Posta Kutusu


 Kalemden kâğıda 
İnsanlar arasında uyumsuzluk probleminin önemli sebebi, ‘uyaranlar’ karşısında algılama farklılığıdır. Uyaranlar: dış ortamdan kaynaklanan ve kişiye temas eden ses, görüntü, fikir, his… dir. Kişiler algılamalarının hassasiyeti ölçüsünde tepki verirler. Bazı insanlar hassasiyetlerini o kadar yitirmiş ya da köreltmişlerdir ki sanırsınız kör ve sağırdırlar! Dolayısı ile FARKINDA değillerdir… 

Hassasiyeti olanlar ise adeta incelmiş, rafine bir idrak sayesinde olan biteni kavrar, süzer, yorumlar, tavır belirler.

Bu iki farklı seviyede idraki seyreden iki insanın bir arada olmaları problem teşkil etmez. Şayet bir yakınlık ve birliktelik zarureti varsa problem yaşanması kaçınılmaz olur. Aslında sıkıntı bir kişi için, katlanması gereken müdrik için vardır. Tahammül mülkü yıkılmadıkça zoraki, itiyadî ve adeta bir birliktelik sürer; ancak birisini perişan eder… 9.8.2007


(Bir Okur’a yazılan mektuptan)../../….  

Hepimiz öğrenmeye devam ediyoruz. Her gün, her hissediş, her fark ediş yeni şeyler öğretiyor… bildiklerimizin dahi, yaşanmışlıkla tamamlanması gereken gedikleri olduğunu fark ediyorum… yanlışlarımı fark ediyorum… doğrularıma bir kez daha iman ediyorum… ve anlıyorum ki, içimizde bozulmadan kalan çocuksu, fıtrî saflık bizi insan kılan… içimizin sesi fıtratın sesi ise yani kirlenmemişse rahat oluyoruz; kendimizden eminsek, başkaları da bizden emin olur…

kelimeler..kelimeler..kelimeler.. Mânâyı yüklenmeye memur ‘canlı’ ve tâkati sınırlı varlıklar… Kelimeler ne kadar önemli değil mi? Bazı kelimeler vardır; tek başına bir anlam ifade ederken, bazen eklemlendiği kelimeyi kanatlandırır, bazen başka bir kelime ile sıradanlaşır. “Güzel” kelimesi meselâ… ‘güzel kitap’ dediğimiz zaman, kastettiğimiz kitabı “güzel kitap”tan neyi anlıyorsak o anlama dâhil ediyoruz; “güzel insan, güzel davranış” gibi. Gördüğümüz, okuduğumuz bir kitap hakkında  ‘kitap güzel’ diyorsak, o kitabın özeli hakkında kanaatimizi beyan ederiz.”Yakınlık” da önemli bir kelime… yakınlık, asli manasıyla hısım olmanın ötesindedir: kalbî ve zihnîdir ama daha çok samimiyet ölçüsüdür..Tasavvufta meselâ ‘yakîn’ mertebesi vardır.

../../….Osmanlı’yı soruyorsun! Osmanlının farkı şu: Osmanlı, Türk-İslam tarihinin ve medeniyetinin toplamıdır… İçinde orta Asya da, Selçuklu da vardır. Biraz Bizans, yani Roma, yani Batı da vardır ama her şey kendisi olarak vardır. Çünkü Osmanlı hakiki manada kuşatmış ve ihata etmiştir. Osmanlı bütün tecrübelerin üzerinde inşa edilmiş bir zirvedir ve hâlâ aşılamamıştır. Zaten Osmanlı yaşıyor; Endülüs gibi bitmedi! Nasıl yaşıyor: tesirleri ile bu coğrafyada… ve tevarüs/temsil ettiğimiz tarafıyla bizde… Bu ülke önemli ve kadimdir. Bize ise güzel ve doğru yaşamak düşüyor… İnsanî ve (katlanmak zor olsa da) şairane…  

../../…. HERGÜN, KAYBEDECEKMİŞ GİBİ ENDİŞE DUYDUĞUNUZ BİRİLERİ OLDU MU HAYATINIZDA ?” diyorsun!

