“Ezansız semtler” üzerine…
.
.
.
.“bir tel kırılır, âhenk ebediyen kesilir” Yahya Kemal
Yahya Kemal’in ‘ezansız semtler’ yazısını tekrar tekrar okudum bugünlerde. Her okuyuşumda aynı hisler kapladı yüreğimi ve anladım ki fikir dahi hissiyatla alakalıdır. Kalbe dokunan düşünceler gibi. Bu yazıya başka bir ad verilseydi “Müslümanlığın çocukluk rüyası” olurdu, eminim.
Bir yazı, yazarın düşüncesini, hissiyatını gösterdiği kadar karakterini de ifade eder bize. Karakterini, yani hayatın onda bıraktığı derin izleri; içinin siluetini, iç fotoğrafını… Evet, bir yazı bir suret gibidir ve hakikatli bir yazı aynı zamanda yazarın şahitlik ettiği çağın da yansıdığı ayna ya da tuval olabilir; görmeyi bilene. 1922’de Tevhîd-i Efkâr’da neşredilen ve Aziz İstanbul eserinde yer alan bu yazı, kanaatimce ortaya koyduğu fotoğraf, tespit ve temsil ettiği idrak merhalesi ile bugünümüze de ayna olmakta; asırlık savruluşumuzun, inkırazın anlaşılmasında önemli işaretler taşımaktadır.
Yahya Kemal, o günün ‘Şişli, Kadıköy, Moda’ gibi semtlerinden misal vererek, yaşayan Müslümanlığın ya da Müslümanca yaşamanın aşikâr olmadığı muhitlerde yetişen Türk çocuklarının “Müslümanlığın çocukluk rüyasını” göremeyeceğini tespit ederek giriyor yazıya. Devamında ise “işte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler…” Böylece ev, sokak, mahalle, semt ölçeğinde bir temsil olarak yaşanan, görünür/göz önünde olan Müslümanlığın şuur altına yerleşmesi (hafıza) ve şuura yükselmesi sonucu o müşahedeyi yaşayanların vardıkları idrak noktasını da işaret eder: “…dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.” Onlar, o günün Türk babalarıdır.
Biz de bir şekilde böyle bir rüyanın içinde yetiştik diyebiliriz. Yahya Kemal’in ‘çocuklukta yaşanana’ dikkat çekmesi fevkalade önemlidir. Biliyoruz ki şuurumuzu oluşturan, hayat karşısında yerimizi/tavrımızı belirleyen her ne varsa bu dönemde şekillenmeye başlar. Bir zamanlar şehir olsun köy olsun, memleket coğrafyasının belki en ücrasında bile şekillenen hayat aynı anlam haritasının bir parçasıydı, aynısıydı. ‘Bizi bir millet halinde tutan’ ne varsa ki Yahya Kemal ona “Müslümanlığın çocukluk rüyası” diyor, yer yer bir geleneğe bürünse de, bu topraklarda hep var oldu. Ta ki bu rüyanın yerini başka düş’ler/düşüşler alana kadar! Bizim neslimiz birçok kırılmaya/değişime şahitlik etmiş olmanın tecrübesiyle hem şanslı hem de şanssızdır! Şanslıdır, o rüyayı tanımış olmakla; en azından bir hafıza olarak bizde mahfuz olan o yaşanırlık/yaşanmışlık bugün bize bir yol haritası çizer, bir sokak lambası olur, dönülecek bir ev mesabesinde bizim olan bir hâtırada yaşar. Şanssızdır, çünkü değişimi yaşamıştır, yitiklerini görmüştür ve dahası bizden sonrakilerin özünden kopuşuna müdahil olamamanın da ıstırabıyla şahitlik etmiştir. Çünkü bütün sahte tezahürlerin sanal/kurgulanmış haliyle, modernite marifeti ve popüler teknik imkânlarıyla topluma abanmasını görmüştür. Şairin dediği gibi: “her şey ben yaşarken oldu/ bunu bilsin insanlar”. Biz sesleri kendi tabiliği ile işittik. Gördüklerimiz (müptezel olanı bile) yaşanılan şeylerdi, insanî idi. Bugünün sesleri ise insanî vasfını neredeyse yitirmiş, kurgulanmış ve görüntülerle harmanlanarak adeta pazara çıkmış hissiz vokallerdir… Hayatın içinde yaşanan rüya, hayat alanlarından gittikçe çekilmiş ve ruhunu, aslîyetini kaybederek yerini başka bir şeyin dolduramadığı büyük bir boşluğa bırakmıştır.
“Bugünün çocukları (dikkat ediniz! Yıl,1922’dir) büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde, alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar…” O günlerde bu tespiti yapan Yahya Kemal’in ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiştir. Kaldı ki daha sonraları ezanlı semtlerde bile, alafranga terbiye ile yetişen Türk çocukları evvela tahassüsünü kaybetmişler ve takip eden yıllarda ise lisanının zevklerini, yani kelimelerini yitirmişlerdir. Artık mekânın rengi soluktur…
Mekânın insana ve insanın da mekâna tesiri vardır. Okumaya devam ediyoruz:“Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi.” Ecdadın muhite nüfuzunu böyle tasvir ettikten sonra, eski Türkler ile yeni Türklerin ruh farklılıklarını anlamak için, son asırda peyda olan semtlerde mekânda yapılan ruhsuz tasarruflara dikkat çeker. Günümüz şehirlerini betona gömen anlayışın da yolbaşıdır o günler. “Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler” diyerek, orada/batıda yenileşen şehirlerin çan kuleleri, Pazar ve yortu günleri ile manzarasının halkın dinini, milliyetini hatırlattığını belirtir. Önce sorar: “Artık Türk milletinin ruhu bir rahiya gibi uçtu mu?”. Sonra cevabını verir: “büyük kitlede o ruh var fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu ufunetten (çürüme, tefessüh) kurtaracak mürşidler, şâirler, edipler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabiî bir revişle büyük kafileyle, kendi kendimize döneceğiz.” Bir anlamda ‘eve dönen adam’ olan Yahya Kemal için bu bir temennidir, arzudur, var olmanın olmazsa olmazıdır. Lakin ‘ezansız semtler’i kaleme aldıktan sonra, yaşanan sürecin de şahididir. Belki kahredici bir çaresizlikle şiire kaçmış fakat umudunu da hep korumuştur. Şâire yakışan da bu değil midir zaten; tavır ve ümit…
Ezansız semtler yazısının son bölümünde, Büyükada’da gittiği bir Bayram namazını öyle hissiyatla anlatır ki kendinizi gâh Yahya Kemal gâhî cemaatten biri gibi hissedersiniz… Cemil Meriç, bir yerde onun için: “Yahya Kemal’de tarih dekoratiftir, plastiktir. Yahya Kemal dilde Osmanlıdır, dekoru Osmanlıdır. Osmanlı Yahya Kemal’de müphem, daüssıla duygusu mevkiindedir. Bir gönül yarasıdır mazi onda” dese de, nihayetinde camiden içeri girer Yahya Kemal. Necip Fazıl’a göre ise: “dünyaları kavramakta en ileri (plastik) zevk hadlerinin mağrur inzivasına çekilmiş ve buradan büyük idrake yol bulamamış san’atkâr…” Üstada göre o bir mustariptir:“Bu müthiş ıstırap nereden geliyor? Tek kelimeyle: Muvazenesini bulamamış bir iman yarasından.” Çocukluğunun Üsküp’ünde muhitten ve en mühimi annesinden aldığı telkin ve çocukluğunun Müslümanlık rüyası onu o büyük kâfileye dâhil eder.
Şu ifadelerle bitiyor yazı: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklardır!” Günümüze ve halimize baktığımızda diyorum ki, ezansız semtleri yeniden okuyalım ve düşünelim. Biz nerede hata yaptık? Bize rağmen, kim yetiştirdi çocuklarımızı? Çocuklar bizim, ama neden bizim diyebileceğimiz bir rüya yok artık! Üstelik ezanlı semtlerde yaşarken… Bu can yakıcı sualin cevabını, tefessühün sebebini Yahya Kemal söylemiş zaten: “ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra… Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları…”
Yahya Kemal, iki farklı mekânda yetişen Türk çocuklarının durumunu ele alır. Biz ise bugün bir başka merhaledeyiz ve bu merhale, Türk çocukları için daha zor bir durumu ifade eder. Adını koyalım: “ezanlı semtlerde, alafranga terbiye ile yetişmek”. Esasen bu merhale de geçilmiştir. Ezanlar yine okunuyor ama okunanda insanî ses mekanik sese tebdil olmuş, dinleyende ise sese dikkat zaafa uğramıştır. Mekân ki o rüyanın renklerinden çok uzaktır, mekânın asli rengi soluktur. Kaldı ki yabancı terbiyenin icabı yani ‘format’ın neticesi, Yahya Kemal’in ifadesiyle, “ Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?”. Aidiyetinden uzaklaştırılan ve dolayısı ile o rüyadan uzaklaşanlar, formata rağmen, asırlardır çatıştıkları ya da yan yana var oldukları ‘öteki’ne mensup olamadılar, olamazlardı. Böylece bir başka hayatı (kültürel bütünlük içinde) temellük edemediler, edemezlerdi. Lakin ‘öteki’nin hep tesir ve tasarruf ettiği bir mülk olmaktan da büsbütün kurtulamadılar, kurtulamadık. Zaten kendi içimizde de, S. Ahmet Arvasî’nin tarifiyle, ‘ideal insan’ın tesirinde teşekkül etmiş bir cemiyette değil, ‘dramatik insan’ın teşkil ettiği bir toplumda yaşamıyor muyduk?
Belki… Bütün sahte seslere kulağımızı kapayıp, gözlerimizi mekânın yabancılaşmasından sakınıp, hafızamızı çağırıp imdada, bir sevk-i tabi ile o rüyaya yönelebilirsek… Belki, o zaman zevk-i tabi halinde o rüya hayatımıza avdet edecek…
İsa YAR
*Berceste dergisi / Kasım 2008