Sosyolojik Bir Deneme (I)


.

(Modernizmin ürettiği kavramlar: islamcılık, solculuk, milliyetçilik)

 

Hakiki manada istifade edilebilecek muhabbet zeminli sohbetler neredeyse kalmadı artık. İster entelektüel düzeyde deyin ister başka bir şey, sorulara cevap üreten yüksek seviyeli konuşmalar çekildi köşelerden. Adam gibi adamların köşelerine çekilmesi ile bir alakası var mıdır bilmiyorum ama meydan/köşe bütün zeminler böyle. Gündemin/güncelin tuzağına hapsolmuş zihinler, altyapısı tahrip edilmiş kabuller ve buna bağlı içeriksiz muhalif reddiyeler. Neredeyse imanını dahi sorgular hale gelmiş, Müslümanlığını kâfi göremeyen rasyonel/akılcı modernist İslamcılar. Materyalist öğretiyle haniyse kutsal kitap mesabesinde gördükleri “kapital”den kapitalizme geçiş yapan solcular! Globalleşen sekuler ve hedonist kültürün kimliksizleştirerek aynileştirdiği toplumda, içi boşaltılmış kavramlara tutunarak yer yer bozulan bir ezberin izini süren ve fakat evin içinde yaşayanların yabancılaştığının farkında olmayan, olsa bile engelleyemeyen, her halükarda haneyi korumaya memur milliyetçiler…

Modernizmden kastımız nedir? “Modern” yeni bir kavram değil; bütün zamanlarda var olan bir tanımlama. Bu manada zaman/mekân hangi asır ve coğrafyada olursa olsun, hayat sürenler geçmişe nispetle modern telakki etmişlerdir konumlarını. Oysa geçmiş olmasa yaşadıkları an ve imkân da olmayacaktı. Muhakkak ki yarının zaman ve mekânında hayat sürecekler daha modern olduklarını düşüneceklerdir. Böyle iken bu kavramın günümüzde çoğaltılmış farklı anlamı vardır ki çıkış noktası sonuna aldığı ek yani “izm”dir… Bu çerçevede, tarihi sürecini asla ihmal etmeden fikir ve kültür hayatımızı derinden etkileyen, ferdin hayatından devlet mekanizmasına kadar tesir eden, sosyolojik sathiliği ve derinliği olan olgulardan kısaca İslamcılık, solculuk ve milliyetçilikten bahsedebiliriz. Hemen ifade etmeliyiz ki bu suni kavramlar haklı olarak birbirinden farklı, birbiri ile çatışır gibi görünse bile bünyeye dışardan girmiş yabancı ‘antijen’in oluşturduğu ‘patolojilerdir’ ve ortak özellikleri vücudun tahrip olmasında pay sahibi olmalarıdır.

 Modernizm kavramı, tamamı Batı kaynaklı bütün izm’ler gibi değişik kültürlere virüs gibi sirayet etmiş, batı düşüncesinin renklerini, felsefesini mutlak doğru gibi sunup her şeye şüphe ile yaklaşan iman bozucu yapısıyla girdiği dil ve kültürleri bir anlamda devşirmiştir. Böylece kendi ölçülerini terk eden devşirilmiş zihinler, yerli olduklarını iddia etseler de batılı formatın çerçevesi içinde fikr’etmişler ve dolayısı ile çıkış noktaları sahih olsa bile vardıkları bir yer olmamıştır ya da vardıkları “hiçbir yer”dir! Batı, vitrinine koyduğu resim ile arka plandaki sömürgeci ve zalim yüzünü gizlemiştir. Demokrasi, insan hakları gibi kavramların tuvaldeki yansıması ile gerçeğinin aynı olmadığını çok ağır bedeller ödeyerek öğrenen toplumlar bile kendi ölçülerine dönmek yerine şu veya bu şekilde kuşatılmıştan kurtulamamışlardır. Çünkü nesilleri bizzat kendi aydınlarının gafillikleri sebebiyle kendine yabancılaşmış, zihinler bloke edilmiş, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Farkında olanlar ise farklı bloklar halinde tecrit edilmiş, tanımlanmış, ya kontrol edilerek yönlendirilmiş ya da sınırları içinde temerküz edilmiştir.

Bu kavramlar ve buna bağlı izahların sağlıklı anlaşılabilmesi için en az iki asır öncesinden tarihî, siyasî ve iktisadî seyrin izini sürmek gerekir. İnsan, içinde yaşadığı zamanın bir anlamda tutsağıdır. Bu prangadan sıyrılan zihin ancak olan biteni anlamaya başlar. Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığı gibi, yeni sayılan düşüncelerin aslında yeni değil kadim düşüncelerin bugüne bakan yüzü olarak anlaşılması iktiza eder. Maddî unsurlarda tebarüz eden tekâmülü ve bilginin çeşitlenerek, çoğaltılarak paylaşımını kastetmiyorum. Bu aynı zamanda, hikmetten beslenen düşünce ve hikemî belagatten uzaklaşmış ifadenin yerini kurgulanmış “bireysel” felsefe ve retoriğin aldığını da işaret eden bir tespittir. Tecrübî ilimlere ait kıstaslar akademik kisveye bürünerek, tecrübe edilemeyen ilmî konularda da beyanda bulunmanın eşiğini aşmış, bedeni/cesedi denek ya da kadavra olarak inceleyen laboratuar kafalı “bilimseller” ruhu ve ruhî olanı da aynı mantıkla tespite, tahlile, analize ve tanımlamaya çalışmışlardır. Kısaca (kelimenin tam anlamıyla) insanı ve dolayısıyla cemiyeti bu laboratuardan görmeye çalışmışlardır. İnsana ve topluma dair ileri sürdükleri tezler ve çözümler insanî olamadığı gibi, insana rağmendir. Bu sakat kafayla sosyal hayat tanzim etmeye yeltenmişler, önce toplumun üst katmanlarını değiştirip dönüştürmüşler ve sahip oldukları iktidar imkânlarının sağladığı karşı konulmaz gücün tesiriyle ve nesilleri kapsayan zamana yayarak toplumun tamamını etkilemişlerdir. Varılan son merhalede görülen odur ki, geleneği temsil edenler, geleneği tahrip eden lokomotife makinist olmuşlardır.

… 

İsa YAR

www.isayar.com

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir