Kayıp zamanlar
.
Bekir Dervişoğlu’na
Hiç bu kadar derin olmamıştı yalnızlık. Bu sahil böylesine kimsesiz, sahipsiz kalmamıştı. Daha dün, ayak izlerimiz vardı kumsalda. Deniz böyle hırçın, martılar çığlık çığlığa değillerdi.
Yosunlu kayalarda belli belirsiz siluetimiz, içimizi yansıtan suretimiz ve söyleyecek sözlerimiz vardı. Islak çocuk ayaklarımızla çiğnediğimiz kumlar, bugün hangi beton binada sükût halinde donuk? Ve o ıhlamur ağacı; Dereköy Yalı Mescidinin bahçesinde, ezan taşının hemen yukarısında, yaprakları rüzgârla şakalaşırken gölgesinde kimler yoktu ki… Mütebessim çehresi ve beyaz sakalını ıslatan gözyaşı kadar gerçekti Hace İsmail. Bekir Âbi’nin ‘Sakarya Türküsü’ okuyan sesinde aşikâr çile ve Ali Yılmaz’ın münzevi sükûtunda saklı huzur.
Ben ‘kendi sesinin yankısından kaçan çocuk’. ‘sustum susmalardan medet umarak’ diyen şairin sesinde nihan. Ne çok severdim hazanı ve ‘hüzün ki en çok yakışandı bize’. Ağustos zafer ayımızdı, eylül vurgunumuz oldu. Ertelenmiş vâdelere kaldık! Bu sahil belki çok değişmedi; yoksa değişen biz miydik? Yoruldum suları kulaçlamaktan, her yanımız adacık ama ‘muammer’ bir iskele aradığımız…
Şehre dönmeliyim yüzümü. Uzaklaşmalıyım bu metruk zamandan, sahili de ardımdan sürükleyerek. Yeni şafaklara uyanmalı. Betül gözlü bir bebeğin masumiyetinde bakmalıyım hayata ve orada insanı görmeliyim. İnsanı, yani kendimi, ihmal edileni… Üçüncü şahıslar iç dünyamızı karanlık bir pencereden seyrettiler! Belki içimizin aydınlığını, dışından karanlık bir perdeyle sütreledik ve gösteremedik. Durduğumuz zaman ve zemin itibariyle alacakaranlık kuşağına, geceyle sabahın birleştiği noktaya denk düştüğümüzden midir, bilinmez.
Sükûtun lisan olduğu, insanın insan olduğu mahfillerde huzur… Sözün bittiği yerde yeni bir lisan başlar. Hâl dillenir; gönül ram olur ve tahammülden sefere, mâsivadan maveraya bir hicret sürer gider… Rindane, dervişane…
İSA YAR
* Berceste Dergisi/ Şubat 2006