YAZI/YAZAR BİZİM NEYİMİZ OLUR


       Sizi yazdıklarınızdan dolayı gıyabınızda tanıyanlar yazdıklarınızı dikkate alırlar. Doğrusu da budur. Şiir, deneme, her ne ise yazdığınız ön plandadır ve muhatabınız (okur) yazılana bakarak kalem sahibi hakkında bir kanaat sahibi olur. Bu kendiliğinden oluşan bir şeydir ve isminiz yazdığınızı çağrıştırır. Yazılan yani anlamdır aranızdaki köprü…

        Oysa sizi yakından tanıyanlar, hakikaten yakından tanıdıkları zannıyla, dikkatlerini yazdıklarınıza veremezler; verseler de yazdığınızın hakikatini değil sizin suretinizi görürler; kaçınılmaz bir körlüktür bu. Öte yandan, sizi evvela yazdıklarınızdan tanıyanlar, sonra suretinizle tanışsa bile sizde yazdıklarınızı görürler; ne kadar görebilirlerse tabi.  Çünkü sizde tasavvur ettikleri o şairi, o yazarı ararlar. İlk karşılaşmanın akabinde, yazdıklarınızla onlarda inşa ettiğiniz tahayyül ve tasavvur ister pekişsin ister sarsılsın, sizi en yakınınızda bulunandan daha çok keşfedip, anlayabilirler. Bir şeyin çok yakında bulunmak bizi o şeye karşı kör kılabilir.    Bu körlüğü aşmanın yolu vardır ve fakat ince dikkatler gerektirir.  Hem okur hem yazar olarak gördüğüm budur.

        Bu izahtan sonra, diyebiliriz ki insanın kendisini yani hakikatini tanımasında da bir körlük vardır. Kendisini merkeze alan ve kendi beninde hapsolan kişi varlığını bu kafesten seyrederek nefsini put edinebilir; çünkü hakikatini kendi dışında ve içinde (afakî/enfüsî)  arama kabiliyetini köreltmiştir

        İSA YAR

 

CÜMLENİZİ YOK SAYIYORUM!


.
.
.
.

          Daha önce de ifade etmiştim: “köşe yazarı” yoktur! Yazarın köşesi vardır…
         
Yazar, her ne ise yazdığı zahmetli bir müktesebattan beslenir yani birikiminden. Bu ise kolay ve kısa sürede elde edilebilir bir şey değildir. Okuyacaksınız evvela, nitelikli ve devamlı okuyacaksınız; okuduğunuzu anlayacaksınız, anladığınızı idrake yükselteceksiniz. Bunlar da yetmez; bilip öğrendiklerinizi filtreleyerek sahih ve hakiki anlama ulaşacaksınız. Dolacak ve taşacaksınız, işte o zaman yazacaksınız.
         
Yazma merhalesine eriştiniz diyelim, elinize kalemi alıp istediğiniz gibi yazamazsınız. Kelimeleriniz olacak ve cümleniz! Sizin cümleniz… Daha cümle kurmayı beceremeyen, bir gazete köşesine kurulup yazar geçiniyorsa yazık o kaleme, okura ve gazeteye.  Mahalli bile olsa bir gazete yazarlarıyla tanımlanır, öyle olmalı. Haberleriyle değil. Gazetenin kalitesini belirleyen orada görünür olan yazarlarıdır. Maalesef görünen şu ki: mahalli gazetelerde birkaç kalem dışında ciddi manada yazar yok; bu anlaşılır bir şeydir ve fakat yazar sıfatıyla köşe tutan ancak bırakın insicamlı, üslûplu bir yazıyı daha cümle kuramayan dil fukarası kimselerin meydanı tutmasına ne demeli? Bunlar okur-yazar bile değil…
         

         
Yine de görmezden gelir, sükût eder geçerdim. Bir gazetenin sahibi, hissedarı olabilirsiniz, yazı da yazabilirsiniz; yazdıklarınızı okurunuz beğenir beğenmez, takdir ya da tekdir eder geçer. Ancak, başka yazarlara sınır belirleyemezsin! Hangi konuda yazıp yazamayacağını, nasıl yazıp yazmayacağını söyleyemezsin. Yazısını yayınlamazsın olur biter. Eleştirirsin yazdığını, eleştirinin üslûbunu biliyorsan; müktesebatın yetiyorsa. Hukukunuz varsa bizzat yazara söylersin söyleyeceğini; okura değil. Kaldı ki okur da değil muhatabın; kime mesaj veriyorsan!
         
Önce haddini bileceksin. Önce cümle kurmayı öğreneceksin. Türkçenin zengin lügatini biliyor ve yazıda kullanabiliyor olacaksın. İzan, irfan ve idrak sahibi olacaksın. Yazıyı ciddiye alacaksın; yazıyı ve okuru.
         
Sözüm sizedir:  “yazar” sıfatı ile görünür olan ama (bütün çağrışımlarıyla) diline sahip olamayan, imla hatasız yazı yazamayanlar! Kimseden belagat ya da retorik(!) beklemeden aha da söylüyorum: yazınız okunmuyor çünkü cümle’niz kuralsız; cümlenizi yok sayıyorum…

           İSA YAR  
*Vizyon Gazetesi /Kelam-ı kibar köşe yazısı 22.12.2009 

SÜKÛT ÜZERİNE…


.
.
.
.

          Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime…
         
Bütün konuşmalarımız ve susmalarımız hakikatinde sükûta dairdir. Şiir ve yazılarımız da öyle. İfadelerimiz derin bir sükûttan doğar ve ister anlaşılsın, ister anlaşılmasın yine bir sükût iklimine çeker bizi; bizi yani kelam ve kalem sahibini. Suskunluk, bir sise bürünme halidir; adeta sisin içinde saklanmak gibi. Sis belki bir yalnızlıktır, kendisi ile başbaşa kalmaktır; iç evine çekilmek ve orada dış seslere kulağı kapayıp iç sese dikkat kesilmektir.

         Sükût, bir sis gibi bizi kuşatır ya da biz o sise dalarız. Orada öreriz kozamızı. Şiir orada demlenir, yazı orada kaleme gelir ve oradan salarız ifadelerimizi gayrıya; bir çığlık gibi… Bu sis, yani yalnızlığa çekilmiş sükût hali kendi mekânını da inşa eder; münzevi bir adamız olur. Ada’mız ya da adımız… İnsan denizinde bizi tanımlayan sınırlarla çizilmiş, tecrit edilmiş ada’mız. Varsa böyle bir ada’mız, o zaman kendimiziz; adamız. Kelimelerden inşa ettiğimiz sandallara yükleriz anlamlı ifadelerimizi ve salarız insan denizine; adressiz mektuplar gibi. Hepimiz bir Robenson’uz Cuma’sını arayan, yamyamlar arasında; yamyamlar yani zamanı kokutanlar…
        
         Böyle bir adaydı sükût dergisi.
        
Küllük adıyla meşhur çay ocağının mütevazılığında, şehrin uğultusuna sırtını dönmüş birkaç güzel adamın, meselesini mefkûre bilmiş kelam ve kalem sahiplerinin sesini dışarıya duyurduğu bir imkândı… Sükût adasından altı defa duyuldu bu ses. Dikkat çeken bir ses miydi, bilmiyoruz ama duyanların dikkat kesildiği muhakkaktı. Uzak yakın adalardan mukabil sesler geliyordu ve fakat sükût adası nedense uzun bir sessizliğe bürünmüştü. O gün bu gündür ismine yakışır bir dergidir artık sükût; ses vermeyen! Bilmiyoruz, “sükût” dergisi içten içe yanan, sise bürünmüş bir volkanik ada mıdır günü gelince konuşan; yoksa bir rüya mıydı,  bu sahilde seraplaşan… Biliyoruz ki ‘Robenson’ ve ‘Cuma’ bir romanın kahramanıydılar; muhayyeldiler ve fakat İbrahim Ocak’ın muzip ifadesiyle ‘sükûtîler’ gerçekti, genel yayın yönetmeni Zeki Ordu kadar… Bana sükûtu sormasalar, sükût edip geçecektim.

          Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime; gel de sükût etme…

         İSA YAR 

*Vizyon Gazetesi /Kelam-ı kibar köşe yazısı 7.12.2009

MEYDAN OKUYORUM


.
.
.
.
“İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” diyordu Cemil Meriç. Tanzimat’tan bu yana kaç nesil geçti bilmem ama hepimiz bir kaçışın içinde bulduk kendimizi…

Bu hikâye trajiktir. Aslında kendimizden kaçıyorduk; hakikatimizden. Şuurun travmaya uğraması ve tereddüt. Adeta kelimelerini kaybetmiş, dilini konuşamayan ve kendini ifade imkânlarından yani kültürünün bütün şubelerinden habersiz ya da bigane nesillerdik. Sanatın, edebiyatın, musikinin, mimarinin, ilmin zirvelerinde otağ kuran ecdadın aksine kaçıyorduk. Her kaçış bir arayıştır aynı zamanda ve fakat ne aradığımızı bilmiyorduk, neyi kaybettiğimizi bilmediğimiz gibi…

Ben de kitaplara kaçanlardanım. Popüler, görkemli ve fakat içi boş anlamsız modernlikten, sahih, hakiki, muhteşem, diriltici lakin yalnızlaştıran hüzünlü okumalara sığınan bir kalabalık firarisiyim. Bu okumaların kazandırdığı muhayyile, tasavvur, farkındalık/idrak ve vukufiyet (vizyon değil) içimde bir isyan biriktirmedi de değil. Yolda olmanın bilinci, ‘birey’ bencilliğinden korudu bizi, ancak kendi dışımızda bir hayat var ve biz ondan bağımsız değiliz… Kitap okumanızın, odanızı kütüphaneye dönüştürmenizin sizi mesela ev, araba sahibi yapmadığını, çocuğunuzun akademik eğitim masrafına fayda sağlamadığını hatta zorlaştırdığını öğreniyorsunuz…

Romanlarda tasvir edilen hayatlar acı ve dramatik de olsa size gözyaşı döktüren bir film gibi seyir zevki verebiliyor. Oysa hayatın gerçekleri acıtıcı. Yaşadıklarınızın sizde/içinizde biriktirdiği düşünce ve duygu tortularını yani fikir ve hissiyatınızı bir roman gibi kaldırıp rafa koyamıyorsunuz. Ne içinden çıkabiliyorsunuz ne de içinizden atabiliyorsunuz.

Demem o ki siz kitaba kaçsanız da bir tarafınızla meydana çekiliyorsunuz. Meydan, insanın resmedildiği, görünür olduğu mekândır; insanın ve dolayısı ile toplumun. Meydan aslında yeryüzüdür ve insanî hallerin tezahür alanıdır. Şimdi meydan denilince şehir meydanını anlayanlara ‘yiğidin harman olduğu meydan’ı nasıl anlatmalı! Hayat bütün gerçekliğiyle beni sığındığım kitapların münzevî dünyasından kendi meydanına çekiyorken, şairin ifadesiyle : “çekil gideyim hayat” diyemiyorum madem; o zaman ben de hayata hodri meydan diyorum. Şairin “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” ikazını tekrarlamak değil niyetim. Kalem ustaları ile yarışmak ya da düzgün bir cümle kuramadığı halde yazarlık taslayanlara ders vermek niyetinde de değilim. (meraklısı gazete yazılarımızda ‘köşe yazarı’ yazımıza müracaat edebilir). Sadece insan ve toplumun meydandaki halini okumaya/anlamaya ve kendi hakikatimle yüzleşmeye “varım” diyorum…

İsa YAR

*Vizyon Gazetesi /Kelam-ı kibar köşe yazısı 02.11.2009

KÜÇÜK DEV ADAMIN RESMİ…


.
.
.
.

       (çıkın resminizden)
       
Onu, her gün hep aynı yerde, ikinci katta görmeye alışmıştım.
       
Sabah işhanına gelince, zemin katta zabıta ile selamlaşır (zabıta müdürlüğü buradaydı), asansöre iltifat etmeden merdivenlere yönelir, sağlık ocağının geçici hizmet verdiği birinci katı ayaküstü kolaçan edip ikinci kata geldiğimde mutlaka orada olurdu. Selamlaşır, kısaca hatırını sorar ve bir üst katta odama çıkardım. Çalışma odam kütüphane katında olduğu halde, kendimi farklı bir iklimde hissetmeden odama geçer, mesai arkadaşlarımla günü selamlar, masama otururken pencereden denize kısa bir müddet bakakalır ve mutat başlardı… Sonsuzluğun işaretlerini taşıyan denize bakmak sıradan bir alışkanlık olsa bile, havanın açık ya da kapalı olmasına göre manzara değişirdi. Yani bu sahici deniz bir tabloda tasvir edilene benzemez, illa birkaç martı uçuşur, eski iskelenin ilerisinde, yalının denizden su içen tarihi evleri kırmızı kiremitleriyle göz okşardı.
       
Biz hikâyemize dönelim.
       
Sağlık ocağının olduğu katta, poliklinik sırasında yurdum insanının sabr u sükûn içre ve fakat “işim bitse de gitsem” arzusuyla bekleyişlerine mukabil, aşı odasında bir bebeğin/ çocuğun nazlı ağlayışına sıkça şahit olunurdu. En üst katta yer alan rehabilitasyon merkezinde arada bir, lisanını muallim taifesinin anladığı çocuk sesleri duyulurken; kütüphane katı büsbütün sessiz sayılmazdı. Binanın tam ortasında, cam çatıdan zemine kadar inen ve her katta aynı simetride salonun tam ortasında yer alan, uzun bir tabut gibi etrafı demir korkulukla çevrili aydınlatma boşluğu vardı. Böylece bina içi aydınlatma günışığı ile sağlanırken, bina içinde sesler günümüzde kaybolan komşuluklara nispet yaparcasına birbirine karışıyordu.  Yalnız ikinci kat, Onun olduğu bu kısım en sessiz bölümüydü binanın. Tanıdığım fatihlere benzemese de, adı Fatihti. Fatih mi bu kattan, kat mı Fatihten etkilenmişti bilmiyorum, sükûnet sanki bu kata sığınmıştı. Zaten Fatih bir görüntüydü; ses değildi, sessizlikti.
      
Onu hiç otururken, dururken görmedim. Onun da bir odası vardı muhakkak ve ikinci katın temizliği ondan sorulurdu. Bazen paspas yapar, bazen de elinde bir evrakla dolaşırdı. Belki tesadüf etmediğim zamanlarda, bir yerlerde oturur, çay içer, konuşurdu. Bir de ağzından düşürmediği sigarası! Hep ağzındaydı. ‘Sigara yasağı’ başlayınca Fatihi katta daha az görmeye başladım. Belli ki sigara içmek için dışarı çıkıyor, “dışarı çıkmak için” tekrar içeri giriyordu. Ne olduysa bu yasaktan sonra oldu zaten!
      
Dedim ya Fatih bir görüntüydü, canlı bir tasvir.  Ortaya yakın boyunda saklı bir heybet, kaçamak bakışlarında zapt edilmiş bir sükûnet vardı ve lakabı ise küçük dev adamdı. Kırk altı yaşında olduğunu ‘o haberi’ okuyunca öğrendim. Demek ki aramızda bir yaş vardı. Kravat takar mıydı; galiba. Lacivert takım elbisesi gösterişsizdi ama ona bir vakar verdiği de muhakkaktı. Aslında Fatih kimdi, hikâyesi neydi; bilmiyordum.
       
Bana göre Fatih, ikinci kattı; sessizlikti, paspasla temizlikti, sigaraydı. Yok, daha fazlasıydı. Fatih şehirdi, çağdı, memuriyetti. Belki yılgınlık, yorgunluk, tahammül, ama daha çok saklı bir öfke, yalnızlık, çaresizlik, yani insanlıktı. ‘İnsanlığın son adası’ olmuş bir coğrafyanın ortasında, adasız kalmış bir insandı. Fatih, aslında bizdik. Fatih, bizim saklı yanımızdı. Biz! Statü, makam, imkân, marka… gibi aslında bize ait olmayan bir kimliği maske edinenler! Bütün çıplaklığıyla hakikatimizi Fatihin sadeliğinde ve suskunluğunda gördüğümüzden ve o sıradanlıktan, alakasızlıktan korktuğumuzdan, tegafül yaparak onu değil, elindeki paspası görüyorduk…
       En son, cuma günü mesai bitiminde görmüştüm onu. Her zamanki gibiydi. İki gün sonra mesaiye başlarken onu göremedim; herhalde katta değildi… Masamda mahalli gazetede bir resim, bir isim ve haber: kalp krizi geçiren belediye park ve bahçeler müdürlüğünde görevli… Fatih ölmüştü!
      

      
Gazetede resmi görünce Fatih gözümün önüne geldi. Evet, onun resmiydi; yani bir ‘vesikalık’ fotoğraf. Birden fark ettim ki, onun resmiydi ama o değildi! Gazetede olan ‘bir resim haliydi’, suretti, pozdu. Fotoğrafçının tespit ettiği bir andı, hepsi bu. Fotoğraflarımız ne kadar da bizden uzak, ne kadar da yanıltıcı olabiliyordu. Fotoğraftaki biz, “biz” değildik. Vesikalara yapıştırılan bu fotoğraftı, biz değil. Albümlerde saklanan bu resimlerdi, biz değil. Tıpkı, yaşayanın biz olması gibi, resmin değil. Yaşayanın ve yaş alanın/yaşlananın.
      
Resim, verdiğimiz pozdur. Bize telkin edilen ”postur”  yani vaziyet almadır. Ah, o fotoğrafçılar! Bir sanat icra ediyor edasıyla çenenizi düzeltir, başınızı çevirir, “gülümseyin” der. Sizi hiç tanımayan o adam yani fotoğrafçı, sizi en iyi anlatacak pozunuzu çektiğini sanır! Sizi bir resim halinde size iade eden fotoğrafçı, sıradaki ‘müşteriye” teveccüh ederek, sizi hemen unutur ve siz elinizdeki resme/kendinize bir başkası gibi tekrar tekrar bakarsınız. Resimlerde o sunî tebessüm, tâbi bir sırıtma kadar bile sıcak değildir…
      
Aynı yalan aynalardadır. Aynada görünen kim? Dahası: şu hareket eden, konuşan, bir resim değil cisim olarak görünen kim? Biz miyiz?
      
Ey! Diplomasını, doktorasını, sertifikasını çerçeveletip duvara asan; unvanını elbise gibi kuşanan, elbisesini değiştirse bile unvanından soyunamayan sen! İş hanında,  kattakiler! Çıkın resminizden! O paspas bir başka elde; siz günlük telaşınızda.  Evrakı taşıyan birileri yine olacak ve fakat evrakı taşıyanı ‘son gününde’ taşıyanlarda… Geride kalan vesikalık resim, unutulacak isimdir. Bir de başkalarının yüzüne, hatta kendi yüzüne bile bir fotoğrafçı yabancılığı ile uzak bakanlar…
      
Şimdi, ikinci kata her gelişimde, lacivert takım elbisenin daha da gölgelenerek bir hâtıra gibi katta saklandığını vehmeder ve fakat Fatihin ise artık sönmüş son sigarının dumanıyla çekip gittiğini düşünürüm. Tutunamayanları ve yaşar gibi yaşayanları bir kez daha fark ederek…
      
İsa YAR 

 

*Berceste Dergisi 2008  … Haber Takip Gazetesi/23.06.2008

KİMSEYE ETMEM ŞİKÂYET…


.
.
.
.

          Bazen şehirden çıkmak isteği yoklar içimi.
         
