AĞZIYLA BALIK TUTAN ADAM


Yazılarımı okuyanlar pekâlâ bilirler ve zannederler ki kalemimizi güya insana, hayata ve memleket meselelerine hasretmiş ve dahi iç dünyamızda biriken ne varsa kelimelere yüklemeye çalışmışızdır…  Fark ettim ki, insan da, hayat ve hayatî memleket meseleleri de kendi gerçekliği ile orta yerde durmakta. Zaman akmakta ve biz tökezleyerek olsa da yolculuğumuza devam etmekteyiz.  

Akla ziyan düşüncelerin, iç oluş sancılarının uzağında durmayı şiar edinmiş kalabalıklara karışmak ve orada biraz olsun gaflet etmek ihtiyacı ile çare ararken, fırsat ayağımıza geldi. ‘balığa gitmek’ daveti aldık! İşin içinde ‘gitmek’ vardı ve biz hep istasyonlarda kalıp, gelip geçen trenlere el sallamış olmanın usancıyla balığa da olsa ‘gitmenin’ ardına takıldık…

Vakit ikindi sonrasına devrilirken, ‘Küllük’ mekânından Harun Beyin arabasına doluşup şehrin cenubuna doğru hareketlendik.  ‘balık istifi’ doluştuğumuz vasıtamız gün akşama yaslanırken İn-Kur kasabasını biraz geçince, yeşillikler arasında asude dinlenen köye vasıl oldu. Hoş-beş derken baktık iki ‘pat pat’  motoru,  av levazımatı, pişirme edevatı ve dahi lüzumu kadar âdem ile yeni bir sefer hazırlığı var. Mihmandarımız Okuyucuzade Uğur’un karıncayı incitmeyen ricası ile yeni vasıtalara doluştuk ve akabinde bir patırtı ile yokuş aşağı (dere canibine) yol almaya başladık. Kıtmir mi yoksa kelb mi desem bir hayvan-ı sadık bize refakat etmekte idi. 

Dereye vasıl olduğumuzda biz manzaranın güzelliğini temaşaya dalmışkenAlucralı Kara Murat av hazırlıklarına başlamıştı bile. Akşamı edanın ardından doğan ay mehtaplı bir gecenin müjdecisiydi muhakkak. ‘serpme’ tabir edilen ve ‘Vona’ diyarında ‘saçma’ adıyla bilinen, bir ucu sol omuza, bir tutamı sağ ele tutuşturulan ve bir iple bileğe bağlanan ağ ile üç kişi saçmalamaya başladı.  Derenin gölleştiği yerlerde takılan saçmayı kurtarmak için Harun’un suya dalışı görülmeye değerdi. Bu arada biz de çocukken yaptığımız gibi taş altından el ile balık yakalama becerimizi sergiledik tabi. Lakin bu mahareti küçümseyen Beytullah ve Ceyhan: 
“- O da bir şey mi? Biz ağzımızla balık tutarız” dedilerse de, dere kenarında yavru balık yakalayıp ellerinde taşıdıkları plastik seyyar akvaryumda yaşatma derdine düştüler; çocukluk işte.

Neyse efendim. Gecenin üçte birisini suya verdikten sonra balıkları temizleme ve tavaya derc’eyleme işi yine Uğur ile biraderine kaldı. Çalı-çırpı ile tutuşturulan yer ateşinde ısınırken, derenin sesi, dağların karaltılı heybeti, mehtabın şairaneliği hazîrûnu gevşetmeye yetmişti… Kimi yan gelip yatmış, kimi balık közleme sevdasına düşmüş (Ceyhan), kimi de soğan közlemişti (Beytullah). Çaylar içildi, balıklar yenildi, pat-pat sesleri ile dereye veda edildi.  Cümbüşün birkaç noksanı da yok değildi; mesela: Esad Muhlis Beğ, İslam Hoca, Yıldıran Hüseyin Beğ, Yahya beğ ve elbette Muallim Zeki Bey ve Muallim Ahmet Bey gibi… O geceden yâd’ımda kalan şudur ki, bizim insanımızın misafirperverliği bir muhabbet olarak hayatın içinde devam etmekteydi.

Gece yarılandığında evimize avdet edebildik… Şimdi ne zaman Ceyhan’ı görsem elinde plastik kap ile ne zaman balığa gideceğimizi soruyor; Beytullah ise her ihtimale karşı çantasında közlemeye hazır küçük bir soğan taşıyor…O rüyayı bir daha görmek için ‘gitmek’ lazım.

İsa YAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir