Fenci Zeki Bey


.
.
.

“Fenci” kelimesi ilkin bir fen memurunun intibaını uyandırabilir sizde. Kim bilir belki de belediye fen işleri ile alakadar bir kişiyi. İş öğretmenliğe gelince bütün belirsizlik kalkar ortadan ve bir fen bilgisi öğretmeni tasavvuru kurarsınız tastamam.

Fenci Zeki Bey bu tasavvurların dışında bir Fenci. Zaten o yüzden de böyle bir köşe yazısında bahsetmek istedik ondan. Kaldıraçların, kurbağa solunumlarının, atomların, yerçekimlerinin dışına çıkmış yahut hepsinden daha fazla edebiyatın çekimine uğramış bir güzide insan.

Zannediyorum ona “fenci” denmesinin sebebi de bu. Hani el altından “Abi ayıp oluyor! Sen fencisin yahu!” gibisinden bir uyarı çekme sadedinde anlayacağınız. Bazı kaynaklara göre de ona bu lakabı Ahmet Şahin Bey münasip görmüş:

Bir gün Küllük’te Ahmet Şahin Bey, hâlihazırdaki edebiyat dergilerine gayet derecede sinirli iken, ahali gazaba mucib olma endişesi taşıyor iken eline bir dergi alıp demiştir ki: Efendim görüyorsunuz, bu dergilerin hiç birisi edebiyatla filan alakalı şeyler olmadığı gibi, bilakis tırıvırı işlerdendir. Oysa “Fenci” Zeki Bey, çıkardığı Sükût dergisi ile bu işin nasıl yapılacağını göstermektedir.

Fenci Abi bu krediye hiç halel getirmeden kullanmasını bildi. Hatta üzerine daha da ağır bir yük almış say u gayret sahibi insanlar gibi bakışları daha bir derinleşti, konuşmasının yazmasının insicamı bir kat daha eskileşti.

Ama en fazla biraz daha eskileşti o kadar. Hakikatte Fenci Abi, o kadar kolay değiştirilecek kadar hafifmeşrep bir adam değildir. Beni de en çok kendisine çeken onun bu yönüdür.

Sabahtan akşama, akşamdan sabaha ayrı ayrı karakter kesilmenin, beğenilen şarkıcı türkücüler gibi saç sakal edinmenin, seyredilen dizilerdeki tuhaf adamlar yahut kadınlar cinsinden konuşmanın yürümenin aşikâr olduğu bir zamanda Fenci Abi’nin hiç birine eyvallahı olmaması gayet derecede mühimdir. O, kimselere benzemeye çalışmaz. Sokaklarda dalgın fikirlerinin arasında yürümeyi, bir köşede şiirinin bir beytini düşürmeyi daha makbul saydığından etrafı görecek hali de pek yoktur zaten.

Bu sebeple de ben onu Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu zamana kaybolup gelmiş bir kahramanı gibi görürüm. Öyle şaşmaz ölçüleri vardır Fenci Abi’nin. Fahim Bey gibi kimselerin ne olduğunu kestiremediği dosyalar kesip doldurur, Ali Nizami Bey gibi müstesna zevkler edinir, ‘Çamlıca’daki Enişte’ gibi kendi içindeki kayıp zamanlarda kaybolur, sırrolur.

Neden Fenci Abi Büyükada’da yahut Rumelihisarı civarında bir köşkte doğmamıştır? Öyle bir duruşu vardır ki, siz sanırsınız oralardan bu uzak yerlere gizli bir derdin peşinden gelmiş ve bir daha da dönememiştir.

Her zaman böylesine içli ve suskun değildir tabiî ki Fenci Abi. Hele bir keyiflenir de konuşmaya başlarsa susması için ancak ve ancak Mustafa Şıvgın telefon etmesi iktiza eder. İstidradî konuşur çünkü. Anlattığı konunun tam anlaşılabilmesi için anlatılan olayın içinde geçen bütün ana ve yardımcı kahramanın gelmişlerini geçmişlerini bir nessab titizliğiyle döker. Şeceresini sayar. Onun kahramanları tıpkı Topkapı sarayının odaları gibi hep bir başkasına açılır. Herkes öyle bir odada takılır kalır ki bir müddet sonra hiç kimse birbirini bulamaz.

İşin garibi bütün konuşmalarında Fenci Abi şaşmaz dikkatiyle ilk kaldığı yerden konuyu bağlamayı becerir. İşte bu aralık ilk elden İslam Hoca’nın sesi işitilir:

-El’an öyledir Fenci Abi, benim çocuklar vardı. Benim onları almam lazım. Hadi bana müsaade.Bu konuşmaların en titiz dinleyicisi Hüseyin Yıldıran’dır. Bir ayağını peykeye koymuş, sırtını duvara vermiş, şapkasını başından fırlayacakmış kadar havaya kaldırmış ve avucunun içini Audrey Hepburn gibi havaya kaldırarak cıgarasını çerkerken konu hakkında; ama konuyla uzaktan yakından alakası olmayan bir soru sorar ve Küllük’te zaman devam eder.           

Fenci Abi’de kim neyi görür bilinmez; lakin ben onda çok evvelleri kaybettiğimiz geçmiş zaman insanlarının şaşmaz itiyatlarını bulurum ve öylece de severim vesselam.

Fatih ORDU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir