ÇIKTIM ERİK DALINA


.
.

 

“çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi” Yunus Emre

 

       Tasavvuf hâldir, yani söz değil. Dolayısıyla ahlak ve kalb ilmidir. Alabildiğine derin ve yüksek. Şiir ise söz sanatıdır ve hâlin lisanı. O da söz sanatında derin ve yüksek.

       Tasavvuf ve şiir arasında kanaatimce böyle bir yakîn var. Mahiyeti itibariyle olmasa bile derinliği, satıhta görünmeyen enginliği ve iç içe daireler şeklinde genişleyerek sureti aşması, bir “iç oluşun” akabinde sükûn bulması gibi. Tasavvuf ki beşeri mükemmel bir tekâmül ile insan-ı kâmil yapar. Bir iç yolculuktur; haliyle yolu, istikameti, yol hali, rehberi, edebi, adabı; ilmi ve irfanı vardır. Şiir ise insanın iç yolculuğuna dair yol hikâyesidir…

       Biz bu yazımızda tasavvufu anlatmayacağız elbette, aynı şekilde şiiri de. Her ikisi ayrı ayrı mütalaa edildiğinde -ki edilmiştir- yazmakla tamam olmaz. Bilineni tekrar kabilinden ifade etmek gerekirse, tasavvuf İslamî bir kavramdır ve kâmil Müslüman’da tezahür eder. Her ne kadar günümüzde tasavvufun hakikatini idrakten aciz din adamı kılığında, seküler düşünen bazı sığ beyinliler anlayamasalar da, ideal insan ve ideal toplumun inşasında tasavvufun müspet tesiri inkâr edilemez. Mesela Osmanlı toplumu böyleydi. Tasavvuf, Osmanlı kültür, terbiye ve ahlâkının vazgeçilmez unsuruydu. Bu hususta ayrıca S. Ahmet Arvasî’nin “ideal insan, ideal toplum” tarifi hemen aklımıza gelmekte. Diyeceğimiz o ki “söyleyen bilmez, bilenler söylemez”. Ancak, tasavvuf ve şiirin birbiriyle irtibatı konusunda bir şeyler söyleyebiliriz. Şiir zaten sözün kanatlanmış hâli, damıtılmışı yani söz olmaktan çıkmış bir üst dil. Belki bu sebeple mutasavvıflar şiiri imkân olarak kullanmışlar ve yine bu sebeple şairler meçhulü kurcalamışlar, kim bilir!

       Şiir, iklimi itibariyle, hâlin lisanıdır. Tasavvuf ise hâldir. Şiir dışında söz sanatları bu halin teşekkülünde icap eden usul ve esasları izah edip gösterebilir ve fakat hâli ifade etmede acze düşer. Bu noktada şiirin ifade imkânı devreye girer. Nihayetinde kelimeler manayı taşıyan kaplardır. Nesirde dilin imkânlarını kullanarak anlamı işaret eder, tasvir yapabilirsiniz. Hâl ise mananın taşkınlığı ve fakat sükûnete saklanmışlığıdır. Bu örtülü ve derin idraki ancak şiirde sembolize eder, dile getirebilirsiniz. Tasavvufun da şiirin de müntesibinde kabz ve bast halleri vardır. Yani tasavvufta salikin yaşadığı seyr, sekr, cezbe hallerini belki bir başka boyutta şair de yaşamaktadır. Çünkü şiir, şairine bir ‘kopma’ yaşatmadan doğmaz. Bu kopma-tecrit olmasa üst dili ya da şiir dilini oluşturamaz. Sözün mazmun’a dönüşmesi, kelimenin kabuğunun zar gibi incelerek adeta mânâyı sarıp sarmalaması ancak ve sadece şairin kendini dıştan tecrit etmesi ile mümkündür. Şairin yaşadığı bu sürecin, tasavvuf erbabının yolculuğuna benzerliği olmadığını söyleyemeyiz. Bu neyi gösterir? Herkes yaşadığının şahididir. Şiir her halde içte yaşanılanı anlattığına göre, derin ve yüksek olanın lisanı şiir olabilir. Öyle de olmuştur nitekim. Öyle olduğu içindir ki “Gül bahçemi gör de baharımı anla” demişler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin “Sana matlûb sensin ey dil gayrı bir söz arama / Sendedir ol görecek yüz taşradan yüz arama” ya da Niyazi Mısrî’nin “Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş” mısralarında ifade ettiği hikmetin derinliğini mesela bir romanda göremiyorsak, şiirin bir ifade imkânı olarak tasavvufa yakın durduğunu kabul etmemiz gerekir. Burada şiiri öne çıkarırken romana ve diğer edebî sanatlara haksızlık ettiğimiz düşünülmesin. Bir berceste mısrada ya da beyitte ifade edebildiğinizi mesela romanda zaman-mekân-vakıa kurgusunda karakterlere yaşatarak, sayfalara yayarak ancak ve belki yapabilirsiniz.

       Tasavvufî şiirler ya da şiirimizde tasavvufî tesir bahsine temas etmeyeceğim. Biliyoruz ki bu hususta hayli vukuflu eserler vardır ve derginin bu sayısında muhakkak tatmin edici yazılar yer almaktadır. Tasavvufun şiirimize çokça tesir ettiğini gerçeğin bir ifadesi olarak söyleyebiliriz ve fakat şiirin tasavvufa nüfuzunu iddia edemeyiz. Çünkü tasavvuf hâl’iyle şair/insan üzerinde müessir iken, şiirin etkisi lisandadır. Değil mi ki “dil” tasavvuftan şiire gönül manasında nüfuz etmiştir. Yani mutasavvıfın tasarrufu kalbe, şairin ise lisanadır. Gerek kadim edebiyatımızda gerek günümüzde şiirimiz bu iklimden beslenmiştir. Divan-Halk edebiyatı ayrımı yapmadan bu tesiri Türk tarihinin Osmanlı asırlarında bilhassa görmekteyiz. Türkülerimiz dahi bu etkinin dışında değildir.

       Yazının başlığından anlaşılacağı gibi, buraya kadar söylediklerimi teyit eden bir şiirden bahisle sözü bağlayalım. Yunus Emre’nin şathiye olarak nitelendirilen ve “çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi” mısraıyla başlayan şiiri tasavvufî hikmetin sembolize edildiği en önemli şiirdir kanaatimce. Yeryüzünü, dağları, denizleri bir haritaya sığdırabildiğiniz gibi, manayı da ancak şiirde remz ile tasvir edebilirsiniz. Şeyhzâde Muslihiddin Efendi, Niyâzî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî ve Ali Nakşbendi Nevrekanî gibi isimlerin şerh ettiği bu şiirin şârihi olmak haddimiz değil. Yunus’un bu şiirde sembolleştirerek ifade ettiği yüksek manayı, şiirin imkânı dışında ifade etmek isteseniz, kitap yazmanız icap eder! Sadece şu kadarını ifade etmeliyim ki tasavvuf da, şiir de insana kendi içinden haber verir. Bu gün şiirimizde bir daralmadan, irtifa kaybından bahsediliyorsa sebebini biraz da bu iklimden uzaklaşmamıza bağlamak lazım diye düşünüyorum. O gümrah ırmakların derinlere çekilmesi neticesidir ki insanı, toplumu, hayatı ve dolayısı ile şiiri etkileyen bir kuralık hükümrandır artık. Oysa afakî ve enfüsî hakikatlerin uzağında bir hayat süren bizler ancak ruhu sıkan şehirlerin beton yığınlarında sokağa çıkar gibi balkona çıkabilir ve en fazla çay içebiliriz…

 

       İSA YAR

*Berceste dergisi Ocak 2012

 

www.isayar.com

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir