HASRET



.
.
.
.
2006 yılının Ramazan Bayramında; hemen her bayramda olduğu gibi köyümdeyim. Ordu, Perşembe, Okçulu Köyü ve sonradan Dere Mahalle olarak isimlendirilen Dereköy; benim doğduğum ve özellikle ortaokula başladığım tarihe kadar sürekli yaşadığım bir yer. Ortaokul ve takip eden tahsil hayatım boyunca ancak yaz tatillerinde uğrama imkânı bulabildiğim, yüzmeyi deresinde öğrendiğim, pek çok hayat gerçeğini sinesinde öğrendiğim ve dünden bugüne yitiklerini hüzünle hatırladığım köyümdeyim.

Daha önceleri ve en son gelişimizden bu yana, köye tamamen veda ederek ebedi hayata doğmuş bulunanların aziz ruhlarına dualar yolladık kabirleri başında, akrabaları, hastaları ve dostları ziyaret ettik zaman elverdiğince. Uzun süredir göremediklerimizi gördük, hasbıhal ettik nasip olduğunca. Bu ziyaret ve karşılaşmalarda bir can dost; sevgili kardeşim Zeki ORDU bir müjde verdi ayaküstü. Zeki Bey hep mütevazı ve yüreği sevgi dolu haliyle bir dergi çıkarmaya başladıklarını, ilk dört sayının dağıtımının tamamlandığını ve tüm bunları Ünye’de yürekleri büyük, sözü sukut ederek söyleyen, saniyelik bakışlarında dahi zamanın ötelerine taşan derin manalar hissettiğim gönül dostları ile yaptıklarını anlattı. Bunca yitikler arasında böylesine bir havadis, hiç eksilmeyen umudumun gerçekleşmesine dair inancımı tazeledi ve Zeki kardeşimin o an verdiği ilk sayıyı hemen, takiben düşünce insanı aziz dost İsa YAR beyefendinin getirdiği üçüncü sayıyı, büyük heyecanla okudum. Ben bir edebiyatçı ya da şair değilim, ancak Türk insanına ait kültür değerlerine olan sevdama dayanarak,  düşüncenin dipsiz derinliğinde boğulmadan emek verenlerle “sukut”la bana katkıda bulunan herkesi, haddim olmayarak Türk dili, Türk Kültürü ve Türk Edebiyatı adına kutluyorum.

 Bu vesileyle, dünden bugüne gelirken bilerek veya bilmeyerek, belki de kayıtsız kalmaların bir neticesi olarak, özellikle son zamanlarda bilinçli ve programlı bir biçimde kaybettiğimiz ve ısrarla kaybetmeye devam ettiğimiz değerlerimize dair birkaç kelam etmek isterim. Buna bir nevi yürekteki hasretin kaleme dökülmesi diyelim.

Bundan yaklaşık 35 yıl önce sabahın erken saatlerinde ve gün batımı ile birlikte çakal seslerini duyardık. Bu sesler uzun zamandır yok oldular ve artık gündüzleri dahi domuz sürülerine rastlanır oldu. Doğruluğunu uzmanları bilirler ancak çakalların domuz yavruları ile beslendiklerine dair bir bilgi kalmış hafızamda. Her ne kadar köyde yaşayanlar dünkü kadar toprakla uğraşmayıp, ekme, dikme ve biçme işlerini terk etmiş olsalar da bu domuzlar zarar verecek bir şeyleri yene de buluyorlar.

Ne yazık ki artık geleneksel köy hayatına aykırı olarak, köylüler yumurta ve maydanoz dahil hemen tüm ihtiyaçlarını, ayaklarına kadar gelen dört tekerlekli manavdan temin ediyorlar. Artık insanlar bu sıradan üretimleri yapmıyorlar, belki biraz zorlukları vardı ama aktarma, ekme ve biçme imecelerine ve kokusunu uzaktan hissettiğimiz tarla domatesine hasretim.

Şimdiki gibi her mahallede bir cami yoktu. Cuma günleri kalabalık bir cemaat sahildeki camide,  Hacı Hafız İsmail hocanın imamlığında Cuma namazını eda eder, takiben hocamızla her birimize önemli istifadeler sağlayan istişarelerde bulunurduk.          

Ebedî hayata yolculuğunu şahsım dâhil öğrencilerinden bir kısmına bizzat kendisi haber veren hocamızın nasihat, ibret, güzellik dolu sohbetlerine ve o sohbetlere iştirak etmiş, ancak o günlerden bu günlere yoğun meşguliyetlerinden olsa gerek (!) çok az görüştüğüm; hatta hiç görüşemediğim dostlara hasretim.          

Aynı yıllarda köyümüzün balıkçıları, önceleri yelkenli kayıkları, sonraları küçük balıkçı motorları ile her kalkan mevsiminde Ünye’ye göçerlerdi. Pamuk ipliğinden yapılmış geniş gözlü ağlar salınırdı denize; vakti geldiğinde toplanır ve bugün tezgâhlarda göremediğimiz irilikte kalkan balıkları tutulurdu. 40 çeşidi aşan balık türü zamanı geldiğinde ve balığın çeşidine uygun düşen yöntemle avlanırdı. Bugün balık çeşitlerinin büyük kısmı yok oldular, mevcutlar ise henüz yavru iken denize veda ediyorlar. Kimi balıkların yumurtalarını sakladıkları deniz salyangozları dahi vahşi bir yarışla toplandılar; tarumar edildiler. Balıkçıların denize açılırken adeta parolaları haline gelmiş “Rasgele” ifadesi,  sonar ve radar cihazları, hız kabiliyeti yüksek motorlarla, eni ve boyu uzatılmış, gözleri küçültülmüş, el yerine makinelerle kurulup kaldırılan naylondan ağlarla donatılmış, okyanus balıkçılığına çok daha uygun olan dev tekneler sayesinde anlamını yitirdi.          

Yelkenleri Sümerbank hasesinden, dört çift kürekli, gözleri iri pamuktan ağlarla donatılmış, geride kalanların “Rasgele” uğurlamasını asla ihmal etmedikleri, Eşref kayığı ile denize açılmaya hasretim.         

Elektrik, telefon ve evlerin içinde akan su yoktu. Bir zaman sonra sahile bir PTT acenteliği kuruldu, yandan kol ile çevrilerek arama yapılıyor ve saatlerce görüşme sırası bekleniyordu. Bu işi yürüten Yusuf ağabeyin çilesini ve “alo falanca çekil aradan”, diye bağırışını unutamam. Şimdilerde her şey var. Yöre insanın ses tellerini açık tutmada önemli katkısı olan tepeden tepeye maslahat iletme yönteminin yerini cep telefonları aldı. Çanak antenler dünyayı oda içine getirdi, diziler nedeniyle oturmalı misafir dahi nadir kabul görüyor. Soyunu bir noktaya kadar sayabilenler, bilmem hangi dizi kahramanının yedi sülalesini tanır oldu. Ancak, o ağaç-taş dolgu, iç kısımları tümüyle el emeği ile üretilmiş ağaçtan malzemelerle yapılı, taş merdivenli, küçük pencereli, tahta duvar ve darabalı, kara ocaklı, bacasında büyücü dikenleri sarılı, giriş kapısı üstünde kocaman koçboynuzu bulunan minik evler yok oldular. Evlerin önünde görmeye aşina olduğumuz serenderler, mısır, fasulye ve elma kurutma işine yarayan taş fırınlar, bileki ve dibek taşları ile kara ocak üstünden eksik edilmeyen idare lambaları, duvarları süsleyen gaz lambaları ve daha birçok alet edevat kayıplar arasındaki yerlerini aldılar.  Şimdilerde bırakın bulmayı, büyük bölümünün resmine dahi ulaşmak mümkün gözükmüyor. Belki, meraklısı bu eşyalardan bir kısmını saklamış olabilir.          

Her bir evin önünü gölgelerken ve nimeti ile insanlara ve özellikle arılara ve kuşlara besin kaynağı olan, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, iri dallarından birine kalın halatla salıncaklar astığımız dut ağaçlarında, gönül dostları ile sallanmaya hasretim.  Doğdukları yerden, denize ulaştıkları vadi boyunca, dev ağaçları ve her birimizin küçük bir taşı çevirmekle yakalamaya çalıştığımız, lezzeti mükemmel, onlarca çeşit bolca balığı barındıran ve hayvanlarımız için hayatın kaynağı olan çayırları besleyen, eğilip suyunu içtiğimiz, analarımızın ve bacılarımızın, akıntısı ile mermer gibi parlattığı kayaları üzerinde çamaşırlarını yıkadıkları, çoğunluğumuzun yüzmeyi öğrendiği gölleri ile ayrı bir güzellik sergileyen ırmaklarımız artık bulanık akıyorlar. Neredeyse kuruyacak hale gelen, gölleri gölcük dahi sayılamayacak kadar sığlaşan ve çirkinleşen, eğilip su içmemizin sağlık açısından artık mümkün olmadığı bu ırmaklar, eski halleriyle artık yok.       

Zahra (Mısırı değirmende una dönüştürme işi)  nöbeti sırasında cemek avına çıkıp, değirmenin kızgın ocak taşı üstünde yeni öğütülmüş undan yaptığımız ekmek eşliğinde dere balığı yemeye ve soğuk kış günlerinde değirmene has sesleri dinleyerek, ocağında yanan odunun ateşi karşısında, dost sohbetlerine ve yorgunluk gidermeye hasretim.Özetle; büyük bir üzüntü içerisinde acı hisseden yüreklerin sukut hallerini çaresizlik sananların; ne kadar yanıldıklarını ve aldanmışlıklarını göreceğim sabaha hasretim.    

Biçmek için ekmek gerektiğini hatırlatıyor, okuyuculara bir şiirimi hediye ediyorum.

Bizim Köy

 Dün…
Solmayan çiçekler vardı bahçelerinde,
İsimleri değişirdi mevsimden mevsime.
Dupduru akarda köyümüzdeki dere,
Mekân olurdu saçaklar serçelere. 

Bugün…
Ne çiçek kalmış, ne bahçe,
Serçeler göçmüş, susuz, bulanık dere.
Yok, ağaçtan evler, küçük pencere,

Köy bizim köy de, içindekiler nerede?

 

                                                              Abdullah KAHRAMAN  

*Sükût Dergisi sayı.5 / ocak-Şubat/2007

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir