YOL DÜŞÜNCELERİ
.
“Çok hızlı gidiyoruz ruhlarımız arkada kaldı.”
.
.
Hepimiz yolcuyuz.
Yolculuğumuzun izdüşümü mekânda tezahür etse de, esasen zamanın içinde yol alıyoruz. Adına ‘yaşamak’ dediğimiz yol hikâyemizde başka hikâyelere, farklı dönemlere, oluşlara/yıkılışlara şahitlik ederiz. Bu müşahede tek taraflı değildir; mekân ve zaman da öte yandan var olma/yaşama hikâyemize şahitlik eder.
Tanpınar’ın “ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında”, N. Fazıl’ın “nedir zaman nedir/iniş mi yokuş mu”; mutasavvıfların “vakit keskin kılıçtır” ifadelerinin zaman ve mekân algısının oluşum izahında düşünceye/tefekküre açılan kapılar olduğunu belirtmekle yetinip, kapının eşiğinde biraz eğleşip dışarı nazar etmeye devam edelim.
Yolcu yürüyüşüne devam ettikçe (yaşadıkça) ardında kalan mesafe ‘geçilmiş’, zaman ‘yaşanmıştır’. Geride kalan eskimiştir. Bulunduğun an’ın ilerisi ise henüz geçilmemiş ve yaşanmamış ‘gelecektir’. Gelecek ise hep yenidir. Ezber bozan bir sual: hakikaten böyle midir? Zaman ve mekân algımız bizi yanıltıyor olmasın! Zaman için eski/yeni kavramı böyle tanımlanırken, insan için aksini söyleriz. Bu manada bebek doğar doğmaz yaşlanmaya (yaş almaya) başlar. Yaşadıkça yaşlanır. Zaman kendi akış çizgisinde ileriye doğru yeni, her geçilen/geçen an eskidir. İnsan ise hayat çizgisi üzerinde ileriye doğru (yaşadıkça/yaş aldıkça) zamanın aksine yaşlanır. Öyle ya da böyle, ne fark eder ki? Geçen zamanın kazası yoktur. Mekân ise bizi temsil eder/etmeli. İnsan için zamanın ve mekânın çok önemli olduğunu belirterek makas değiştirelim…
Modernizmin insana ve topluma dayattığı zaman tanzimi, hayatı öylesine kuşattı ki insanın ‘fark etmesine’ fırsat tanımıyor. Ya biz koşturuyoruz ya da her şey hızla geçip gidiyor yanımızdan. Algılayamadığımızı yok sayıyoruz; tanıyamadığımızı ise yabancı. Bu idrak fukaralığı içinde insan kendine bile yabancılaşıyor. Sonra, ver elini yalnızlık…
Berceste’nin geçen sayısında A. Rahmi Şeyhoğlu’nun “Bir Daüssıla Rüyası: Mahalle” başlıklı yazısını okuyunca, böyle parçalanmış düşünceler içinde buldum kendimi. Bahaeddin Özkişi’nin “sokakda” romanını hatırladım. Malum: değişimi sokakta gözlemleyen eser, çözülüşün/çöküşün sokakta tezahürünü romanlaştırırken, çözümün adresini de verir: sokak! Sokak aynı zamanda mahalledir, hanedir ve sokak topyekûn insan, toplum ve kâh aşağı kâh yukarı merhaledir. Buradaki olumsuz değişimin mimarı ‘onlar’dır; onlar yani ‘iyi saatte olsunlar’… Bu arada Mehmet Çınarlı’nın ‘onlar’ şiiri de yâdıma düştü: “Bizsiz ayakta durmaya yetmezdi güçleri/ Bizimle güçlenerek yettiler bize” .
Evet, her şey ne kadar değişti! Şehirler, kasabalar, köyler gittikçe birbirine benzedi. Her mekânın anlamlı farklılıkları ve benzerlikleri vardı; nefes alınan mekânlardı hepsi. Şimdi ise, ev mahremiyetini taşıyamayan apartman dairelerinin bir fıtık gibi sokağa sarkan balkonlarda sunî teneffüs yapıyoruz. Biz yine de bir hafızaya sahibiz. Bu sebeple, yitiklerimizin farkındayız. Ya bizden sonrakiler! Aidiyet fikrinden yoksun ‘bireyler’, modern ve ruhsuz oyuncaklardan başka bir şeye sahip olamamışlar, neye sahip olduğunu bilmeyenler neyi kaybettiklerini nereden bilecekler? Onlara ne verebildik? Hafızamızı kayıp mı ediyoruz?
…
Dedelerimiz bir hafızanın son temsilcileri idiler. Lüzumsuz konuşmayan, hâl ehli, yaşayan temsilî bir hafıza… Biz, bu temsilî tabloyu belki hakikatini anlamadan hafızamıza (şuuraltı) kaydettik. Dedelerimiz sahneden sessiz sedasız çekilirken yerini babamızın nesli aldı. Onlar ise sıradan ve yalnız insanlar (bu sıradanlık ‘yıkılmamak’ olarak anlaşılmalı) olarak yaşadılar. Köy ve şehir arasına sıkışıp kaldılar. Şehirde tutunamayan bu zorlu adamlar, evlatlarını okuttular. Ellerinden gelen yalnız bu oldu. Ve biz! Hafızamızda dedemizin silueti, ruhumuzda darp izleri, babamızın izine basmadan adeta boşlukta yürüdük. Bir yere de varamadık. Hafızamızda o temsili miras deniz feneri gibi yol haritamız oldu. Kızılderili haklı: çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kaldı…
İsa YAR
*Berceste dergisi 2007