Batıyı Jurnalleyen Kalem : CEMİL MERİÇ


Ben ezeli bir mağlubum yavrum, Seni sevgimle tutamadıktan sonra. Hakkımdır diyorsun.   Senin yaşında hak olmaz. Sen haklarını adım adım fethetmek zorundasın. Ama anlatamıyorum. Neleri kaybettiğinin farkında değilsin. Sultanlıktan kapıcılığa koşuyorsun. Başkaları da koşuyor. Ama ben bu kadar acıyı sen de başkalarına benzeyesin diye çekmedim.” jurnal. Cilt 1

Hüzün. Ne güzel histir o. Bir o kadar da insanî. Payımıza düşen hep hüzün olsa da, severiz bu hissi. Şair: ” hüzün ki en çok yakışandır bize” derken haklıydı. Hüzünde saklı bir güzellik, ‘yitiğinin’ ve elinde kalanın farkındalığı vardır. Bu duygu mankurtta yoktur…

Bugünkü meselelerimizi doğru anlamak için, iki asırlık yakın geçmişi çok iyi bilmek zorundayız; yakın geçmişi ve batıyı… Batıyı gerçek manada tanımak, fikri arka planına nüfuz etmekle mümkün; bu konuda, “İzmler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşelerinden geliyor; hepsi Avrupalı  diyen Cemil Meriç’in mihmandarlığı tartışılmaz.  Fikir hayatımızın son dönemine damgasını vuran isimlerin başta gelenlerindendir Cemil Meriç. Bir kıyasa girmeden diyebiliriz ki o bir münferittir. Mütecessis bir zekâ, mütefekkir bir kafa ve münekkit…

Cemil Meriç’in eserlerini önemli ve farklı kılan bu ülkenin ve coğrafyanın gerçekleridir. Millet olarak, batı ile temasımız/tanışıklığımız kadimdir. Denebilir ki, batının tarihinden Türk’ü çıkarın, geriye fazla bir şey kalmaz! Ancak, son iki asır batıya akışın manası tersyüz edilmiş, adeta iddiamızdan vazgeçmiş, rakibe boyun eğmişiz! Meriç, râm olduğumuz gücün esasen kartondan/tenekeden içi boş bir dev olduğunu, kalemini bir kılıç gibi bu heyulaya saplayarak ispat etmiştir. Onun farklılığı, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen Üstad Necip Fazıl’a nispetle; daha temkinli bir yerde (a’raf) durarak, ‘entelektüel’ bir eda, akademik bir lisanla: ” Ne gülüyorsun! Anlattığım senin hikâyen” demesidir.

Benim yazılarımda fikir sıkıştırılmıştır. Anlamak için biraz sulandırmak lazımdır” diyen bu sancılı kafayı anlamak için iki eseri, “Bu Ülke” ve daha çok “Ümrandan Uygarlığa” okumak kâfidir. “Kırkambar, Mağaradakiler, Bir Medeniyetin eşiğinde, kültürden İrfana, ışık doğudan gelir, Sosyoloji Notları” ise tamamlayıcı kitaplar. “Jurnal”, mahremiyeti teşhir gibi bir mahsuru ihtiva etse de büyük yalnızlığını ve derin iç âlemini anlamak bakımından önemlidir. Hakkında yazılan eserlerden kanaatimce en önemlisi, Halil Açıkgöz’ün “Cemil Meriç’le Sohbetler” kitabıdır.  Kitabı bitirdiğinizde, adeta, Cemil Meriç ile sohbet etmişçesine dolu ve bir o kadar sarsılmış olursunuz. Siyasi, fikrî, içtimai, edebî sahada tanıdığınız pek çok isimi, aslında eksik tanıdığınızı anlarsınız.

Batıyı ‘kendi evinde’ tanıyan ve onda bir değer bulamayan, bilakis kendi değerlerine dönen pek çok akıl sahibi vardır. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Cemil Meriç… bir şekilde batının makyajını bozan isimlerdir. Bu isimlere, Attila İlhan ve Kemal Tahir’i de batının maskeli yüzünü teşhis edenler olarak ilave edebiliriz. Batının makyajlı yüzüne takılıp kalanlar ise, bir hikmetin peşinde olmayanlardır. Onların Batı düşüncesi diye bir derdi de yoktur, olmamıştır; batılılaşmanın tarihçesini, seyrini bilmezler bile. Onlar Meriç’in ifadesiyle: müstağriblerdir, yani şaşkınlar…

Sadece hakikati arayanlardır ki batıyı keşfettikten/çözdükten sonra bir sonuca ulaşırlar. Sonuç bellidir: medeniyet doğudur ya da ‘ışık doğudan gelir’. ‘müstağrib’  bilmese de batılı şarkiyatçı pekâlâ bilir ki, bu ışık İslam’dır. Batıyı da aydınlatan odur. ‘ceplerinde kaybettikleri güneşi’ başka yerde arayanlar ne bulabilirlerdi; kayıp bir hafızadan başka! Hayranlıktan yola çıkanlar ya kaybolur ya da bulurlar; hakikatten yola çıkanlar ise ışığı karanlığa taşıyanlardır.

Cemil Meriç, belki ayaklı ansiklopedidir ancak, bilgisi ansiklopedik değildir. Bu bilgi onun kafasında yeniden şekillenir, tartılır, posası çıkarılır ve fikir haline gelir. O bir iddia sahibi değil, hakikat avcısıdır. Sığ, sahte, adi olanı ifşa eder. Bu manada, batı’nın (batı kültürü ve taşıyıcıları) iç yüzünü, maskeleri düşürerek ifşa ederken; ‘jöntürkler’den bugüne mukallitlerin trajedisini de gözler önüne serer.  Onun iç gözüyle gördüğünü, dış gözü açık ama iç gözü perdeliler görememiştir; zaten bu da nasip meselesidir.

Fikrî müktesebatını oluşturmamış, belli bir düşünce ve idrak merhalesine yükselememiş okurun, Cemil Meriç’ten alabileceği fazla bir şey yoktur. Akademisyen de olsa, netice değişmez.

‘sürgün ülke’de, “bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği” diyen Sezai Karakoç’un ifadesini, sadece benzetme maksadıyla kullanarak diyebiliriz ki: ‘bu ülke’nin yazarı, kendinden ötekine sürgün edilenin hikâyesini söylemiştir. Bu sürgün mekândan değil, imkândandır. Mekânın sahipleri “özyurdunda garip, özyurdunda parya”dır artık… ‘murdar bir halden, muhteşem bir maziye kanatlanmayı’ hayal ederken; gelinen noktayı işaret eder: ‘ümrandan uygarlığa’…

Bir süreğin sonucu olarak diyebiliriz ki, batı, ‘şark meselesinin’ Endülüs cephesini bilinen usulüyle çözdü ve çökertti.  Medeniyet ışığını ‘gemileri yakarak’ kıta’ya taşıyanları, nemrut ateşi ile yakarak hallettiler meseleyi. Ancak, gözyaşı medeniyetinin kudretli/büyük temsilcisi Osmanlı-Türk cephesini çözdülerse de, henüz çökertemediler. Bir ‘Granada’ artık yok; ama ‘bu ülke’ var. O zaman, Cemil Meriç’i yeniden okumanın tam zamanı.

Batı, her şeyiyle kendisidir. Onu tanıdıkça, kendisi için tutarlı olduğunu anlarız. Mesele, biz kimiz? Tanzimat’la başlayan yabancılaşmanın sonucu, geldiğimiz yer: kayıp nesiller ve çöküş! Diriliş, kendimiz olmakla mümkün. Bu ise sadece fark etmemize bağlı…

Yazıyı, Cemil Meriç’in ifadesiyle bağlayalım:

“İslamiyet’i gerçekten tanımak için, onu bütün icaplarıyla yaşamak, yani ‘Müslüman’ olmak şart. Avrupalılar böyle bir mazhariyetten mahrum oldukları için İslam dinini bütün derinliğiyle kavrayamazlar… Bir kelimeyle, İslamiyet ilahi bir hidayettir. Bilgi kâfi gelseydi oryantalistlerin hepsi İslamiyet’i kabul ederdi.” Cemil Meriç. Kültürden İrfana

İSA YAR

*Berceste dergisi/Ağustos 2006

İçimizdeki kalabalık…



Günümüzde teknoloji ve modernitenin kavuştuğu/kavuşturduğu imkânlar mekânı kuşatarak daraltırken, mukimi/insanı eşyanın tasallutunda bunaltmakta ve gittikçe kalabalıklaşan mekânlarda insanın yalnızlığı artmaktadır. Bu yalnızlık ‘insansız’ bir mekânda ‘kimsesizlik’ değil, bilakis herkesin içinde hissedilen yalnızlıktır. İnsana ve hayata dair ortak telakkilerin, inançların, fikirlerin, gayelerin hatta duyguların tahrif/tahrip edildiği; insanın dünyevileştirildiği, feragat, fedakârlık hislerinin kayba uğradığı bir cemiyette, insan neye tutunacaktır veya nereye kaçacaktır; yalnızlığından başka…

 

         Yalnızlık, herkesin şikâyet ettiği bir tecrit gibi algılansa da, esasen, insanın sığınmak için aradığı bir limandır. Orada, inşa ettiği dünyanın hâkimidir insan. Bir manada inziva/uzlet arayışına cevap teşkil ettiği için,  şuurlu bir tercihtir de diyebiliriz. Yalnızlığı bunun için sahiplenir, ancak ‘bilinmek’ isteyen tarafıyla da yalnızlıktan şikâyet ederek, dikkati kendi dünyasına çekmek ister. ‘Tanınma’ bir korkuyu beraberinde getirse de, ‘bilinir’ olmanın cazibesi bu korkuyu bastırır ve insan cemiyet ile kendisi arasında gel-git’lerini yaşar. Kalabalıkta yalnızlığı, tenhada kalabalığı hisseder.

         Şairde bu algılayış daha derin ve sarsıcıdır. Fark, hassasiyetindedir. Şair dikkatini dıştan içe çevirmiştir. Kendi içindeki iniş-çıkışlar, uçurumlar-zirveler, kuyular-sahralar yeryüzünden daha muhteşem ama bir o kadar da ürperticidir. Şair, dışarıya nazar ederken bile iç dünyasının zengin görüntülerini temaşaya devam eder. Bu manada şair cemiyetin içinde aykırı, dalgın, öfkeli ve alabildiğine yalnızdır. Uyurken kâbus, uyanıkken rüya gören ve gördüğü rüyayı hakikat zanneden bir muhayyilenin kurbanı da olabilir şair.

         Şairin dili zengindir; suskunluğu dahi bir lisandır.  O, dışarıdan fark edilmeyen bir kavgayı içinde sürdürür. Onun kavgası kelimelerle! Kelimeleri avlar, mana yükler, yeniden düzenler ve söz inşa eder. Şairin bu münşi sıfatıdır ki ortaya koyduğu eser onun duyuşunu, duruşunu ve derununu/içsesini temsil eder. Şiirin kaidelerini (gelenek) göz ardı etmeden, kendi sesini taşıyan ve kendisi dışında yankılanan bir ahengi imal edendir şair; imâl ve ikmâl. Öte yandan herkesin ‘donmuş’ bir anlamla konuştuğu kelimeler onun dilinde dirilir, çoğalır, kanatlanır ve yerleştiği mısraı ‘sözün ağırlığından’ kurtarıp mana rayihası ile yükseltir.

         …

İnsanın yalnızlığı… Betonlaşmış şehirlerde meskûn olanlar, mekânın ruhsuzluğunu renksiz bir elbise gibi kuşandıklarını bilmezler. Girift şekillerin, sahipsiz seslerin ve umumi kanaatlerin içinde kendini kaybeden insan, Hazreti Yusuf’un kuyuya atılması gibi, cemiyetin içinde yalnızdır ve yüreği olmayan, varsa da yüreği modern tapınmalarla taşlaşmış cemiyet onu ezmektedir. Şair bunun farkındadır; bu farkında olmak sessiz bir çığlık gibi mısralara dökülür. Bu ifşa erbabı dışında duyulmaz bile!  Kulaklar, esasen gönüller dünyevi talepleri çağrıştıran seslere göre kurgulanmıştır…

Şair farkında olandır; farkında olan ve titiz. O, sathî olanı değil, sathın gizlediğini görebilen bir bakışa sahiptir. Gördüğünü kelimelerle resmeden, remz, tasvir erbabıdır. Yani şair, herkesin sıradan/olağan saydığı oluşların arka planında bir iç ahengin varlığını teşhis ve tespit eder. Ve şiiriyle sözü kanatlandırıp, muhayyel bir âleme taşır bizi; Yalnızların, muzdariplerin dünyasına. Sözün ‘kekeme’ halini gizleyendir şiir; kekeme ve yarım. Şair, söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle konuşur! Şair, susan adamdır.

İnsan nazarını dıştan içe (afaktan enfüse), zahirden bâtına, akıldan gönül’e çevirdikçe ve kendi içinde ‘kendini bilme’ adına keşif amaçlı yürüyüşünü sürdürdükçe, masivadan maveraya, beşerden insana yol alacaktır. Şair, bu iç yolculuğunda daha donanımlı ve istidatlıdır. Ancak! Fikirsiz, mihmandarsız, talepsiz ve çilesiz, en önemlisi manevi donanımsız bir yolculuk ki nereye olursa olsun, hedefe vardırmaz. ‘Aşk olmadan meşk olmaz’. Aşk ki Hakka erdiricidir. (Şaire verdiğimiz paye, sıra dışılık, onun her hâlde hakikati idrak ettiğini ifade etmez. Muhayyilesi onu hakikatten uzaklaştırabilir de… Meçhulü kurcalayan merak/tecessüs, Onu mutlak hakikate eriştiremezse, cinnetin eşiğine getirebilir.  Yoksa bir insan-ı kâmil, hakiki bir âlim ve Hakka râm olmuş bir gönül adamı zaten şairin varmak istediği yerde durmaktadır.)

İSA YAR

*Berceste dergisi/Nisan 2005