Alıp başımı gitmek ve mesela dağlardan seyretmek isterim denizi; sonra kaybolmak içimin denizlerinde…  Ancak, bu isteğim fazla sürmez, yine bir çay ocağında bulurum kendimi. Çay ocağı dedimse, maksat çay içmek değil, dostlarla hemhal olmaktır. Yarenlik edecek dostlarımızın olması ne güzeldir ve o çay ocağı ‘Küllük’varî bir mekânsa terki pek o kadar da kolay değildir. Hele bugünlerde…
         
Bu kaçış arzusuna rağmen şehre kapanıp kalmak alışkanlığın ötesinde bir şeydir. Sosyolojik izahı erbabına göre muhakkak vardır (bu mevzuu İslam Ürkmez ile bir ara konuşmalıyım). Kanaatimce, mekân olarak şehrin dışına çıkmakla şehirden uzaklaşmış olmuyoruz! Kalabalıkları bir uğultu gibi kendimizde taşıyoruz. Şehri/kalabalıkları o kadar içimize almışız ki tenhada bile kendimizle baş başa kalamıyoruz; kendimiz, yani hakikatimizle… Varlığımızı bir başkası/öteki üzerinden idrak ediyoruz; kim bilir, aynaya bakmak ihtiyacı duymamız belki de bundandır.  ‘yok’ derken, aslında ‘var’ demek istiyoruz… Tenhada kalabalık kuşatıyor bizi, kalabalıkta yalnızlık.  Kaçıyoruz ve belki kaçarken kendimize yakalanıyoruz. Kendimize ve kendimizle yüzleşmeye…
         
Bu hâlimiz bir memnuniyetsizlik hâlimidir? Hayır, değil. Daha çok, bir farkındalık sersemliği! Fark etme, idrak ve daha ötesine geçemeyip olduğu yerde ‘erteleyip/ertelenerek’ beklemek. Yani hâl-i intizâr. Bu merhaleyi aşamadığımızdan, olmanın eşiğinde ve belki “a’raf”ta kozamızı örüyoruz. Dışımızda bir dünya var ve varlığını “realite” olarak her an bize hatırlatıyor. Muhayyileyi, tasavvuru ezen, kendi gerçekliğini dayatan ve insana kaçış alanı bırakmayan dünyevî gerçeklikle kuşatılmışız. Bu kıskaçtan belki fikir ve his imkânıyla firar edebilsek de, ecdat kadar hür olamadığımız için, yine dönüyoruz bizi esir eden sıradanlık kafesine. Onlar ismen değil, hakikaten içe doğru derinleşen bir irfâna sahiptiler; biz ise dışımızda popüler görünümüyle mantarlaşan parçalanmış bir kültürün sahibiyiz. Onlar fehmederlerdi; biz anlamıyoruz bile…
         

         
İmdi, yukarıdaki ifadelerden ne anlamamız icap eder ya da “sen nerede yaşıyorsun kardeşim” diyebilirsiniz.  Demeseniz de olur ama bir kere sorduk! Geçen günlerde bu şehirde bir akşamüstü, davet edildiğimiz “şiir gecesine” giderken, yolda karşılaştığım iki ‘gazeteci’ dostla ayaküstü konuştuktan sonra daha iyi anladım ki günümüzde “edebiyat karın doyurmaz, bol çay içirirmiş”… Edebiyat, yani insanın kendi iç denizinden, inci çıkarması. Oysa ırmaktan kum çıkartsa neler kazanır… Gazeteci dostları reel memleket meseleleri ve mahallî mevzularıyla baş başa bırakıp,  kendi ‘gündemime’ bir sukut-ı hayâl gibi hikâyeme ve şiire yürüdüm. Sarkis Efendi’nin o nihâvend şarkısı dilimde:
         
“kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime
         
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”
   
         
İsa YAR
                                             Haber Takip Gazetesi/Tenha Köşe 02.06.2008

BAŞIMIZA GELENLER


.
.
.
.
       O kitabı okumadım.
      
Üstelik hakkında o kadar çok şey yazılmasına rağmen!
      
şu çılgın Türkler’den bahsediyorum. Çok tartışılmasından belki; çok tartışılan şeylerden kaçan bir tarafım var. Münazaranın yerini münakaşa alınca sıkıntı basar beni. Alır düşüncemi giderim.
      
Bir yere gittiğimiz yoktur aslında, gidemeyiz de. Kalın Türk kitabının da yazarı şair İsmet Özel’in ifadesiyle “toparlanın; kalıyoruz” îmâsına iştirak ediyorum yani. Bir yerde tutunmak değil, kalmaktan bahsediyorum. Bu coğrafyada kalmak, bin yıl olduğu gibi…
      
Bu yazı, okumakta olduğum bir kitabın tesiriyle kaleme alındı. ‘Başımıza Gelenler’ Mehmed Arif imzası ile ilk defa 1903 yılında neşredilen ve en son bky tarafından basılan bir kitap. 93 Harbi’nde Doğu Anadolu cephesini anlatıyor. Erzurum ve Kars civarı. Osmanlı-Rus harbi! Eser hakkında tek cümle söyleyebilirim: herkes okumalı.
      
Millî Mücadele, Çanakkale, Sarıkamış, Yemen… Bu milletin evlatlarının hangi zor şartlarda, cepheden cepheye koşarak destanlaştıklarını; redif askerlerini, un ve peksimetten ibaret iaşelerini, Gazi Muhtar Paşayı, yaralarımızı, yâr ve ağyârımızı… bu ve bunun gibi eserlerde tarihimizi okumadan, ama hakikaten okumadan bugünü anlayamayacağımızı ve yarını inşa edemeyeceğimizi bilelim. Kredi kartımızın asgari ödemesini yaptıktan sonra, çocuğumuzun adını zor telaffuz ettiği filan ‘marka’ ayakkabı ya da t-shirt’i almadan önce ‘Gedikler Muharebesi’ni (1877
)  hatıra getirelim.
      
Yemen türküsünde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasını bakın nesi var/Bir çift pabuç ile bir de fesi var” sözlerinin ne manaya geldiğini bilmeyenlerin; kimseye laf söylemeye ve hele gençlere sitem etmeye hakkı yoktur. Başını ellerinin arasına alıp düşünse yeridir. Marifet çok şey bilmek olmasa gerek. Belki marifet bildiği ‘şey’in hakikatini kavramaktır.
      
Başımıza gelenleri idrak eden bir gençlik, ecdadının bu coğrafyada daha dün neler yaşadıklarının tarihî şuuruyla, savaşın acılarını hissedecek ve fakat bir mankurt edasıyla ağyara da barış şarkıları söylemeyecektir. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bize yine tarih söylüyor. Başımıza gelenleri okuduktan sonra Dedem Mehmet Ağayı daha iyi anladım. Millî mücadelede Karabekir Paşanın ordusunda askerliğin akabinde Erzurum tabyalarından eve dönebilen o efsane adamın cephede yaşadıklarını torunu olarak hiç dinleyemedim. Doğumumdan üç ay önce vefat etmiş. Cümlesine rahmet… Öte yandan, Babamın da askerliğini Sarıkamış’ta yapmış olması; ilk atamamın Kars’a çıkması ayrı bir hatıradır.
      

      
Hep okumaktan bahsediyoruz ya…
      
Okumak öyle sıradan bir şey değildir. Bir kitap, okunduğunu okuyan üzerinden söylemeli bize. Mesela şiir okumak ve dinlemek ne güzeldir. Daha güzeli ve doğrusu ise şiirin anlamı üzerine düşünmek, şairin tavrını görebilmektir. Şiir sükûnetten beslenir, uğultudan kaçar; şair gibi… Tarih hafızadır, şiir ise hatıranın ötesinde bir şey…  

       İsa YAR

Haber Takip Gazetesi/19.05.2008

DURUN KALABALIKLAR


.
.
.
.

       Bir ses…
      
Dikkatimizi dışımızdaki uğultudan kendimize/içimize çeviren bir ses. Şehrin ya da adına şehir denilen gürültülü görüntünün idraki kör ve sağır eden karmaşıklığından kurtarıcı bir ses:
      
“durun kalabalıklar!”
      

      
Adına yaşamak dediğimiz fakat anlamı üzerine ciddî manada düşünmediğimiz, adeta bir alışkanlık gibi tekrarlayıp durduğumuz ‘günü’ dolduran kısır bir döngü bizim hayatımız. Yaşar gibi yaşamak yani.
      
Caddelere, sokaklara bakın; ama dikkatle ve görmek için bakın. Giyim mağazalarının vitrinlerinde insan kalıbında cansız mankenlerin hareket eden modelleri gibiyiz! Adeta çağı teşhir eden, bir diğerinden farkı ve dahası ‘farkındalığı’ kalmayan bir figür…
      
Hayatı ‘ıskalamak’ bu olsa gerek. Hepimiz formatlandık! Hayata değil bilakis hayatı ve her şeyi tüketmeye hazırız. Tüketiyor ve tükeniyoruz. Harcamak için kazanıyor, kazanmak için kendimizi harcıyoruz. Ve o ses: “durun kalabalıklar!”. 
      

      
Kalabalık, bu kemiyetiyle bir keyfiyet ortaya koyamaz. O zaman, bu kalabalık içinde kaybolan o yalnıza yani insana, kendimize seslenelim:
      
Yavaşla!
      
Dur ve düşün!
      
Varlığının hakikati nedir ve niçin yaşıyorsun? Eskiler göz ve söz mesafesinde iletişimle yakınlık hâsıl ederken, sen yanında/yakınında olanla bile neredeyse cep telefonu ile konuşacaksın! Ulaşamazsın… Hayatın ve hakikatin kapsama alanında değilsin; farkında olmadıkça, fark etmedikçe ve sen istemedikçe değişemez, değiştiremezsin. ‘Zaman seni kuşatmış, mekân kelepçelemiş’ farkında mısın?  Bırak eşya istiflemeyi; sonunu getiremezsin. Oysa kendi yaralarını onarabilirsin, çocuğunun gözyaşını silebilirsin, eşinin yüreğinden tutabilirsin, dostun hatırını sorabilirsin…
      
Bırak kalsın kendi çıkmazında sokak.
      
Yürü içinin ferah caddelerinde, kalbini de kuşanarak… 

       İsa YAR

Haber Takip Gazetesi/05.05.2008

ŞİİR İNCELEMESİ


.
.
.

 

NE TAHAMMÜL NE SEFER…

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,
Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.
Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;
Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda!
Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!
Ortasında bir ömrün; ne tahammül ne sefer,
Adsızım, pusatsızım, ha komutan ha nefer
Dinlensin yorgunluğum zamanın beşiğinde,
Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde…

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?
Lime lime olmuşum; sağım keser solumu!
‘Gelemem ay karanlık’ sen aydınlat yolumu.
‘Kahrın da bir lütfûn da’, ben yeniden başlarım;
Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

İsa YAR


Şiirin başlığı bize ilk anda günümüzün usta hikâyecisi Mustafa Kutlu’nun bir hikâyesini hatırlatıyor: ‘ya tahammül ya sefer’. Şair şiirine “ne tahammül ne sefer” adını vermekle, daha şiire girmeden bir imada bulunuyor: ortada artık tahammül edilemeyen bir durum vardır ve sefer de mümkün değildir.

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,
Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Şairin, ‘içimizdeki kalabalık: yalnızlık’ yazısından bir bölümü şiirin anlaşılmasına katkı için okuyalım: “İnsanın yalnızlığı… Betonlaşmış şehirlerde meskûn olanlar, mekânın ruhsuzluğunu renksiz bir elbise gibi kuşandıklarını bilmezler. Girift şekillerin, sahipsiz seslerin ve umumi kanaatlerin içinde kendini kaybeden insan Hazreti Yusuf’un kuyuya atılması gibi cemiyetin içinde yalnızdır ve yüreği olmayan, varsa da yüreği modern tapınmalarla taşlaşmış cemiyet onu ezmektedir. Şair bunun farkındadır; bu farkında olmak sessiz bir çığlık gibi mısralara dökülür. Bu ifşa erbabı dışında duyulmaz bile! Kulaklar, esasen gönüller dünyevi talepleri çağrıştıran seslere göre kurgulanmıştır…”

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;
Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Şair, olan bitenin farkındadır; sosyal değişmenin, yabancılaşmanın, kayıpların farkındadır ve bunu söylemekten çekinmez. Artık kendisi olmaktan uzaklaşan, değerlerini koruyamayan, hatta var olmasıyla eş anlamlı kimlik bilgilerini unutan toplumun bir parçası olarak kendini de suçlar. Cüretkârdır, cesurdur: bir bedel gerekse de bunu söyler. Haklıdır, çünkü bunu söylemeye hakkı vardır.
Kendisinden yola çıkarak, insanın yalnızlığını anlatır. Aslında anlattığı herkestir; ancak herkes, herkese rağmen kendi sesinin yankısına önem vermektedir. Modern hayatın getirdiği kurgulanmış, çıkarcı, bencil, popüler, tüketici, kolaycı yaşama tarzı insanları bir araya toplamakta ama insani değerlerin aradan çekilmesi yalnızlığı çoğaltmaktadır.

Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!

Mısraı tek başına çok şey anlatır: ortada yaşayarak, tecrübe edilerek fark edilmiş yani öğrenilmiş bir ‘bilgi’ vardır. Hayatın verdiği bu ders acıdır; öğrenilen yenilgidir. Daha önemlisi ise, zafer kazanmayı beklerken, tadılan bir yenilgidir bu!

Ortasında bir ömrün; ne tahammül ne sefer,
Adsızım, pusatsızım, ha komutan ha nefer
Dinlensin yorgunluğum zamanın beşiğinde,
Yaşını kırklayan ve artık orta yaş olgunluğuna varan şair, vardığı yerde yeni bir bakışa, keşfe ve fikre ulaşır. Adeta, hızla giden bir arabadan bir anda inip, sonra durduğu yerden şaşkınlıkla geriye bakan yolcu gibidir. Eğlence bitmiştir; yalnızdır, herkesçe bilinmemektedir, savunmasızdır, yorgundur ve taşıdığı rütbenin artık bir anlamı da yoktur. Durur ve belki de ‘yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır’ diyen doğunun büyük şairini anlar.

Yeşertir mi kurağı seherde gözyaşlarım?

Şair artık bir karara varmıştır. İçinde yaşadığı çatışma belki ruh ve beden, nefs ve kalp, iyi ile kötü arasında hep olagelmiştir. O bir yolcudur ve yol bitmemiştir. Yolcuya yolda olmak ve yolcu gibi olmak yakışır. Var olmanın, hayatın bir anlamı vardır; sahipsiz, başıboş değildir. Gücünü ve zayıflığını tanımıştır. İnanmış bir gönülle, O’ndan gelen her şeye razı olduğunu, teslim olduğunu ifade ederek yine O’nun yardımını talep ederek affını ister; belki ‘affa layık olmasa da’…

Şair, şiirinde hece veznini kullanmıştır. Hece vezni Türklerin şiirde kendine has nazım ölçüsüdür ve milli vezin diye de adlandırılır. Dolayısı ile şiir ölçülü ve kafiyelidir.

Vezin (ölçü): 14 heceli şiirde ahenk (7+7) iki duraklı olarak sağlanmıştır.
Kafiye (ses benzeşmesi) : redif, tam kafiye, zengin kafiye örneklerini görüyoruz. Kafiyeleniş şekli olarak sarma diziliş (sarmal kafiye) görüyoruz: a,b,b,a
…a
…b
…b
…a
…a (1. mısra nakarat)
İlk mısralar kıta sonunda 5. mısra olarak tekrarlanmıştır (nakarat).

Edebi sanatlar:
Tazmin: “gelemem ay karanlık”, “ kahrında bir lütfunda”.
Tezat: “Öğrendim yenilgiyi zaferin eşiğinde!” “Sükûtum lisanımdır”

MEHMET AKİF’İN DUYGU COĞRAFYASI


Türk şiirine taptaze bir soluk ve parlak bir renk getiren şairlerin başında gelir Mehmet Akif Ersoy… O, şiir göğünün parlayan yıldızıdır. Onun olduğu samanyolunda diğer yıldızların ışığı sönük kalmıştır. O, aydınlığıyla kalem erlerini gölgede bırakmıştır.
Mehmet Akif, ilim, fikir, sanat ve siyaset dünyamızda dosdoğru bir şahsiyettir. Bugün, gençlerimize “numune insan” diye göstereceklerimizin başında o gelmektedir. Çünkü onun hayatında gel-gitlere ve falsolara rastlayamazsınız. Çizgisini ve rengini baştan belirlemiş ve son nefesini verene kadar hiç sapmadan o doğrultuda yürümüştür.
Akif Safahat’ında insanlığın ruh ve duygu coğrafyasına uzun soluklu bir yolculuk yapmıştır. Onun emsalsiz şiirlerinde Müslüman bir aydının topluma bakışını ve hasta ruhlara koyduğu teşhisleri görebilirsiniz. Fakat O, teşhisle kalmaz, tedavi yollarını da gösterir. Toplumun pehlivanlar misali yine düştüğü yerden kalkacağına inanır.
İstiklâl şairimiz Mehmet Akif, adeta bir dürüstlük abidesidir. O, şiirlerinde dünyevi aşklara, nefsinin şenî terennümlerine yer vermemiş, dönemeçte kaybolan bir milletin selamete kavuşmasını sağlamak için kalemini konuşturmuş, fikirleriyle topluma ışık tutmuştur. Rahatı ve şahsi çıkarları için hiçbir zaman doğruluktan ayrılmamıştır. Onun hayallerle alışverişi de olmamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Bunu şu mısralarında görebiliriz:
“Şudur cihanda en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek…”
O, Resulullah’a yürekten sevdalıdır. Onun yolundan gitmek için bütün vaktini feda etmiştir. Bununla da kalmamış, ona layık bir nesil yetiştirmenin davasını sırtlamıştır. Muhammed(sav)’i hasta ruhlara ilaç kabilinden muhabbet olarak görmüş, dünyayı onunla anlamlı bulmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı “Bir Gece” adlı şiirinin son bölümünde âlemlerin nuru olan Hz. Muhammed(sav)’i sözlere sığdıramaz, sözünü bir duayla sonlandırır:
“Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet…
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.”
O, insanların dünya telaşı içerisinde ahireti unutmalarını bir türlü anlayamaz. Oysa insan imtihan edilmek için dünyaya gönderilmiştir. Kendini ‘Müslüman’ sıfatıyla tavsif edenlerin hâl ve hareketleri onu sukût-i hayale uğratır. Müslümanlığın sadece adının kaldığını, kendisinin göklerde olduğunu söyleyerek hadiseye ironik ve eleştirel açıdan bakar:
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âdem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;”
Akif’i anlamak ve anlatmak için fazla söze hacet yoktur. Aslında O, kişiliğinin kodlarını Safahat’taki şiirlerinde tek tek vermiştir. Bu şaheseri okuyanlar Akif’in duygu coğrafyasını ve düşünce dünyasını keşfetmekte zorlanmazlar. Safahat’taki her mısra onun ruhundan kopan bir fırtınadır. Mesela aşağıdaki dizeler onun kişiliğinin adeta röntgenidir:
“Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam ‘aldırmada geç git’ diyemem; aldırırım
Çiğnerim çiğnenirim Hakkı tutar kaldırırım.”
Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, kendi halinde yaşamış, bir inanmış adamdır. Hiçbir zaman şahsını ön plana çıkarmayı düşünmemiştir. Aksine geri planda durmayı yeğlemiştir. Lâkin davasına üstün hizmeti dolayısıyla kendini fazla saklayamamıştır, toplumun kanaat önderlerinin başında gelmiştir. Aşağıdaki rubaide ölümünden sonra kısa zamanda unutulacağını anlatan Akif, sadece bu düşüncesinde yanılmıştır. Fakat hiç de öyle olmamıştır. Asım’ın nesli onu hiç unutmamıştır. Geçen yıllar onu biraz daha toplumun önüne itmiştir. Çünkü savunduğu dava İ’la-yı kelimetullah davasıydı. Merhuma Allah’tan rahmet dilerken sözlerimi onun kendini ve akıbetini anlattığı şu dizelerle sonlandırmak istiyorum:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”