Baharın içinden geçen eylül


         Biz a’raftayız!

          Seksen kuşağı! ‘80 öncesi çilekeşler ile sonrası kayıp nesil arasında bir yerdeyiz. Anlamaya/idrak ve anlamlandırmaya/izah başladığımız dönemde koptu film. Sonra boşluk… Düştüğümüz o boşlukta ne kadar savrulduk, unutulduk bilemiyorum. İrtibatı koparmıştık ve belki ertelenmiştik.

          Köprü, sanki tam bizim bulunduğumuz noktadan kırılmıştı. Genç kalabalık kalakaldık! Ne ileri, ne geri (a’raf). Bizden öncekiler yürüdü, geride bir hicran yarası bırakarak; gittiler… Sonrakiler bizim hafızamıza sahip değillerdi. Sahte bir dünyanın,  ‘fanusun’ içinde yetiştiler. Ne kendilerini tanıdılar, ne hayatı bildiler. Ekran karşısında büyüdüler, gürültü kirliliği içinde seslerini yitirdiler. Seslerini, yani kelimeleri… Lisansız ve insansız bir dünyanın, kırık fay hatları suni çimlerle gizlenmiş zemininde, ölümden ve hayattan habersiz oyalandılar.

        Bir biz kaldık ortada… 
          
 
        Biz hiç rahat insanlar olamadık. Tebessümümüz dahi donuktur ve hep hüzündür yüzümüzden okunan. Baharımızın daha başında buldu bizi eylül. Biz acı nedir biliriz. Sevda nedir, aşk nedir… Bunun içindir, kalbimizden çekeriz mürekkebi kalemimize. Heveslerini sevda sananlar, surete aldananlar anlayamaz yüreğimizi; dilimiz anlamadıkları gibi… ‘Melâli anlamayan nesle aşina değiliz’ diyordu Ahmet Haşim. Biz de eylülü anlamayanlara aşina değiliz.
      
         Kimse tanımasa da biz biliriz Eylül Yusuflarını; adı Yahya olmuş, Bekir olmuş ne fark eder.  Öpmek istediği elin tokatladığı Ahmet Bey’in Sakarya akan gözlerindeki hüznü de tanırız. Zeki’nin şiirlerinde aşikâr hicran, bir vatan sevdasının bakiyesidir; biliriz. Yunus Emre’nin, “Şu dünyada iki şeye/ Yanar içim köynür özüm/ Yiğit iken ölenlere/ Gök ekini biçmiş gibi.” mısralarını en çok biz anlarız… Taşrada bir çay ocağında gamla demlenen çayı yudumlarken, tarihe bir bakıver imasıyla konuşan esafil-i şark misali adamlar vardır; ‘kökü mazide olan atiyiz’ derler de, muhteşem mazinin bugüne düşen gölgesinde bir gençlik görememenin sükût-u hayali ile gam içredirler, biliriz…
       
         Bir mirasyedi gibi harcadık zamanı ve yaşamadık biz yaşanması gerektiği gibi. Lügatlerde unuttuğumuz kelimeler, dilimizde sese tebdil olunca anlayanı da kalmamıştı.

         Takvimden kopan yapraklar ömrümüzden yılları götürürken, bir yanımız delikanlı serkeşliğinde hoyrat, bir yanımız hayatın yakasını bırakmış gibi! Yılların suskunluğunda biriktirdiğimiz ve artık söyleyecek ne çok sözümüz vardı. Okumuş çocuklardık! Ancak, demir leblebiyi çiğner gibi kelimeleri telaffuz etmekten yorulmuştuk. Muhatabımızla muhabbetsiz sohbetler yapmaktan ise sükûtun renklerini bürünmek daha güzeldi. Bu sebepledir ki, sesimiz kısık, sözümüz mecaza mütemayil ve halimiz dervişane, rind gibi bir istiğnadır şimdi… Buna mukabil sükûtumuz anlamlıdır: o sükûtta nice çığlık, figan, öfke ve yalnızlık gizlidir. 

         Ve biliriz ki baharda saklı bir eylül vardır… Yine biliriz ki, hazanda bir bahar tomurcuklanır.

 

          İSA YAR

*Sükût dergisi/sayı.2  haziran-temmuz 2006 / *Kadıköy Life dergisi Eylül-Ekim 2007 / Türkiye Gazetesi 2006

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir