıklarda kayığı yönlendiren ve arka uç kısımda yer alan ahşap dümen elle kontrol edilirken, bizim kayıktadurum farklıydı. Dümene kamara dairesinde bir direksiyonla kumanda ediliyordu. Motor sesi de farklı olduğu için olsa gerek kayığın adı  “kara elmas” olmasına rağmen halk arasında “çıkı çıkı” diye söylenirdi. Pancar motorları gibi gürültülü çalışmaz, daha yumuşak bir sesle çalışırdı: çıkı çıkı, çıkı çıkı, çıkı çıkı…

Manzara ürkütücüydü. Korkuyormuydum, bilmiyorum. Korku da büyüklerden öğrenilen bir bilgiydi ve öğrenmem yakındı. Deniz hayli kabarmış, dalgalar adam boyunu aşmıştı. Kayık dalganın üzerindeyken sahile ne kadar yaklaştığımızı görüyor, dalga geçtikten sonra adeta sudan bir çukurun içine düşüyorduk. O zaman sudan başka bir şey görünmüyor, suya gömülüyoruz sanıyordum. Güvertenin arka kısmında, kamaranın dışına tutunmuş vaziyetteydim. Kayıktakileri sanki yeni fark ediyordum. Kamaranın içinde, direksiyon başında Ali dayım vardı. Arslan amca hemen yanımda, dudakları kıpır kıpır, küpeştede bir eliyle beni kolluyordu. Sahile iyice yaklaşmıştık ancak kıyıda patlayan dalgaların köpük köpük parçalanışı, kayalarda çıkardığı sesler tehlikenin büyüklüğünü gösteriyordu. Her an kayığımız alabora olup batabilirdi. Birden, kıyıda biriken kalabalığı fark ettim. İnsanlar sahile toplanmış, endişe, korku ve merakla neticeyi bekliyordu. Büyükağız’ainmemiz imkansızdı;Asarcık denilen küçük koya inecektik. Bu çok tehlikeliydi ama başka çaremiz de yoktu. Kayığı zaptetmek, rotasında tutmak, dalgaları hesap etmek maharet isterdi. Tam bu sırada herkes, kıyıda bekleşenler ve kayıktakiler panikledi. Babamın sesini duydum: “dümenin ipi kotu!” Bu kayığın direksiyonla kontrol edilemiyeceği bir durumdu. Kayık artık kontrolsüzdü, her an batabilir, kayalara sürüklenip parçalanabilirdi. Babam “Çocuğu sıkı tutun” diye bağırdı. Güvertenin arka uç kısmında can havliyle bir tahtayı sökebildi, kopan ipi nasılsa tekrar bağladı, dayıma seslendi: “Ali, gözünü seveyim, kontrol sende!” Zaman nasıl da genişliyordu! Saniyeler dakikadan, dakikalar saatten uzundu sanki…

Kayığın sahile vardığını, kıyıya vurduğunu, önce beni kayıktan kalabalığın kucağına verdiklerini hatırlıyorum. Annemin kalabalık içinde beklerken benim de kayıkta olduğumu öğrendiği an bayıldığını söylediler. Bu olayı her anlattıklarında babam derdi ki: “Bu çocuğu ne zaman denize götürsem, denize bir şey oluyor; anladınız mı niçin götürmek istemediğimi…”

Sonraki yıllarda denizi hep sahilinden seyrettim, içimin denizine çekilerek…

İSA YAR

*Divanyolu dergisi 56.sayı/Ağustos 2018

desem ki


12439465_10208655690540605_7684135349273784241_n

Desem: sancım kalsın sizde ben birazcık gülüp gelsem

Yahut ölüp gelsem dirilten bir nefesle, susarak…

 

Hani sular çekilmiştir, durgun/kırgın akar ırmak

Derken, yine coşar gelir avdet eder daim derdim

Ben ki daim mesel derdim, anlar gibi anlardınız

Gözleriniz vardı sizin hüzünlenir ağlardınız!

Çekip gittik kendimizden, yakınlıklar bizden ırak

Bizden ırak yakınlığı uyandırma öyle bırak…

 

Ya ben şimdi bu lisanı tahrip edip gitmeliyim

Yahut yeni ‘sözcüklerle’ şiir mi inşa etmeliyim?

Etme dedim gitme dedim, kendim ettim benden gittim

Döndüm bana bende yoktum zayi oldum ya neyleyim…

 

Şimdi bahar dallardadır, topraktadır, üşümüştür

Bir şey olmuş, çok şey olmuş,bir kez yere düşülmüştür

Uzun süren bir uykuydu; bordro, taksit derken sabah

Gün ortası, vakt-i evvel,  ahir zaman bilinmiştir

Kayda geçmiş yenilgimiz, esamimiz silinmiştir

Günah bile değil cürmüm yoktur ceza ehliyetim…

 

Şehir girdap, apolitik, şair kimdir, bir yetimdir

Her tenha bir yalnızlıktır, kitap, kalem, çay ve sükût

Ne sen sor ben söyleyeyim, işbu hal vaziyetimdir

Gülüp geldim, ölüp geldim, olup geldim işte hudut…

 

Ver sancımı al hıncını dirileyim ben kendimde

Ve şehrime çekileyim, herkes kalsın başkentinde…

 

İSA YAR

Kasım 2016/Divanyolu Dergisi 35.sayı 


Suskunluklarıyla dervişe benzer adamları vardır şehrin. Bir derviş olamayacak kadar öfkeli, mukim olamayacak kadar yolcu; yolun bittiği yerde yürüyüşüne devam eden adamlar. İsimleri kadar gerçektir bu adamlar. Yaşadıkları zamanın/mekânın dışında bir gerçekliği idrak eden bu adamların “dünyevî” olanla başı derttedir muhakkak. Şehrin müflisidir onlar. Kelimelerden inşa edilmiş bir haneleri vardır en fazla; vergisini aksatmadan ödedikleri sıradan arabaları, sadık oldukları borçları, söyleyecek çok şeyleri… Onlar kaleme sevdalı, şiire nikâhlı, kelama mütemayil ve fakat sükûta müpteladırlar her nedense…


Read more

SAKLI_SZLER

KİTAP SİPARİŞİ


    .


internet satış irtibat e-posta: isayar@isayar.com


KİTAP SİPARİŞİ:
Hüzün ve Sağanak:  50 Lira / Saklı Sözler:  100 Lira;

% 50 İNDİRİMLİ
Takım: 75 Tl

İSA YAR adına 09494330 nolu POSTAÇEKİ hesabına kitap bedelini havale ederek, isayar@isayar.com ‘a e-posta ile bilgi veriniz. (2 takım siparişe kadar Kargo bedeli fiata dahil değildir)

Hzn_ve_saganak