BİREY
Sırılsıklam bir gündü.
Baharın nisan yağmurlarıyla ıslandığı, yeşeren dirilişin daha çok şehrin dışında hayata uyandığı bir gün… Sanki insanın içi üşümeyle karışık bir ürpertiyle doluyor. Nisan yağmuru da olsa, Karadeniz’de yağmur o bildiğiniz gibi; ipliksi, çisil çisil, kıldan ince…
Şehirden uzaklaşıp kırlara çıkma arzusu yokluyor içimi. Yağmurdan sonra o has toprak kokusu yok kaldırımlarda; ıpıslak toz kokusu, yapış yapış kasvet ve yalnızlığı çoğaltan öylesine kalabalık… “uzaklaş” diyor bir iç ses ve o sese eklemlenen uzak, derinden, yok hayır çok yakın hüzünlü bir başka ses: “bir çeşme başında uzanmak istiyorum”. Şehir soğuk “üşüyorum”…
Bu mart bir başka üşüttü içimizi, buz tuttu kelimeler, yaz yazabilirsen. Biz ki baharına eylül gölgesi düşmüş çocuklardık zaten, üşümemiz bundandı ve fakat niçin “ellerin yurdunda çiçek açarken/ bizim ile kar geliyor gardaşım”…
Nisandı; yağmur yağmıştı, denize bakan yamaçlarda menekşe kokulu fındık bahçeleri yeşermişti, sabah denizi yalayarak gelen sis yükselerek tepelere çekilmişti. Deniz çekilmişti kıyıdan, sis çekilmişti de, ‘çekilmiş ve tedavülden kaldırılmıştır’ zannedilen bir yürek sancılaması, bir fikir çilesi öyle ortada kalakalmış, çökmüştü baharın üzerine. Eski bir bahardan kalma olduğu aşikârdı; ertelenmiş, tortulanmış ve bilge…
Çıktım şehirden.
Sahil yolunda seyir halindeyim. Radyoyu açıyorum. Bir nihavendin son nağmeleri doluyor kulağıma: “kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime”. Deniz hafiften dalgalı, ufuk çizgisinde karaltı gibi bir gemi, yol boyu aydınlatma lambaları. Yağmur sonrası güneşin ‘şems-i şita’ halini terk edişinin ısıtan tebessümü. Ünye-Fatsa arasında ‘şehirden kaçamadın’ diyen betonlaşmaya mukabil az da olsa o eski, o dost kırmızı kiremitli Karadeniz evleri. Uzak bir ülke gibi hafızamı imdada çağıran çocukluğum…
Radyoda nihavend susuyor. Naif bir ses sohbete başlıyor. Hanımefendi, aile müessesesi ve evlilik üzerine konuşuyor. Belli ki kıymetli bir akademisyen; tavsiyeler, kitabî sözler… İyi anlatıyor derken, bir yerde “birey” diyor! Gerisini dinlemiyorum. Ud taksimi ve yol…
Birey!
Takıldım bu kelimeye… Akademik soğuk bakışın kimliksiz sözcüğü! Üniversite sağlık/psikoloji/sosyoloji ders kitaplarında sıkça rastladığımız o ruhsuz kelime: birey! İnsanı bütün tariflerden ve anlamından uzaklaştıran sayısal imge(!) birey… “sen bir devsin, yükü ağırdır devin” diyen şairane ses yankılanırken hâtırada, bugün ise hep o batılı formatın sesi: “sen bir bireysin!” Bu sesle büyüyor çocuklar. Aslında büyüyemiyorlar; rüyası, hülyası, davası, meselesi, mefkûresi olmayan küçük ve yalnız ‘birey’ oluyorlar. Saygısız değiller ama hürmeti bilmiyorlar, saygı duyulmuyorlar ve sayılmıyorlar! Bir yerde sayılıyorlar: seçim sandıklarında “bir rey” olduklarında! Hepsi bu, bunun dışında bîrey…
Birey! Bir araya geldiklerinde sadece kalabalık diye tarif edilebilen; aile, cemiyet ve millet olamayan “urbalarla kemik, mintanlarla et”… Alperenler yetiştiren cemiyetten birey toplumuna d/evriliş. Belki bundandır günümüz şehirlerinin ıssızlığı; kalabalık ama ıssız! Kalabalık lakin yalnız! Her birey dünyanın merkezi; dünya onun etrafında dönmektedir ya da dönmelidir. Kendi menfaati, başarısı, kazanımı esastır. Zaten eğitim sistemimiz birey yetiştirmekte pek başarılıdır; ‘bireysel faaliyetler’ müfredatta mühim bahistir! Şehrin sokaklarında, bulvarlarda, açık kapalı mekânlarda bireyler yürürler, konuşurlar ve susarlar. Tüketirler ve tükenirler…
Ne şehirden uzaklaşmak ne de mevzudan kaçmak mümkün. Dönüyorum yeniden şehre yüzümü. İçimde saklı bir öfke, ne tahammül ne sefer hali… Bireylerin arasından geçip, hâlâ sohbet edebilen birkaç ‘adamın’ mutlaka var olduğu mekânda buluyorum kendimi. Bir şehrin büyüklüğü hemhal olabileceğin dostların sayısı ile mütenasip madem, mekân büyüyor gözümde. Ocak başında Harun’un tebessümü; söylemeden çay geliyor; yudumluyorum…
İsa YAR
*Berceste dergisi 2009