 Endişe!     Ne çok endişem var değil mi?   Bu insani his, elbette benden uzak değildir. Yalnız şunu biliyorum, his, fikir… Ne olursa olsun, şirazeden çıkınca yani ölçüsüz olunca ya da haddi aşınca insanı aşındırıyor ve günümüz şartlarında, hayatın “yaşanılabilir” tarafları kendini saklayınca ölçüyü muhafaza etmek zorlaşıyor… Belki o zaman şiire kaçıyorum! “benim söylemek için çırpındığım gecelerde siz yoktunuz” diyor, Özdemir Asaf; işte öyle… Kazanmak hırsım olmadı hiç; ancak kaybetmek korkusu yoklamıştır içimizi ve belki bu his o kadar olağan olarak bizimle var ki, böyle bir hissi yok bile sanabiliriz. Şöyle ki, “sahiplenmek” beraberinde “kaybetme” endişesini de taşır. Bu manada bizim kültürümüz (ki kaynağını maneviyattan alır) canın bile emanet olduğunu söyler bize. Emanet ise geçici olan bir şeydir ve asıl sahibi başkadır… Sevdiklerimi kaybetmekten endişe ederim. İnsanî vasıflarımın zaafa uğramasından, incitmekten ve incitilmekten, sevememekten/sevilmemekten, itidalimi koruyamamaktan endişe ederim. Elbette dostlarımı yitirmekten endişe ederim… Ailemi, eşimi, çocuklarımı yitirmekten… ve insanlara dair umudumu yitirmekten… Milletimin yine/yeniden insanlığın umudu olacağı hakikatini/hayalini taşıyamamaktan… Şairane hissedememekten, fikr’edememekten endişe ederim…

../../….Şarkımızı söyleyip gideceğiz. Arkamızda gök kubbede bir yankı kalmasa da, sözümüzü söylemiş oluruz; anlayanı olsa da/olmasa da… Aslında bütün sözlerimiz önce kendimizedir… Bilmiyorum doğru mu: ben herkeste kendimi, kendimde herkesi bulurum… Popüler kültür konusunda “…popülerin kendisi değil, neyin popüler olduğu önemlidir” demiştik. Nitelik ve nicelik… Hiç’in, basitin popüler olduğu bir dönemdeyiz; itirazımız seviyeye; daha doğrusu seviyesizliğe…   

Kılavuz konusu. “kılavuzu karga olan, kendisini kazık tepesinde bulur” demiş atalarımız. “kılavuzun gereği yok, yolun sonu görünüyor” dese de bir türkümüz, bir yol gösterici her zaman lazım.  Somutlaştırmak  istemiyorum; rehber bazen bir kitap, kişi, fikir, his ya da içimizdeki sestir… İnsan yaşadıklarını kendinde taşır ve biz buna hafıza deriz ki, hafıza kültürdür aynı zamanda. Milletlerin de hafızası vardır. Kişi o membadan beslenir.  Mesela, eski filmleri seyri severim; şu bakımdan: insan halleri, konuşma üslûpları, mekân, giyim vb. birçok unsur yaşanılana, geride kalana, değişene, yitiğe şahitlik eder. Ve o zaman anlarım, niçin sevdaların artık masal olduğunu, Leyla’nın Mecnun’la gittiğini, aşkın aslında memnu olmadığını -eğer aşk ise- vb.”iyi insanlar iyi atlara binip gittiler” der bir büyük âlim. Yine iyiler var, iyi şeyler de var. Görünen ise yüzeyde olan, ırmağın üstünde akan yani hafif olan. Değerli olan derinde ve insanın en kıymetli yerindedir. Kalpte ve derûnda… Hülasa: bu memlekette yaşamak güzeldir… Değerlerimiz, tarihimiz, dilimiz, insanımız ve coğrafyamız güzeldir. Hüznümüz de güzeldir.

../../…. Yeni bir gün! Bir başlangıç olsa da, dünün devamı ve yarının hazırlayıcısı aynı zamanda.  Bu cümleyi yazdığım ‘an’ geçti; yani zamanın ‘pulse’si yok.  Ve fakat zaman ‘dün-bugün ve yarın’ bütünlüğünde ‘yekpare bir an’ olarak tanımlanırsa ve bizim hayatımızın bu  kesintisiz ‘an’ içinde ‘var olduğunu’ düşünürsek;  muhayyel olarak zamanı bir film gibi ileri-geri sarabilir hatta dondurabiliriz… Nasıl dondurabiliriz? Bir resimde, bir hâtırada veya bir ‘günlükte… Neyse.

Musiki de önemlidir! İnsana tesir eden yanı var.  Mesela, Selçuklu ve Osmanlıda tedavide bir metot olarak kullanılmış.. Onunda şiir gibi sahiciliği veya sahteliği var… Kelimelerin de musikisi vardır ve biz ona ahenk deriz yani ritim. Şiirde ses ahengi, kelimelerin dizilişinin daha doğru bir ifade ile telaffuzunun musikisi ile sağlanır…

“yeraltından fısıltılar”…  Çağrışımları zengin… Dostoyevski’nin ‘yeraltından notlar’ adında bir eseri vardır ki, meşhurdur… Sizi samimi, içten, iç dünyası derin, ‘işte bizim insanımız, bizden biri yani: insan’ dediğimiz ruh yüceliğinde gördüm. İnsan suretin ardında gizlidir ve insan  kendi içinde mukimdir, diyebiliriz.

../../..

“Son günlerde,  Sanki içime çöreklenen bir hüzün bulutunun içindeyim. Belki hep içindeydim de kendini gittikçe hissettirir oldu. Sebepsiz, birden, ama bir birikmişliğin yoğunluğuyla o atmosfer kuşatıyor beni. O an gözlerim beni dinlemiyor ve o tuzlu sıvı yanaklarıma inerken daha çok doluyorum…  

     Türküler buluyor beni, nicedir kaçtığım türküler. Hüzünlü türküler… ve yazsam nice şiir olur ama yazsam o halden uzaklaşırım ve ben o halden de memnunum.. ne garip değil mi?

çok derin ama o kadar da insani ve fakat hüzünlü bu ‘his ve fikir ülkemde’ ikamet kolay değil. Sıradana kaçışlarım bundan, lakin orada da kalamayıp sıra dışına çıkmam da benim mizacım; yani med-cezr hali…

gittikçe hassaslaşıyor muyum, kim bilir!  

odamda, okuduğum kitaplardan daha çok içimde ve dışımda okunacak o kadar saklı hakikat var ki.

Belki bu program yapmayabilirim….

Kime ne anlatıyorum; kim oluyorum, ne biliyorum ki..

Kendimle buluşmak, çözülmek ve toparlanmak istiyorum…

Herkes kendi dünyasında, rüyasında, hülyasında iken; onlara ‘durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ demenin ne anlamı var?

çay içeceğim,

iyi gelir…  

/10/2007
öyledir Hatice,
Her ne yazdıysam, içimden geleni yazdım. Yani yazmak benim için bir ihtiyaç; söyleme ihtiyacı ya da içimde tortulaşmaması için, rahatlamak için… Yazdıklarımızda görünürüz; yazmadıklarımız belki yaşamadıklarımızdır. ve yazamadıklarımız da vardır ki, sözün bittiği yerdir hani. daha çok hisde kalır veya yüksek bir fikirdir..

bütün mesele sadece fark etmemiz… Kendimizi, gerçeğimizi fark etmemiz.

bir oryantalist bizi bizden daha iyi tanıyor neredeyse ve bu bilgi ışığında “kendimizle buluşmamızı/kendimiz olmamızı” bir anlamda engelliyorlar..

Bayburt ve pek çok Türk-İslam şehri bizi söyler aslında, Türkü söyler ah… ama kulaklarımız kendi sesimize yabancılaştı. Lakin bir yerde fark ediyoruz. Aslında o fark ettiğimiz ne ise zaten hep bizde/içimizde vardı. içimizde saklı olanın ne zaman ve nerede aşikar olacağını bilemiyoruz. Nasıl bilelim ki?

bazen öfkem beni öyle katılaştırır ki, kendi içimde kendime geçit vermem. ama küçük bir şey, bir dokunuş ya da içimin ince bir yerine dokunan bir şey, bir anda, öylesine öyle yumuşatır ki o katılığı ve ben o zaman ağlarım. Ben ağlarım Hatice…

Taş diye yanından geçtiğim bir Selçuklu kervansarayı, bir belgesel de bizi ağlatabilir.  Sebep ne olursa olsun; topraklarımız bize, biz topraklarımıza benziyoruz.

“Dede Korkut” boy boylasın, soy soylasın… Gözyaşlarımız kurudu yerimize o ağlasın…

Bu şahsiyetleri hakkıyla tanıtmadılar bize . Tanısaydık, soytarı popçuların histerik krizleriyle kendimizden geçmezdik. Siyasetin ilmî inceliğini bilmeyen politikacılar karşısında divana durmazdık…

Bayburt’u hisset Hatice. Orada bir hayat yaşandı ve belki hayatımızdan çekilen o muhteşem hayatın son izleri ve sessiz nefesleri saklıdır bu güne düşen gölgelerinde…

Biz onların yetimiyiz! her şeyimiz var ama yetimiz! ne garip zamandayız; zamanın kendisi garip olmuş.
….
Muhabbetlerimle 22/05/2008
      
Bayburt’ta Türkçenin güzel konuşulması fevkalade güzel; daha güzeli ise “fark etmek” değil mi?
      
Bu tablo -ki buna konuşmanın dışında bütün kültürel mahalli aidiyetleri de katarsak- benim de dikkatimi çekmişti. Sahil şehirleri bütün güzelliğine rağmen, sosyoloji bakımından yozlaşmanın ve köklerden uzaklaşmanın da ilk müşahede edildiği yerler maalesef. 

 

       Sanırın coğrafyanın/iklimin insan hallerine tesiri var. Hakikaten öyle. Mesela ne yaparsak yapalım, her şeyimizle Batılılara benzesek bile (benzememeliyiz) yine de Doğuluyuz yani şarklı, ve bu iyi bir şeydir. Bayburt ise anadolunun sahil dışında  olan diğer şehirleri gibi sert coğrafyanın yiğit insanlarına mekânlık eder. Kadını/erkeği daha muhafazakârdır. Çünkü mahfuzdur; mahrumiyet zannedilen şartlar aynı zamanda değerler için bir mahfaza da teşkil emiştir. Bozlak ya da başka bir türküde o sert kabuk kırılır ki içinden yumuşacık gönül çıkar…


Hayat bazen tekrardır. Güzeli tekrar ise, güzeldir…

Sancı, mesela sıkıntılıdır. ama doğum sancısı anlamlı ve güzeldir.

yazmak da öyle…

yazmanın öncesinde ya da esnasında en azından bir sızı vardır… Yazmaya zorlayan kalemi…

hissetmek canı yaksa da hayatiyettir, felç olan uzuv hissetmez… Yazamamak paralizi’dir…

yazmamak ise konfor!  yazmakda kafa konforu, yazmamakda basit konfor vardır…

öyle birşey işte…12/06/2008


11.06.2007  N. Tezcan’a
“Terk ediliş Şarkısı” üzerine…
Üslûbunuzu beğeniyorum.
Elbette kaleminizi de…
Kendi üslûbuma yakın bulduğumdan mıdır, bilmem.
Yazılan her ne ise (şiir, deneme, mektup vb) lisanın özelliklerini, imkânını en iyi şekilde taşısa bile, tesirini samimiyetten alır. Hissettiğini, fikr’ettiğini, inandığını yazan bir kalem makes yani karşılık bulur. Bunun içindir ki sevdiğimiz şiirler hislerimize tercüman olandır. Beğendiğimiz metinler idrakimize buyur edebildiğimiz, istifade ile kendimizden/içimizden sesler, renkler ve rayihalar taşıyan yazılardır.
Hepimiz insanız ancak içimizde unuttuğumuz, susturduğumuz insanî yanımız realiteden, suretadan değil; belki muhayyileden, tasavvur ve tahayyülden; daha doğru bir ifade ile kalbî hakikatten beslenir. İtminan bulur.
“terk ediş” değil “terk ediliş”  farkını fark eden kaç kişi var etrafımızda acaba? “benim korkum yüzlerdir karanlığın sakladığı” ifadesi hakkında saatlerce konuşulabilir. ‘yüzde saklanamayan karanlık ifade”den, ‘karanlığın örttüğü yüz’e kadar farklı yorumlar yapılabilir. Demem o ki: ‘dilin imkânı’ derken,  bir cümle ile ‘tedai’ yaparak zengin çağrışımlarla çok şey anlatabilirsiniz. Hakeza, “sürgün edilen çiçekler” de öyle…
Niçin bunları yazdım? Yazdıklarınızda değer, belagat ve insanı gördüğüm için. Hak ettiğiniz için. Kaleminize güvendiğim için…
“Baharın içinden geçen eylül” adlı bir yazı kaleme aldığım için…
Yazınız..
Yazmak, yaşamaktır…

 

 


  


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir