Berceste_dergisi_Nisan_2012

İsa Yar kitapları hakkında….


 

          Yalnızlık Hüznü

Selim TUNÇBİLEK

            Şiir ciddi, bireysel ve toplumsal acıların sonucunda doğmuştur. Türkçenin ilk şiir örnekleri de bize bunu gösteriyor. Şiir bu kaynaktan dün olduğu gibi bu gün de hiç kopamadı. Şiir, toplumla bağlarını sağlamlaştırarak; bireysel acıları toplumsal zemine çekerek güçlenebilir olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şiir kendine bireysel ve toplumsal konuları, ortak duygu ve anlayış zemini içerisinde konu edindikçe, geniş kitlelerle ilişkisini güçlendirmiştir. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet şiirlerine olan ilgi ve bunun toplum nezdindeki hâlâ canlı duran yankısı, önümüzde güzel bir örnektir. Kişinin açmazlarını ve sıkıntılarını, korkularını, kaygılarını konu edinen şiir; okur düzeyinde ilgiyi kolay kolay kaybetmemektedir. Şiiri kalıcı yapan pek çok yönle birlikte bir diğer yön de budur.

            Hüzün ortak bireysel duyguların başında gelir. Karadeniz coğrafya olarak hüznün sağanak sağanak yaşandığı bir coğrafyadır. Karadeniz insanı duygu sağanaklarının ne olduğunu bilir. İsa Yar, hem Karadenizli ve hem de şair… İnsan, hem Karadenizli hem de şair olunca ‘Hüzün ve Sağanak’ ismini kendini tanımlayan kelimelerin başında görebilir. Şair İsa Yar da tam öyle görmüş ve Şiir Vakti yayınlarından çıkan şiir kitabına isim olarak ‘Hüzün ve Sağanak’ adını seçmiş. Doğru da yapmış. Bu şiir kitabına bu isim başlığı ile üst başlık olarak ‘İçimin Sahilinde’ nitelemesi de tamamlayıcı olmuş.

            İsa Yar, ülkemizde yayınlanan pek çok seçkin edebiyat dergilerinde yıllarca şiirleri ve yazıları yer alan bir yazar ve şair. 1961 yılı Perşembe Okçulu köyünde ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen şair; çeşitli meslek liselerinde eğitim hayatının seçeneklerini denediyse de Sağlık Meslek Lisesini bitirdi. Sağlık memuru olarak çeşitli illerde (Ankara, Adana, Ordu gibi) kamu görevlisi olarak çalıştı. Dar gelirli bütün Anadolu insanı gibi o da bir yandan çalışıp bir yandan yükseköğrenimini tamamlama başarısı gösterdi.

            Akşam vakitlerinin hayatımızdaki görüntüleri şairlere hep ilginç gelmiştir. Ahmet Haşim bu şairlerin başında gelir. Akşam, hüznü içimize bir ışıktan süzerek akıtır. Akşam, yorgunluk ve tükenişin de adıdır denilebilir. Yorgun argın eve dönen insanın akşamın ölgün ışıklarına benzer yönü çoktur. Ümitsizliğin karanlığına doğru çeker bizi akşam. ‘Sahilde Akşam’ şiirinde İsa Yar, Ahmet Haşim’in duygularını sanki bize Yahya Kemal’in sesleriyle aktarır.

Yine bir akşam vakti, deniz ufkunda kuşlar

Sanırsın bir tabloda zamanı dondurmuşlar…

Ne hazin bir tablodur şu akşam vakitleri

Ürpertir bir gönülde kalan son ümitleri…

            Hazan bahçesinde bir garibin efganı gibi görülmesi gereken şiirler değildir bu dizeler. Yalnızlık şiirleri olsa da bu yalnızlık, kişinin içe kapanmasından değil yaşanılan zamanın boğucu ve teknolojik baskının doğal hayata getirdiği çirkinliklerden uzaklaşma isteğinden kaynaklanan yalnızlık hissidir. İsa Yar dizeleri bu çerçevede ‘bir yaralı kalp gibi kanar.’ Çünkü o, ‘kalbinin sırrını’ okumuştur. Onu a’rafta bir münzevi olarak görebiliriz, evet, ama onun yalnızlıkları bir idrak oluşturan yalnızlıktır.

            ‘Dibace’ isimli şiiri kendi hayatının dipnotları gibidir. Yaşamak onun için bir yol hikâyesi ise onun hikâyesini dizelere aktarmanın ustası İsa Yar ve kitabının adı ise ‘Hüzün ve Sağanak’tır. Kimselerin bilmediği içini döker şair bu kitaba. Şiirlerin okura sıcak duygular vermesinin sebebi içten gelen sese yaslanan mısralar olmasındandır. ‘Ben içimde duracağım’ diyen şairi kitabın bütünü bu duygular kuşatır.

            Şairini bir yalnızlık duygusu alırken bütün Karadeniz şehirlerini İsa Yar sessizliği kuşatır. Böyle bir sessizlikle kuşatılınca modernite şaire hem şımarık ve hem de protez bir dolgu gibi gözükür. ‘Protez Orta Çarşı’ şiirinde çizilen tablo bir ressamın fırçalarından çıkmış gibi. ‘Terleyen kaldırımların’ yolcuları kusması, denizin sahile çıkarak saçlarını kurutması, kadılar yokuşunda nefes nefese evlerin durması hep hüzünlü çağrışımlara kapılar aralar.

            Metropol şairin hayatını çalan bir hırsızdır. Bu sebeple hep ‘Dışında bir dünya, içinle çatışmakta…’ İsa Yar’ın kalemi işte bu gerekçelerle iç dünya ile dış dünyanın çatışmasının şiirini yazar hep. İç dünya daha ziyade uhrevi bir sesi bize yansıtırken, dış dünya çağın çirkinliklerinin duyulduğu sese dönüşür. Şair bu durumu ‘Doğumla Başlayan Sancı’ olarak görür ve ‘ben bu hüznü o günlerden kapmışım’ der. Dolayısıyla şair, kendini bir medeniyetin çocuğu olarak görür. Kendi neslini ‘Bahar Gözlü Çocuklar’ olarak nitelerken; o neslin tavrını ‘Kirletilmiş bir çağa isyan gibi aktılar’ mısraı ile de hem çağı ile hesaplaşırken hem de, o neslin aksiyoner tavrını tanımlar. Geçmiş dönemlerin ve kendini ait olarak gördüğü medeniyetin altın çağlarına, özlem dolu hayıflanmalarla göndermelerde bulunur. Oradan kalma sessiz kültürel dokuyu ‘sükûtum ihtişamımdır’ diye özetler. Zaman zaman mimari özelliklerin üzerinden hesaplaşmalara girişir. ‘Cumbasız evlerin beton balkonlarını’ sokağa bir fıtık gibi çıkma olarak görür. Modernitenin izleri olarak gördüğü hiçbir durum ve uygulama ona sıcaklık vermez. İğreti ve çirkin gözükür.

            Şair ömrü yekpare bir an bildiği gibi onun tutarlı bir yapıda olmasını da arzular. Bu tutarlılığı kültürel temellerinde görür. Bu çağın değerlerini tutarsız ve bölünmüş olarak görmesinden ötürü huzursuz hisseder kendini. İşte İsa Yar şiiri bu huzursuzluğun şiiridir. Şair kendini bu çağda adeta gurbette hisseder. Yalnızlık kokan şiirinin temelinde yatan gerçek kendini ait hissettiği medeniyet ile bağı kopuk hayat ve modernite arasında a’rafta duran beninin bir saat sarkacı gibi git gellerinden kaynaklanan acıların oluşturduğunu görürüz. ‘Yalnızlık’ isimli şiirinde bu durumu ifade ederken kendini her diyarın yabancısı olarak görür, yine kendini bu iki durum arasında sıkışmış bulur ve beyninde bu iki durumu birleştiremeyen, barıştıramayan fikrin sancıları ile kıvranır.

            Bekir Oğuzbaşaran’ın kitabın takdimde verdiği İsa Yar tanımı, şairi tanımlayan bir özet gibidir. Bu yaklaşım onun eserinin temellerini de verir. İsa Yar, bu ilk kitabı ile kendi şiirinin hareket noktasını düşünce planını da ortaya koymuştur. Onun şiirlerinin mimari yapısına genel olarak bakacak olursak Necip Fazıl ve Yahya Kemal şiirinin ses yapısına yaslandığını görürüz. Kelimelerin kullanımında kendi sesini bu şiir mutlak surette bulacaktır. Şiirin buram buram kokusunu duyumsatan ‘Hüzün ve Sağanak’ bunun önsözü gibidir.

*Şiir Vakti dergisi



       ” SAKLI SÖZLER”İN SIRRI

        M.Hâlistin Kukul

 “ Saklı Sözler”; şâir ve edîb İsa Yar’ın elli sekiz denemeden meydana gelen eserinin adıdır. Bilinmelidir ki; şâir kelimesinin yanına en güzel yakışan bir diğer kelime de “ edîb ” kelimesidir. Şâir de, edîb de, yazar olmasına rağmen; yazar, çok yönlü ve çok değişik mefhûmlar için kullanılmaktadır. Şâir ve edip mutlaka yazardır ammâ, yazar; şâir veya edip olmayabilir.

   Edebiyât; başta şiir olmak üzere, zamanımızın-belki de her zamanın- geleceğe intikal eden en tesirli san’at dalıdır. Edebî san’at icrâcıları: Şâirler, romancılar, deneme ve tiyatro yazarları ve hikâyeciler, belki de, icrâ ettikleri san’atın kendilerine verdiği rehâvet hissiyle, ilgi duydukları bu sahalar hakkında geniş çaplı görüş beyan etmekten , hattâ ilmî eser ortaya koymaktan imtinâ etmişlerdir.

Şiir ,roman, hikâye, deneme v.s.yazıp da, bunlar hakkında sathî değil, derinlemesine tahliller yaparak eser seviyesinde görüş beyan edenlerin sayısı, -maalesef- çok az sayıdadır; çok nâdirdir. Şüphesiz ki, şiirde ortaya konan poetika, diğer türlere nazaran, numûne teşkil edecek seviyededir.

Bizde; Prof. Dr. Mehmet Kaplan’dan Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’e, Necip Fâzıl’dan S. Ahmet Arvasî’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mehmet Çınarlı’ya, Nihad Sâmi Banarlı’ya Cemil Meriç’e, Peyami Safa’ya kadar pek çok ilim ve san’at adamı bu vâdide yüksek mertebeli eserler ortaya koymuşlardır.

Bunlardan; Kaplan Hoca’dan bir hâtıramı nakletmek isterim: 1984 yılında, Ankara’da, Töre Dergisi Şiir Yarışması sonrasındaki bir sohbette, Kaplan Hoca’nın söylediği şu cümleyi hiç unutamam: “ Hayatta, bir şiirim olsun isterdim!” Evet, sâdece “ bir şiir!” Bilenler bilir ki, Kaplan Hoca, sayısız şiirini yırtıp-yakmıştır. O’nun sözünü ettiği o “ bir şiir”, işte “ o şiir”dir: Şiir! San’atın inceliğini kavrayan insanlar, ince eleyip sık dokurlar. Kaplan Hoca, buna, bir numûnedir.

Kaldı ki; -en azından- O’nun, Nesillerin Ruhu’nu, Ali’ye Mektuplar’ını; Çınarlı’nın, Halkımız Ve Sanatımız’ını; Cemil Meriç’in, Bu Ülke’sini; Suut Kemal Yetkin’in, Şiir Üzerine Düşünceler’ini; Necip Fâzıl’ın Batı Tefekkür’ü Ve İslâm Tasavvufu’nu; S. Ahmet Arvasî’nin Diyalektiğimiz Ve Estetiğimiz’ini; Nihad Sâmi Banarlı’nın, Şiir Ve Edebiyat Sohbetleri’ni, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Edebiyat Üzerine Makaleler’ini ; Peyami Safa’nın Sanat Edebiyat Tenkit’ini..okumayanların veya bu tarz eserler ortaya koyamayanların, bu vâdide dolaşmalarının zor olacağı gibi, bu tür eserlerden alabilecekleri fazla bir hisse yoktur.

Hem şiir, tiyatro, roman..yazıp, hem de onlara dâir fikir beyanıyla üslûp ortaya koymanın kolay bir iş olduğu sanılmasın. Bu mânâda, İsa yar’ın “ Saklı Sözler”i dikkate değerdir ve takdire şâyândır.

Son zamanlarda değil, başlangıcından îtibâren, şiir yazan çoktur da, şiir hakkında görüş beyan eden neredeyse bir elin parmaklarının sayısı kadar bile değildir. Hele, kitap çapında! Bu hususta, genç yaşta kaybettiğimiz Yardımcı Doç. Dr. Ahmet Çoban’ın “ Edebiyatta Üslûp Üzerine” adlı eseri önemli bir yer işgal etmesine rağmen, geçen zaman içersinde, verimli eserlerle muhatap olamadık.

Dr. Ahmet Çoban, eserine yazdığı Ön Söz’de şöyle der: “ Edebî eser dille kurulduğu için, elbette dilden de söz edilecektir fakat üslûp söz konusu olunca, dilin sanat yönü titizlikle araştırılmalıdır. Henüz bu türlü çalışmalar yaygınlaşmış değildir. Hâlâ ortada teorik altyapı, oturmuş bir terim bilgisi ve belli bir yöntem olmayınca, eleştiri yahut edebî bilgi yerine karmaşa yumağı yorumlar çıkmaktadır. Oysa bir esere edebîlik vasfını kazandıran ve sanatçının gücünü gösteren özelliklerin başında üslûp gelmektedir.”

  ( Bknz. Edebiyatta Üslûp Üzerine, Yard. Doç. Dr. Ahmet Çoban, Akçağ Basım Yayım, Ankara 2004, Sy.7)

  Necip Fâzıl, Poetika’sına şu cümlelerle giriş yapıyor:

 “ Arı bal yapar, fakat balı izah edemez.

  Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir.

 Şâiri, cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve irâdesi dışındaki içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz âleti farzetmek büyük hatâ…

Şuur ve zat ilgisi, cematta sıfırdan başlayıp nebat ve hayvanda gittikçe kabaran bir asgariye varır, sonra insanda ilk kâmil vâhidine kavuşur ve mutlak ifadesini Alah’ta bulur. Şâir de, bu ilâhî idrak emânetinin, insanda, insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık…Yahut şâir, işte buna memur olması icap eden his ve fikir kutbu…” ( Bknz: Necip Fâzıl, Çile, b.d. yayını, İstanbul 2005, Sy.471)

Halbuki, poetika hakkında ilk düşünen kişi olarak Aristoteles (M.Ö.384-322) Poetika’sında şöyle der: “ Epos, tragedya, komedya, dithrambos şiiri ve flüt, kitara sanatlarının büyük bir kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir (mimesis)” ( Bknz: Poetika, Aristoteles, Çeviren İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi İstanbul 1963, sy.11)

Aristoteles,şâir hakkında da şu görüşü ileri sürer: “ Şair gücünü ölçüden (vezin) daha çok hikâyede göstermelidir. Çünkü şair, taklit etmesinden ötürü şairdir.” (Bknz:a.g.e., sy.32)

Şüphesiz ki, mevzûmuz, aradaki uçurumu tespit ve takdîm değil, şiir hakkında düşünme’yi beyandır.

Bunca sözü söylememin sebebi, İsa Yar’ın, yukarıda sözünü ettiğim “ Saklı Sözler” adlı eserinin önemini îzâh içindir. Ne yazık ki, bu tür eserler, çok azdır ve olanlar da yeterince kendini gösterememektedir. Necip Fâzıl’ın belirttiği; “ ilâhî idrak emâneti ”ne “memur yaratık” olma gayretindeki şâir ve edip İsa Yar’ın, “ Saklı Sözler”inin arkasında, işte tasviri sunulan bu şâir portresi veya bu şâir tasavvuru vardır. Şiir, sâdece hâl’in beyanı olsaydı, “ tasavvur”un, onun içinde ve emelinde bulunmaması gerekirdi.

İsa Yar; eserinde, içe kapanık, çekingen, cemiyetten kendini tecrid eden, suskun değil; aksine, sükût ile dillenen, yalnızlık görünümünde gürleyen, coşkun ve tezâhüratlı bir heyecan ve cevvallik vaziyetini yaşamaktadır. Yâni O; şiir üzerinde, şirin hakkını teslim etmeye çalışan “ faâl bir beyin”dir. O’nu veya bizi; “ güzelliğin inşâsı ve ifşâsı bakımlarından bağlayan ve sınırlayan hiçbir şey yoktur. Bu noktada, İsa Yar, rahat, ammâ, şiire-umûmî olarak- uzak duruş bakımından da kaygılı ve endîşelidir ki, bunda da, yerden göğe kadar haklıdır.Çünkü; şiire en yakınım diyen dahi, şiiri “ angarya ” gibi görmektedir.

Az düşünen bir içtimâî yapı içersindeyiz ve bu durum maalesef, gittikçe de menfî olarak devam etmektedir. O hâlde, şiir gibi, çok hassas bir mevzû üzerinde düşünebilmek ve fikir ortaya koyabilmek de gittikçe azılıyor demektir.

Katıldığım birçok şiir gününde, şahit olduğum bir husus vardır. Sahneye çıkanların bir kısmı, konuşmasına, “ Ben, bu şiirimi..” diye başlıyor ve “ ..şu zaman, filân kişi için yazdım” la devam ediyor. Ardından: “ Bu kitabımı, filânca filânca kişiler de çok beğendiler….”le takdîmle, konuşmasını sürdürüyor.

 Düşünüyorum ve sormak istiyorum : Ortada bunca şâir varsa, şiir nerededir?

Tahlil yok, muhakeme yok, mukayese yok, tenkit yok; işte san’at, al sana şiir!

Yukarıda dedim ki; İsa Yar, san’at üzerine/şiir üzerine düşünen, çâre üretmeye çalışan, fikir açan, yol çizen tavrıyla, “ faâl bir beyin”dir. “ Faâl beyin”, boş lâf değil; hem icrâcı, hem de usûlü ve üslûbu tavsiye ile yolu işâret edicidir. Bu hususta mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:” “Güzel bir söz kökü sâbit, dalları gökyüzünde olan bir ağaç gibidir. Ki, o, Rabbinin izniyle her zaman meyva verir durur. “ ( İbrahim, 25-26) veya “ Şairler(in bazılarına gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide gerçekten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve daima yapamayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi? Bununla birlikte iman edip iyi iş ( ve hareket) de bulunan (san’atkâr)lar, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarından sonra (eserleri ile) öclerini alanlar böyle değildir.”( Eş-Şuara, 224-227)

Şâirlerimiz, bu övgüye mazhar olabilmek için elbette ki, bir îmânî faaliyet olarak şiire ehemmiyet vermek mecbûriyetindedirler. İşte; sözünü ettiğimiz “ faâl beyin”, kendini burada gösterecektir.

İsa Yar’ın geniş bir kelime hazînesi var ve çok okuyor. Anlatımı, zevk veriyor, düşündürüyor ve yol açıyor. Şimdi de, eserinden bazı numûne cümleler sunmak istiyorum:

*“ Yalnızlık, herkesin şikâyet ettiği bir tecrit gibi algılansa da, esâsen, insanın sığınmak için aradığı bir limandır. Orada, inşa ettiği dünyanın hâkimidir insan. “ (sy.91)

*”Popüler kültürün, daha doğru bir ifade ile “ kültürsüzleştirmenin” hayat alanlarımızı kuşatması karşısında bir “tepki” ortayla koyduğumuz, hatta “ tavır” aldığımız doğrudur. Fakat, bu tepkinin/savunmanın ötesinde, mensubu olduğumuz “ gözyaşı medeniyetini” temsilde, Türk-İslâm kültürünü yazılı-sözlü ifade etmede, gençliğe aktarmada hangi noktada olduğumuzun muhasebesini yapmamız gerektiğini düşünüyorum. “ ( sy.111)

*” Marifet çok şey bilmek olmasa gerek. Belki marifet bildiği “ şey”in hakikatini kavramaktır.” (S.141)

*”Lisanından habersiz, fikretmekten âciz, idrak zaafıyla malûl, üslûpsuz, derinliksiz, meselesiz/mefkûresiz, kısaca kifayetsiz nice isim bugün önemli yazar olarak pazarlanmıştır. Bu sayede yayınevleri kasasını ve kendileri de kesesini doldururken, edebiyatın içini boşaltmışlardır.” (Sy.192)

*” Dergi, hür tefekkürün kalesidir madem, a’rafta kalan bir kalem olarak; ben dergide bir kalem, dergi benim kalemdir diyorum.” ( sy. 184)

*” Şehri inşâ edenler, eşyâya hâkimdi, teslim değil. Eşyaya ve nefsine..” (Sy.133)

*” En güzel şiir yazıldı; en iyi beste yapıldı, yeni bir Süleymaniye inşâ edemeyiz gibi değerlendirmeler doğru olmakla birlikte, muhatabımıza, belki önce kendimize hitap eden anlamlı yazılarımız, edep dâiresi içinde hududa riâyet ederek söyleyecek sözlerimiz olmalı.”   ( Sy. 25)

   Başka söze gerek var mı? Diyeceğim ammâ, bu güzellikleri tebrik etmeden de son noktayı koymak istemiyorum.

   “ Saklı Sözler’in Sırrı “ nı ancak bu kadar ifşâ edebiliyorum. Tebrikler İsa yar! Başarıların devamlı olsun isterim!

*Şair-Yazar (OMÜ emekli öğretim görevlisi)

**Berceste dergisi nisan 2013 sayı 130 

 

BENİM YÂR’İM GELİŞİNDEN BELLİDİR

Hüseyin YILDIRAN

            Efendim,

            İnsanın ‘yâr’iyle alakalı duygularını, düşüncelerini, kanaatlerini, hislerini kaleme alması -en azıdan bu yazı yazılırken mideme giren kramplardan anladığım kadarıyla- oldukça zor bir zanaat imiş, hak el-yakîn öğrenmiş olduk. ‘Ne yani, alt tarafı bir yazı işte’ deyû sual edenlere, ‘Allah gönlünüze göre versin’ duasından başka şeyler de gelir içimizden, mâlum, rtük var, bildiniz siz onu…•       

            Muhtemelen on seneden ziyade olmuştur tanışalı. İlk tanışıklıktaki intibaın önemli olduğunu söylerler ya işte; kendisiyle tanışırken bende oluşan ilk intiba, ilk izlenim, ilk duygu, ilk heyecan, ilk algı, ilk elektrik, ilk bilmem ne’nin ne olduğunu da düşündü bu satırların yazarı; bu yazı münasebetiyle ve fakat tam olarak, o ilk, her neyse işte, o ilk’in tam olarak ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Aslında anladı da anladığı şeyin ne veya neler olduğunu anlatmaya ilmi kifayet etmedi, belki de…

            Bilenler mutlaka biliyorlardır o ilk şeyin ne olduğunu elbette; hayır, kesinlikle Fenerbahçeliliğinden bahsetmiyorum ki bu bahs-i diğerdir. Ve yine hayır, kesinlikle kelliğinden de bahsetmiyorum ki bu da alâmet-i fârikasıdır yâr’imin; ve yine hayır, kesinlikle ağır ceza reislerinde olduğunu düşündüğüm, ‘oturduğu koltuğu dolduran oturaklı oturuş’ falan da değil bahsetmeye çalıştığım o şey ki işte bu oturaklı oturuş da ayrı bir tür haşmet katmıyor da değil kendisine, ne yalan söyleyeyim…

            Başka bir şey işte o, ne olduğunu tam olarak bilemediğim fakat el’an da kendisinden sâkıt olmayan, olacağını da düşünmediğim o şey veya şeyler; bir defa, muhatabına itimat telkin eden o güler yüzlü bakış; karşılaştığınızda sohbete kesinlikle 1-0 mağlup başladığınız o haşmet, vakar ve azamet; sizin dudağınızı uçuklaştıracak derecede Anadolu edebiyatına hakimiyeti ve elbette adamlığı; ve kesinlikle hep bir tarafının -kendi tabiriyle- alacakaranlık oluşu, evet alacakaranlık, işte sihirli kelime bu…        

            Dalgalı edebiyat dünyasında binecek bir gemi bulamamışları, hasbelkader bir gemi bulmuş fakat ilk fırtınada sığınacak bir liman bulamamışları arar bulur, onlara kâh gemi kâh liman olur, kendisini de gemi ve limansız addettiği için dertlerinden anlar, dert-dâş olur; kıyıda köşede kaldığı varsayılan Anadolu’daki edebiyat dergileriyle sürekli bir irtibat halindedir ki İsa Beye göre onlar değil, kendisini merkezde sananlar kıyıda köşede kalmışlardır aslında…

            Sürekli bir okuma halindedir, bıkmadan usanmadan okur ha okur, aşk ile vecd ile okur… Elinden kitap-dergi eksik olmaz, elinden kitap-dergi eksik olsa mutlaka İsa Abi eksik olurdu, gerisini siz varsayın artık… Bazen siz bıkarsınız okuma seanslarından, elindeki kitaptan-dergiden başını kaldırsa da son siyasi dedikodulara sizinle beraber girse diye bakarsınız ama, ııh, hiç oralı olmaz…

            Hani bir de sîgâya çekmesi vardır ki ağabeyler, düşman başına; sohbet halkasındakilerden en pervasızı bu fakir olmasına rağmen, mahalle mektebindeki akşam dersleri edasıyla sorgular başlayınca fakirin de dizleri titremeye başlar tırsık tırsık, hele o titremeleri göstermemek için attığı terlere mazeret bulmak için, bir de zemherinin ortasında, ‘ya, bu akşam da çok yaktılar sobayı’ gibi saçma cümlesi herkesi gülümsetir çünkü hem mıkır hem de cıbır olan çaycının sobayı yaktığı pek görülmüş şey değildir…

            Favori şairleri vardır favori yazarları olduğu gibi, en ilginci ise, ‘o kadar da değil, bu yazıyı okumamıştır artık’ dediğiniz yazılardan da haberinin olması, hangi aralık okumuştur bilemezsiniz… İlgisini çekmediğini düşündüğüm bir bahis açar, göz ucuyla da üstadı keserim tepkisini ölçmek için, ‘tamam’ derim içimden, ‘tamam oğlum, bu gün senin günün, gelen muz ortaya vur kafayı, hoop, top doksanda işte’ der demez, en panter kaleci edasıyla süzülerek, ağlarla buluşacak olan o içi hava dolu meşin yuvarlağı tam doksandan çıkarmaz mı bizim kaleci; gel de ifrit olma, hele o muzip gülüşü yok mu, çıldırtır abi insanı…

            Bir bakarsınız şairlik yönü ağırdır, bir bakarsınız yazarlık yönü; felsefeyle pek ilgilenmez, siz ilgilenmez dediğime inanmayın, konuşmaya değer bulmaz, fakat ‘İslâm Felsefesi’ dendi mi handiyse deliye döner, felsefeyle İslâm kelimesi yan yana gelmemeli kendisine göre; Cemil Meriç’i ıncığına cıncığına kadar okumuştur ama, hem de Meriç’le ilgili yazılmış bütün külliyatı…

            Biz’i yazan, biz’i anlatan hemen herkes ilgi alanındadır, tek kıstası vardır; ‘meselesi olmak,’ meselesi olanların hangi tarafta olduğuna bakmaz… ‘Doğu’ya gide gide Batı’ya ulaşanlar’ ve ‘Batı’ya gide gide Doğu’ya ulaşanlar’ şeklinde entelektüel kategorize bir yazı okuduğumu hatırlıyorum, fakat bendeniz, bir kategori daha ilâve ettim bu kifayetsiz ilmimle, ‘Batı’nın farkında olup da Doğu’ya gide gide Doğu’ya ulaşanlar’ kategorisi; bu kıt aklıma göre, tam da İsa Yar’ı formüle eden bir kategori işte; İsa Bey’in ‘Doğu’nun farkında olup Batı’ya gide gide Batı’ya ulaşanları’ da asla es geçmeyeceğini düşünürüm, zira önemli olan farkında olmaktır çünkü ve farkındalık dediğimiz şey İsa Yar’e göre önemlidir, gerçi henüz benim farkımda değildir ama bekliyorum keşfedileceğim günleri umutla…

Şiirin kategorize edilmesine çok sıcak bakmaz, kategorize edilmiş şiirin şiir olmadığına inanır nerdeyse; şiirlerinde her kategoriden ve her dönemden mısralar bulabilirsiniz, kelimelerle oynamayı sever ve okuyucuyu ters köşeye yatırdığı cümleler genellikle düz yazılarındadır.

            Şiir denilen o efsunlar deryasını bilenler -ki bendeniz onlardan değilim- şiirindeki gelişmeyi iç dünyadaki gelişme ve değişmeyle birlikte yorumlarlar; hiç şüphe yok ki şairin onbeşindeki dünyayla ellisindeki dünya arasında dağlar kadar fark vardır ve bizim şairimizin farkı, onbeşinde de ellisinde de şaşılacak derecede arafta bulunuşudur ve şahsen alacakaranlıkla anlatmaya çalıştığım şey de tam budur.

            Şairin ilk şiirlerindeki dünya algısıyla son şiirlerindeki dünya algısı arasında ise temelde hiç fark yoktur; olan fark, algının kelimelere ve cümlelere bürünüş şeklinde, şiirin formatında, duygunun terennümünde, hissin aktarılma kuvvetinde, kelimelerle birlikte anlam zenginliğinin çoğalmasındadır ki bahse konu bu fark aynı zamanda süreç içinde şairin kendine has bir deyiş, bir üslup, bir söyleyiş ve bir dil geliştirdiğinin de ispatıdır.

            Aynı temel kaynaktan beslenen, aynı meselelere kafa yoran, aynı dünya algıları bulunan zevâtın aynı söyleyişleri farklı üslup ve vurgularla dile getirmeleri kadar tabiî bir şey olamaz; aslında, bir dostumun dediği gibi, hikmetin peşinde olan herkes zaten aynı şeyleri söyler zira hikmet tektir, söylenen şey çok, söylenilen aynıdır; daha da aslı, söylenilen de tektir söylenen de…

            Kendi tabiriyle, ‘yürümeyi öğrenmeden yüzmeyi öğrenmiş’ olan İsa Yar kelimenin tam anlamıyla bir deniz çocuğudur ve bunun eserlerine yansımaması zaten mümkün değildir; buna rağmen, şiirlerinde her coğrafyadan sesler ve duyuşlar bulunması -ki buna çok kızacağını bile bile- şairin kerametidir netekim…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İsa Yar’ın Eserlerinde Sükût

Zeki ORDU

           Şair-yazar dostum İsa Yar’ın 2012 Martında iki kitabı okurlarıyla buluştu. Yarım asır aynı kültür iklimini paylaşmış, aynı coğrafyada yaşamış, hemen hemen aynı kişilerle dostluk kurmuş olmanın verdiği imtiyaz ve yakınlık ile; vücuda gelmiş olan iki kitabı hakkında birkaç söz söyle hakkına sahip miyim bilmiyorum. ‘Saklı sözler’ isimli deneme ve ‘Hüzün ve Sağanak’ isimli şiir kitabı neşredilince, kendisi dışında en sevinenlerden biri olduğumu düşünüyorum.

            Yarım asırlık tecrübenin ve bir o kadar da ‘hayat’ denilen notsuz imtihan mektebini alnının

akıyla ve hakkıyla okumaktadır. İnsanoğlunun başına gelecek olan hemen hemen her şeyle karşılaştı, karşılaştık…

            Aynı mahallede dünyaya gözlerini açan ikimiz şu satırların yazıldığı ana kadar aynı dünyaya bakmaktayız. Ancak dünya ne coğrafi, ne ahlaki, ne insani ve ne de medeni olarak aynı dünya olmadığının da farkındayız. Bu farkındalık İsa Yar’ın eserlerinde de kendini göstermektedir. Bu farkındalık kalemi ve kitabı dost eylemiştir.

            “Saklı Sözler” ‘içinin tenhasını’ bir yere kadar aşikâr etmiştir. Biz biliriz ki onun içinin tenhasında/derununda çok şeyler vardır. Şairin, “zalım söyletme beni/ derunumda neler var” var demesi gibi; söylenecek olanı söylenmiştir. “Söylenmedik cümlenin hasreti dudağında” kalarak…

            “Hüzün ve sağanak” ‘içinin sahilinin” dışa yansımasıdır. Enfüsten/içten, afaka/dışa sesleniştir. Biz sadece çıkan sesleri duyuyor, duyduklarımız kadarıyla hüküm veriyoruz. Bunlarda da ne kadar isabetli oluyoruz bilinmez. İçte olanlar, şairle kendi arsında kalanlardır.

Biz İsa Yar’a ait kitapları bir başka açıdan ele alacağız. Bu bir tahlil değil. Tenkit değil. Ne şerh ne reddiye. Belki kitaplara ait bir ‘cüz’ün açıklanmaya çalışılması. Yani bütüne ait fikirler değil. Zaten onu yapabilecek hususiyete sahip değiliz.

Bazı yazar ve şairlerin çok kullandıkları kelimeler vardır. Siz o kelimeyi duyduğunuzda o yazar ve şairi hatırlarsınız. Belki o kelimenin şair ve yazar üzerinde bizim bilmediğimiz bir tesiri vardır. Belki de cümlenin gelişi onu o kelimeleri kullanmaya itmiştir. Bunu bilemeyiz. Bilinen şudur ki kelime harflerle ifade edildiğinde okuyucu bunu sezer. Mesela ‘muhayyile ve dikkat’ kelimesi bana Tanpınar’ı hatırlatır. Zaman kavramı da… Tanpınar ‘dikkat’ kelimesini çok farklı kullanır. ‘Muhayyile’ ise bir başka. Necip Fazıl’ın aynı kelimeleri iki kere kullanmasını nerde iki kelime kullanan varsa üstadı hatırlatır bana. Ayrıca ‘müthiş ve dehşet’ kelimeleri de…

Bu kadar girişten sonra gelelim bahsi geçen kitaplarımıza…

Önce “Hüzün ve Sağanak’tan başlamak istiyorum.

Şair bu kitabında ‘sükût’ kelimesini dikkat çekecek kadar kullanmış. Belki de benim bu kelimeye olan aşinalığımdan gelmekte bu dikkat. Ancak bu sihirli kelime belli kültür iklimindeki kişiler için çok mühim. Sadece bir kelimeden ve lügatte açıklananın çok fevkinde bir mana ifade etmektedir. Bu hususta İsa Yar sükût hakkında bakın ne diyor: “Sükût! Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir kelime… Bütün konuşmalarımız ve susmalarımız sükûta dairdir. Şiir ve yazılarımız da öyle…” ( Saklı Sözler sayfa 208)

Sükût hususunda Osman Akkuşak 04 şubat 2007 sayılı Yeni şafak Gazetesinde Sükût Dergisi için yazdığı bir yazıda ‘sükût’ kelimesi için şöyle diyor:

“Edebiyatın imtiyazlı kelimeleri vardır.. “sükût” işte onlardan biridir.. anlamının derinliğini ve genişliğini hemen ölçemezsiniz.. muhtevasının ve şumûlünün hududları, yeni kelimelerle söyleyecek olursak, içeriğinin ve kapsamının sınırları; insan hayatının binbir haline ve ahvaline yetecek ve onları mükemmel ifade edecek zenginliktedir.. insanın gönlünde yarattığı çağrışımlarda, büyüklü küçüklü bütün tedaîlerinde bir güzellik, bir asalet, bir fazilet vardır. sükût, aşkla beraberdir; sükût; erdemin, alçakgönüllülüğün, mazlûmiyetin, masûmiyetin, haklılığın, dostluğun, barışın, hattâ haklı gururun ve de kararlılığın ve azmin sembolüdür.. sükût.. ne kadar güzeldir.. ne kadar güçlüdür..”

Biz bu kelimeyi merkeze alarak şimdi sizlere Hüzün ve sağanak kitabında bu kelimenin hangi mısralarda kullanıldığına misaller verelim. Ve mısra hakkında ki yorumu okuyucuya bırakalım.

Kitapta tam on beş kere kullanılan bu kelime on beş mısraya ve o mısraın bulunduğu şiire ayrı bir ahenk kazandırmıştır.

Kitabın on birinci sayfasında “Dibace” adlı şiirde “ağladı kelimelerim, söz tükendi, şimdi sükût ar’dı” mısraı olarak karşımıza çıkıyor. On üçüncü sayfada “Sıkı Dostlardık” şiirinde “şimdi, konuşan bir sükûta bürünür/ ” mısraında ‘sükûta’ yer verilmiş.

Burada biz mısraları tek tek yazarken mısraların önünde ve ardındaki mısralara yer verilmemesi bir kopukluk gibi algılanabilir. Konumuz bahsi geçen kelime olduğundan sadece adı geçen mısra yerine bağlantılı mısraları da yazımıza ilave ettiğimiz oldu.

“Bu Şehirde Sen” adlı şiirin “ zamanaşımı düşer sükûta” mısrada aynı kelimeye rastlıyoruz. Kitabın yirmi beşinci sayfasında olan bu şiir ‘içimizin de, dışımızın da’ zaman içinde ne hale geldiğini manzum olarak anlatan güzel bir eser.  

Yirmi yedinci sayfada bulunan “Güzel Gözlü Körler” şiirinin “Sükûtu çeker sizi, sözü dikkatinizi” mısraında da yerini almış sükût…

Sükût en güzel manayı belki de yirmi sekizinci sayfada bulunan “Sükûtum İhtişamımdır” şiirinde bulmuştur. Zaten konu itibariyle sükûtu işleyen bu şiir adının ne olduğuna bakılmaksızın ‘muhteşem’ bir şiir. “Sükûtum bundandır/ Sükûtum ummandır” mısraları ile varlığını gösterdikten sonra başlığı taşıyan bir mısra ile sona ermektedir: “Sükûtum İhtişamımdır.”

Sayfa otuz ve “Kar Yağar Yüreğime” adlı şiirin bir yerinde “sükûtumu duyar gibi” diyor şair. Biz de duymaya çalışıyoruz. Yine otuz birinci sayfada “Ne Tahammül Ne Sefer…” şiirinde “Sükûtum lisanımdır, kimlerin umurunda” mısraı ‘sükût’ ile süslenmiş…

Otuz dördüncü sayfada “ sözün Bittiği Yer” e sükût ile başlıyor şair. Daha birinci mısrada “Söz tükenir bir yerde, konuşan sükûttur.” ifadesi birçok manayı birden taşır üstünde.

Ve kırk sekizinci sayfa… Şiir başlığı “Huzur.” Mısra çok manidar: “Sükûtun lûgatından!” Eh! Şair bu. Her şeyin bir lûgatı oluyor demek ki… Yine benzer bir ifade de elli üçüncü sayfada kullanılmış. “Sükûtun lisan olduğu” şeklinde kurulmuş mısra “Usandım” adlı şiirde…

            “Ve Gece” şiiri. Sayfa elli altı. “düşünmek sükûttur” şair… Ya konuşmak?

            “Ve Gece”nin ardında yine “Gece” ye geliyoruz. Sayfa altmış altı. İlk mısra. “gecenin içinden seslenir sükût;” diye devam ediyor şiir. Ve geceyle birlikte karanlığa bürünüyor belki. Kitabın ‘sükût’ şeklinde ifadesiyle son şiir kitapta. Ancak her şey bununla bitmiyor. Tam on altı yerde de ‘susmak’la ilgili kelime geçiyor kitapta… Ayrıca yedi tane ‘tenha’ kelimesi kullanılmış. Bunun yanı sıra; münzevi, sükûnet, sakinlik gibi mana itibariyle bir diğerini andıran kelimeler…

            Bir bakıma “içimin tenhasında” diye de adlandırdığı “Saklı Sözler” kitabında kırka yakın ‘sükût’ kullanılmış. Yine yukarıda zikredilen kelimeler de… Ancak nesir cümleleri hem uzun hem de tek başına fazla mana çıkarmadığından buraya almadık. Zaten yazar kitabın adının üstüne “içimin tenhasında” ifadesini koymakla derunu hakkında bilgi vermiştir kısmen.

            Başta da ifade ettiğimiz gibi bu bir tahlil değildir. Başkaları da, farklı bir cihetten bir eseri araştırabilir. Yazılanların, söylenenlerin yekûnu bir araya gelince daha anlaşılır hale gelir. Şimdilik sükût edelim…

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İsa Yar ve Eserlerine Dair 

Mehmet Nuri YARDIM

            İsa Yar, Ordu Ünye’de yaşayan bir edebiyat, sanat ve kültür adamı. Ne yazık ki, biz İstanbul’da oturanlar, Anadolu’da eser veren, yazı ve şiir kaleme alan değerli kişilerle yakından ilgilenemiyor, güçlü dostluklar kuramıyoruz. O eksiklik bizim. O kusur bize ait. Biraz İstanbul’un hiç bitmeyen telâşı buna sebeptir diyebilir miyiz? Belki, ama bu da tam mazeret sayılmamalı. Köklü dostluklar sınırları da aşar, ülkeleri de…

Anadolu’da edebiyat dergileri çıkıyor dört bir yanda. Bu dergilerde yazan şairler ve yazarlar var. Daha sonra kitap çıkarıyorlar bin bir zahmetle. Sonra telif ettikleri bu eserleri İstanbul’daki gazeteci yazar dostlarına gönderiyorlar. Haklı olarak biraz ilgi, kitapları hakkında bir kaç satır bekliyorlar. Ama bu konuda İstanbul matbuatının görevini hakkıyla yaptığını söylemek zor. Duyarlı olduğu sanılan benim gibiler bile bazen aylar sonra bu tür değerli eserlerden söz edebiliyoruz. Bu yazı da Vedat Ali Tok Beyin himmeti ve takdir edilesi fikr-i takibi olmasaydı herhalde yayımlanmazdı. Sağolsun, var olsun.

Bir yazardan söz ediyorsanız, tanımayanlar için, eserlerini ve ismini ilk defa duyanlar için birkaç satır da olsa biyografisinden söz etmek gerekiyor. Öyleyse bu kurala ben de uyayım.

            İsa Yar, 1961 Ordu Perşembe Okçulu köyünde, ailesinin ilk çocuğu olarak doğdu. İlk ve ortaokulu (Büyükağız) Kovanlı’da okudu. Denizcilik Lisesi, Sağlık Koleji ve Öğretmen Okulu sınavlarını kazandı. Kısa süre Perşembe Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra (1975), oradan ayrılarak Sağlık Koleji’ne kaydoldu. Koleji yatılı olarak Çankırı ve Ankara’da 1979’da ve Yüksek öğrenimini 1993’te tamamladı. Kamuda sağlık memuru olarak Ankara, Adana, Ordu’da görev yaptı. Evli ve dört çocuk sahibi.

            Şiir ve yazılarını Milli Fikir, İnsan ve Kâinat, Türk Edebiyatı, Berceste, Bizim Külliye, Sükût, Yakamoz, Yedi İklim, Somuncu Baba, Sızıntı, Lamure, Yağmur, Dil ve Kültür, Kadıköy Life, Canik dergilerinde yayınladı. Bazı gazetelerde köşe yazıları kaleme aldı. Erciyes Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı bölümünde Bekir Oğuzbaşaran danışmanlığında hakkında bir tez çalışması yapıldı.

                        SELÂMET DER KENAREST

            İsa Yar, bazı dergilerde şiir ve yazılarını yayımladı. Bunları okuduk. Ama edebî ürünleri kitaplaştırma safhası biraz gecikti gibi. Bunu yeni yayımlanan şiir kitabı Hüzün ve Sağanak’ta kendisi de söylüyor ve şöyle diyor:

            “Biz erteleyen/ertelenen bir nesle mensubuz! Bu sebepledir ki şiirimiz edebiyat dergilerinde görünmekle beraber, kitaplaşmasını çok geciktirdik. Belki de nisyana müptela bir çağa isyandı bekletmemiz…”

            Haklı bir serzeniş, yerinde bir sitem İsa Yar’ınki… Neyse ki bir geldi eserleri ve pîr geldi. Bet bereket getirdi. Hüzün ve Sağanak, şiirlerden oluşuyor. İçimin Tenhasında Saklı Sözler ise denemelerden meydana geliyor. İnşallah sırada başka eserler vardır.

            Hüzün ve Sağanak’ın başında Bekir Oğuzbaşaran’ın manzum “İsa Yar” portresi var. Oğuzbaşaran vefa yüklü kocaman bir yüreğe sahiptir. Daha önce de birçok yaşayan şair ve yazar için portre şiirleri yazdı. Kısa şiirlerde, dörtlüklerde bahsettiği edebiyatçının âdeta bütün hususiyetlerini, fikir ve ruh dünyasını topladı. Hem dosta bir selâmdır bu şiirler hem de bir geleceğe kayıt düşme. Sanırım İsa Yar’ınki biraz daha fazla takdirlerle dolu. Ama İsa Yar bunu hak ediyor. İşte Bekir Oğuzbaşaran’ın o şiiri:

Türk’e yâr…

İslâm’a yâr…

İnsana yâr…

Fikre yâr…

Şiire yâr…

Edebiyata yâr…

Kültüre, irfâna yâr…

Ülkeye yâr

Gerçek üstadlara yâr…

Okumaya yâr…

Düşünmeye yâr…

Üretmeye yâr…

Sohbete yâr…

Yazmaya yâr…

Berceste’ye yâr…

Dostluğa yâr…

Karadeniz’e, Ordu’ya, Ünye’ye yâr…

Duyguya yâr…

Kaliteye yâr…

Üslûba yâr…

Yeniliğe yâr…

Geleneğe yâr…

Birikime yâr…

Güzele ve güzelliğe yâr…

Yazara, şaire, düşünüre yâr…

Çay gibi demlenmeye yâr…

Nefs muhasebesine, nefs murakabesine yâr…

Kitaba yâr, kaleme yâr, kelâma yâr…

Allah yâr ve yardımcısı olsun…

Saklı Sözler’deki denemeleri ben büyük bir zevkle okudum. İnsanın kalbine dokunan has kelimeler, saf cümlelerle örülmüş metinler kitabı. O kadar ki şu satırlar bile o güzelliklerden bir nebze bir his veriyor.

            Ben İsa Yar’ın şiirlerini severim. Hasbi bir söyleyişe sahiptir şair. Mısralar arasında bir yakınlık, duygular arasında bir akrabalık sezersiniz. Akar gider ardın sıra. Meselâ o şiirlerden biri de “Bendedir” ismini taşıyor. Bir bölümünü paylaşayım sizinle.

 

Yar bendedir

Âşığın aradığı o yâr bendedir.

Meydanında yığın gezer, yolların

Hepsinin gittiği diyar bendedir.

Tenhada dolaşır nice yalnızlar

Onları bir kulak duyar, bendedir.

Sanırlar uçurum şu yeryüzünde

Görseler içimi, o yar bendedir.

İçim ki, kaybolur düşen içine

İçim ki o yâr’a gizli bende’dir.

Yara bendedir

Bir doğuş sancısı yara bendedir.

“Babam” şiiri hasret dolu, sevgi yüklü bir şiirdir ki, orada hepimiz az çok kendi babamızı buluruz. Dipnotta ki şu satır ne kadar mânidar: “20 Ekim 2011 babam öldü, ben büyüdüm…”

Şiirin son kıtası ise şöyle:

Şimdi

Ömrünün yorgun ikindisinde

Gölgesinde dinlendiğim bir dağdır babam

Çocuklarım bilmese de

Babam,

Yanında çocuklaştığım adam…

            “Ne tahammül ne sefer…” Mustafa Kutlu’nun hikâyesini andırıyor. Malum Ya Tahammül Ya Sefer isimli bir eseri de var değerli hikâyecimizin. Ama bu şiirdeki mısralar başka:

                       

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda,

Ben ki suyu çekilmiş kuyularda saklıyım.

Suçluyum, cüretkârım, bir o kadar haklıyım;

Sükutum lisanımdır, kimlerin umurunda!

Ezildim taş kesilen bir yürek çukurunda.

            Önce sırayla okuyorum, sonra da tefeül ediyorum. Sayfa 38’de Vedat Ali Tok’a adanmış “Biliriz” şiiri var, hemen peşinde “Kuşdili” bize gülümsüyor:

Akşamla çekilip kuytularına

Hüzne tünemişler gece kuşları

Gâm ki geçit vermez uykularına;

Mantıku’t-tayr gibi ah susuşları.

Akşamla çekilip kuytularına

Gâhî gece söyler, gâh duruşları…

 

‘ah beni vursalar bir kuş yerine’

Bende yürüseler yokuş yerine

Daha birçok şiir var, hepsinden bahsetmeyeyim, hepsinden iktibaslar yapmayayım. Biraz da kitabı edinip okusun meraklılar istiyorum.

 

                        VEDAT ALİ TOK ANLATIYOR

            Bir yazarı en iyi, onu yakından tanıyan bir başka yazar anlatabilir. İsa Yar’ı da bir farklı değerli kalem sahibi Vedat Ali Tok’tan okuyoruz:

            “Fikir sancısı çekmeden eline kalemini almayan, günümüzün sahih yazarlarından şair ve yazar, İsa Yar…

            İsa Yar, gürültüsüz, şamatasız; kendi kozasında ağını örmekte… Onu kendine yakın bulduğu dergilerde, gazetelerde bazen de radyolarda görebilirsiniz; fakat her yerde görünme heveslisi değildir. Biz böyle insanları severiz; çilesini kelama, kaleme yükledikten sonra bir tarafa çekilip yankısını dinlerken beklediği ne alkıştır ne medih…

            Yazılarında, şiirlerinde sükûtun ezelî çığlığını duyduğum İsa Yar’ın yazıları ve şiirleri ebediyete bir hoş sadâ bırakacak derinlikte…”

            Ne kadirbilir ifadeler, ne güzel anlamlandırma, adlandırma, hatta yürek okuma… İşte ben biraz da bu yüzden Anadolu yazarlarını çok severim. Sevdiler mi kalpten severler, kalıptan değil… Bir tuttuklarını bir daha bırakmazlar. Vefa da onlardan öğrenilir kadirbilirlik de…

            İsa Yar’ın Önsöz’ü bir bakıma ruh derinliklerinden bize ışık huzmeleri taşıyor. Daha bir anlamaya çalışıyoruz yazarımızı. “İnsanın dünyevileştiği, kalabalıklaşan mekânlardan herkesin yalnızlığını kuşandığı, konuşulacak, paylaşılacak değerlerin popüler metalar tarafından ötelendiği bir garip zaman diliminde, biz d e kelâma ve kitaba sığındık.” diyen bir yazar bizim fikir kumaşımızı ölçüp biçebilen derinliklere ve geniş ufuklara sahiptir. Son satırlarında gönül ehli dostlara el eder, selâm söyler:

“Demem o ki, yeryüzü gurbetinde yaşadığıma dair, ruhumun hasretini çektiği ötelere varmadan önce, ardımda bir ses kalsın istedim… Hüzün dostumdur diyenlere selâm olsun.”

            Ne denir? Ve aleyküm selâm!

            “GÜNLER GEÇİYOR”

            Yazılar türlü türlü… Şiirden bahseden de var, tarihten dem vuran da… Sosyal hayatın acılı sahnelerine tanık olabildiğiniz gibi kır çiçeklerini doya doya da koklayabilirsiniz. Cemil Meriç’in birer sayha olan sözleri çınlıyor kulaklarımızda. Bazen de iç dünyanın güzelliklerini satıraralarında devşiriyoruz. Velhâsıl-ı kelâm İsa Yar’ın Saklı Sözler kitabında saklanamayan duygular destesi, gizlenemeyen mânâlar bohçası önümüzde, yanıbaşımızda.

            “Yazı Atölyemden” yazısında bir yazarın samimi ifadelerini okurken hepimiz az çok kendimizden bir şeyler buluyoruz. Bu yüzdendir yazarın sıcak ifadelerinin benliğimizi sarması, bizi alıp güzel iklimlere taşıması…

            “Ne haber. Dönüp yazdıklarımı yeniden okuyorum.

            Yaşadıklarımı yeniden yaşamak istediğim anlamına gelmeyen bir okuma bu. Dönüp izlerime bakıyorum. Aynadaki yüzümüz değil bizi en iyi anlatan, biliyorum. Yüzünü sadece aynada görebilecek bir yüzsüzlüğümüz ya da hangi yüzü taşıdığımıza dair bir şüphemiz de olmadı hiç. Yazmak ve yaşamaktı ve hayatın üzerimizdeki tasarrufu yazdıklarımızdaydı.”

            İsa Yar ve eserleri hakkında yazılanları okuyoruz. Fatih Ordu, Muammer Yeşilyurt, Zeki Ordu, Senem Gezeroğlu, Kadir Toprakkaya, Durmuş Bal anlatıyorlar. Güzel insanlar, iyi bir yazarın sevgi çemberinde buluşmuşlar.

            Bu yazı daha çok uzar gider. Ama İsa Yar’ın bir nesriyle taçlandırmazsak vebal alırız. Sizi iyi bir edebiyatçının gönül telimizi titreten müstesna satırlarıyla baş başa bırakıyorum aziz dostlar:

“Günler geçiyor.

Mevsimler, belki yıllar geçiyor.

İstasyondan trenler, açıktan gemiler, yanımdan insanlar geçiyor.

Her birinin içinden kim bilir neler geçiyor… 

Yakın uzak, hısım hasım, tenha kalabalık ne fark eder ki herkes yolunu kendi seçiyor. Seçtiğini zannediyor. Bir Mustafa Kutlu hikâyesindeyiz hepimiz; ne Kutlu tanır bizi, ne biz kendimizi… 

Her insan bir coğrafya! Zirve de içinde, çukur da…

Hiçbir belgeselde göremedik iç insanı, hiçbir haritada çizilemedi içinin coğrafyası; kimyası damıtılamadı devasa laboratuarda, karekökünü hesaplayamadı Nobellik matematikçi… Filozof aklını yitirdi düşünmekten, psikanalist aynadaki yalana kandı. Bütün izm’ler yalandı. Kimi bile isteye aldandı, kimi gölgeyi gerçek sandı. Oysa coğrafyası insanın bir iç mekândı.”

            İsa Yar’ın eserleri aşağıdaki adreslerden temin edilebilir:

Ünye Serüven Sahaf Kitap Kültür Merkezi, Cücür-Fatih ve Zambak Kitap ve Kırtasiye, Endülüs Kitabevi/Samsun

e-posta adresi: isayar@isayar.net; isayar@isayar.com)

*Berceste dergisi / Ağustos 2012


İki Güzel Eser Münâsebetiyle
Ahmet ŞAHİN

       Türkiye’mizin yetiştirdiği değerli şair ve yazarlarımızdan İsa Yar;  “Hüzün ve Sağanak”, “Saklı Sözler” adlı kitapları ile Türk edebiyatına iki güzide eser kazandırmıştır. Türkiye o’nu,  Berceste Dergi’miz ile birlikte Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Bizim Külliye, Somuncu Baba, Lamure, Sükût… gibi Türk umûmî efkârına neşriyât yapan dergilerdeki ve kendi adını taşıyan “internet kürsüsü”ndeki şiir ve yazılarından tanımaktadır.  Velûd kaleminden daha nice güzel eserler beklediğimiz ve şiir ve nesirlerinden istifade edilmek üzere her derece ve türdeki mektep talebelerinin,  geniş çapta da memleket gençliğinin en kısa zamanda bu güzide eserlerle buluşmasını cân-ı gönülden dilediğimiz İsa Yar’ın; bu eserlerinden ilkinde çeşitli mevzûları ihtivâ eden şiirleri, diğerinde ise umûmî ahvâlimize ait müşâhedeleri yer almaktadır.
        Her iki eser de “Şiir Vakti Yayınları”ndan okuyucu ile buluşmuştur. Eserler, yayınevinin ilk eserlerinden olma husûsîliğini de taşımaktadırlar. Türk edebiyatına böylesi iki değerli eser kazandıran İsa Yar dostumuzu can-ı gönülden tebrik ederiz… 
 İsa Yar, maddî ve mânevî olarak kalemini milletinin emrine hasretmiş kadirbilir hakikî münevverlerimizdendir. İsa Yar, şirin vatan köşelerinden Ünye’mizin “Küllük” ve “Buhara” adlarıyla bilinen mekânlarının sürekli müdâvimlerinden; “gözyaşı medeniyeti”mizin sevdalısı has evlâtlarından birisidir. İsa Yar’ın kalemi milletinin bütün dertleriyle hem-hâldir ve bu yüzden memleket mes’elelerine karşı bî-gâne değildir. O, bu toprağın yiğit bir evlâdı ve ‘bizden biri’ olarak meydan yerine atılmıştır. Dahası biz o‘nu, hep mefkûresi olan bir “dâvâ adamlığı” mes’ûliyeti ve tevâzusu içerisinde her zaman samîmî bulmuşuzdur. Zaten, o’nun eserlerinde de bu durumu görmemiz mümkündür. Biz bu yazımızda, o’nun eserlerinden bir-iki misâl zikrederek eserleri hakkında kısmî bir fikir vermiş olacağız.
       İsa Yar, “Hüzün ve Sağanak” adlı kitabındaki Hazreti Peygamber Efendimiz’e (Sellallahü Aleyhi Vesellem) hitaben yazmış olduğu “Efendim” başlıklı [“Na’t-ı Şerîf”] şiirinde; O’na olan aşk ve muhabbetinin hudutsuzluğunu çok güzel ortaya koymuştur. Şairimiz, bu gelimli gidimli dünyada bir “gönül gurbet”çisi olarak çıkmış olduğumuz hicrânlı hayat yolculuğunda elde etmiş olduğumuz sermayemizin ancak bir “beyaz kefen bezi”ne müsâvî olduğunu; yanık bir kalbin, hasret yüklü, öteler işaretli ve hikmet incelikli kelâmı ile pek güzel şiirleştirmiştir:


 Dünya gurbetinde mahzun gönlümüz.
 Terk edip neşveyi, hüzüne geldim. 
 Efendim sen bizim baharımızsın.
 Ah, ahir zamanın güzüne geldim.
 Çevirip yüzümü bütün yüzlerden;
 Yüzümüz yok ama yüzüne geldim.
 Unutup lisanım, sözü tüketip;
 Hep doğru söyleyen sözüne geldim.
 Arası Leyla’yı Mecnun çöllerde;
 Ben aşkın sendeki özüne geldim.
 Denizler gidermez susuzluğumu,
 Gül kokulu suyun gözüne geldim.
Yaktım gemileri, yorgan-döşeği;
Başımı koyacak dizine geldim.
Karışık yollardan, yorgun yıllardan
O kutlu, mübarek izine geldim.
Nefsim ‘varım’ sansın gölge hayatta
Ben ‘beni’ bırakıp ‘bizine’ geldim.

Ömür sermayemi satıp pazarda,
Bir beyaz kefenin bezine geldim…(s.37)

Bizim hiçbir milletle kıyâs kabul etmez şan ve şereflerle dolu bir tarihimiz vardır. İşte o tarihin, muhayyilemizden silinmeyen, nice “şimşek atlarının” ve “nal sesleri”nin gök gürültüsünü andıran yankısı, bugün de bütün canlılığı ile içimizde ve ruhumuzda yaşamaktadır.  Şairimiz İsa Yar, o azamet dolu heybetli tarihin, atalarından tevarüs eden bir evlâdı olarak şanlı mazi’yi bir akıncı ruhuyla hatırlamış ve selâmlamıştır.  Günümüze bakıp derinden derine hayıflanmıştır. Öyle ki; “o atların” sanki bir yerlerde “gizlenmiş” olduklarına vehmederek teselli bulmuştur. Şâirimiz, bu atların zamanı gelince mutlaka ortaya çıkacaklarını hayâllenmiştir. Şâirimiz, bu halet-i ruhiye içerisinde yeniden ulu rüyâ’lar görmüş ve bizlere de bu rüyâ’ları gördürmüştür… Bizce ve aziz milletimizin kavlince de bilinsin ki, milletine ulu rüyâ’lar gördürmeyen şâir, nazarımızda “sahîh şâir” değildir… İşte İsa Yar’ın “O Atlar” adlı, memleket evlâtlarına güzel ümitler hissettiren ve bizi top-yekun şâha kaldıran bir diğer şiiri:

 Kulak ver toprağa nal sesleri var;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.
Rüzgârda derinden nefesleri var;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

Gâhî Bedir, Uhud, gâhî Malazgirt,
Selçukî, Osmanlı, Hâlid Bin Velid;
Yeryüzü boşalmış, akıncı şehid!
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

İçmişler Fırat’tan, Tuna suyundan;
Kayı’dan, Kınık’tan, Türkmen boyundan
Yiğitler tanımış, Oğuz soyundan;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

O rüya yeniden görülemez mi?
Yıkılan hisarlar örülemez mi?
Doludizgin tekrar sürülemez mi?
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.

Bekliyor kendinden geçecek yiğit;
Bekliyor bir yerden doğacak ümit;
Genç adam! hazırlan durma, haydi git;
O atlar, bir yerde saklanmış gibi.
O atlar, yarına şahlanmış gibi… (s.24)

İsa Yar, “Saklı Sözler” kitabındaki  “Şiirden Uzaklaşmak” başlıklı yazısında; içinde bulunduğumuz ahvâlimizi “öfke ve hiciv” arası bir ifâde ile çok güzel resmetmiştir. O’nun bu “öfke ve hiciv”inde, dünden bu-güne gelişimizdeki umursamaz tavrımıza bir serzenişli “sitem”, cemiyeti bu hale düşüren mes’uliyet sahibi  “devletlülere” de bir “alarımlı îkâz” mevcuttur:
“Günler geçerken, yaşamak telâkki ettiğimiz sıradanlıktan bize kalan: tortular, yorgunluklar ve sükût-u hayaller… Sığ, sıradan ve renksiz bir hayatı yaşıyoruz.
Hayatın şiiriyeti mi kayboldu; yoksa biz mi şiirden uzaklaştık? Oysa aharlanmış kâğıda ‘mor mürekkep’ ile ‘mavi lale’ çizmek vardı. Mecnunu ve tahammülü çölde bırakıp, ‘kalbi kuşanarak’ yeni seferlere çıkmak vardı. Ef’âlimizi yeni bir lisana tebdil ile kekeme dilimizi beliğ bir avaza icbar edebilirdik. Mutedil olamadı öfkelerimiz. Öfkelerimizi yumuşatacak alanlarımız yok. Mesele/çare arasında mutemet bir sahamız kalmadı. (Bu:  bir dost, insan-ı kâmil veya kendimizle baş başa kalabilmek olabilirdi.) Yani fren mesafemiz yok. Ve tosluyoruz! Çarpıyor; kırıyor, kırılıyor, incitiyor, inciniyoruz…
Hamlelerimiz yarım, irademiz zayıf, sabrımız kısa. Bizi dışımızdan kuşatan, ‘dayatılan’ tarza mukabil; içimizde derin ve sakin bir tevekkülle direnç yok. İç âlemimizi de biz daraltıyoruz. Eşyalaşmış duygularımız var! Nefsimizin dışında her şeyle kavgalıyız.

Güzel ve çirkin hep vardı; lâkin çirkin güzeli böyle perdelememişti. Madde mânâyı, basit mükemmeli, yanlış, doğruyu bu kadar kuşatmamıştı. Bu günün gündüzleri dünün gecelerinden daha mı karanlık; yoksa biz mi kör olduk? O halde, ‘hem tahammül, hem sefer’…
Edepten bihaber edebiyat dersi vermeye kalkan ‘post-modernlerden’ ne kadar bizar olduk. Popüler ‘nesebi gayr-ı sahih’ kültürle hafızası mankurtlaşmış olanlara sözümüz yok! Kelimesi olmayanın düşüncesi, kelâmı nakıstır. ‘sözcüklerle’  kekeleyenler şiiri ‘imge’ye,  metni ‘simge’ye feda ettiler. Bize sesimizi geri verin. Biz şarkın, çocuğuyuz ve gözyaşı medeniyetinin garip varisiyiz. Alın ‘malumatfuruşlukla’ mülemma aklımızı; bize gönlümüzü geri verin! Ve o zaman görün; aşk ne imiş..” (s.32)
Görüldüğü üzere, İsa Yar’ın eserlerinde kullandığı dil yaşayan Türkçe’dir. Her iki eserinde de, derviş meşrep bir gönülden milletimizin gönlüne “sağanak” hâlinde yağan ve gönülleri mesrûr edecek güzellikte pek çok “saklı söz” vardır. Bizce bu sözler, “hakikate erdirici” mahiyet taşıyan ve milletimizin dinî, ahlâkî, edebî, irfânî, millî…his ve hassasiyetlerine uygun birer inci demeti nev’înden mâşerî vicdânın ruhuna fısıldanmışlardır.

Eserlerin Künyeleri

Eserin Adı: Hüzün ve Sağanak
Eserin Yazarı: İsa Yar
Eserin Çeşidi: Şiir
Eserin Dili: Türkçe
Baskı tarihi: Birinci Baskı Mart 2012 tarihini taşıyor. Harika tasarımlı, Şiir Vakti Yayınları arasından çıkan bu kitabın milletlerarası seri numarası: ISBN-978-605-87182-1-0’dır. Eser, 4 bölüm, 82 şiir başlığı ve 80 sayfadan ibarettir. Baskıda gözü yormayan hafif sarı renkli A5 14,8x 21 ebadında kâğıt kullanılmıştır.

Eserin Adı: Saklı Sözler
Eserin Yazarı: İsa Yar
Eserin Çeşidi: Deneme
Eserin Dili: Türkçe
Baskı tarihi: Birinci Baskı Şubat 2012 tarihini taşıyor. Harika tasarımlı, Şiir Vakti Yayınları arasından çıkan bu kitabın milletlerarası seri numarası: ISBN-978-605-87182-0-3’dür. Eser, 3 bölüm, 60 konu başlığı ve 222  sayfadan ibarettir. Baskıda gözü yormayan hafif sarı renkli A5 14,8x 21 ebadında kâğıt kullanılmıştır.

 
*Berceste dergisi / Haziran 2012


SÜKÛT VE YALNIZLIK
Sergül VURAL

Yüreğimiz gizli kalmış bir hazinedir. Bu hazinede sakladığımız nice sırlar, duygular, mutluluklar, umutlar, hüzünler, kederler vb. saklıdır. İçimizde birikenler sözlerle buluşmak için ya bir dost ararız kendimize ya da yazmanın dostluğuna sığınırız. Açığa çıkan “Hüzün ve Sağanak”tan damla damla duygu, düşünce ve sezgisel bir güç yağar üzerimize. Hele kalemi tutan el bir erkeğinse gözyaşları donar kalır gözlerinde. İşte İsa Yar da ilk şiir kitabını böylesi bir halde kaleme almış.
Ben Giderim Yol Kalır( 2000-2010), A’raf(1990-1999), İçimin Sahilinde (1980- 1989), Rubailer ve Mısralar (1980-1983) olarak 4 bölüme ayrılmış 80 sayfalık kitap. Her bölümün yazıldığı tarih aralığından şairin şiir yolculuğunu keşfetmek hiç de zor değil. Çünkü şiirler oldukça samimi ve içten. Kitabın takrizini bir şiirle Bekir Oğuzbaşaran yapmış.
İsa Yar; yâre kavuşamayınca yaralanır, doğuş sancısıyla kıvranır duygu ve düşünce ikliminde. Beyhude çabalarının sonunda gidilecek yerin yine yâr otağı olacağını bilir. Okyanuslara açılır kulaç kulaç. Bilinmeyen bir zamanda “Dibace”(s: 11) ile hasbihal eder, ateş kıvamında. Sabır tükenir, takat kalmaz gönlünde. Sabaha gece artığı düşlerle uyanır.
Mısraların arasındaki sıkı dostlar kimi zaman su sızdırmaz aradan. Kimi zaman sükûta gebe kalır muhabbet, kimi zaman da ürkek bir ceylan gibi çekip gider ardına bile bakmadan. Geriye sadece hatıralar kalır.
Özlemini lime lime eder makasla. Üryan kalır duyguları sevgisizlik denizinde. Yorgun yüzlerde sona erer yol hikâyeleri. Yolculuklar tükenir; istasyonlarda beklemelerin sona ermesi ise yine bir makasçının insafına kalır!
Yalnızlık; demli bir çay kıvamındadır şiirlerin genelinde. Bazen sancılı bir kitapla baş başa konuşur yeni yolculuklarda. Bazen de maziden atiye nice binekler gelse taşıyamaz yalnızlığını. Mâsivâda mâverasız bakışları körleşir. Mescitlerde dua çiçekleri açar ellerinde. Ve şehirler kalır yolculardan geriye. Gün yorgunu, güz yorgunu şehirler… Hafızası, silinmeyen izlerle dolup taşar. Gelip geçenler farkına dahi varmaz şehrin genç kaldığını. Kandillerle aydınlanır “Orta Çarşı”
( s:17).
Heybetli babalar yürür dağ gibi gölgelerde, elleri yılların buruşuğu… Gurbet yorgunu yüreğiyle ömrünün kozasını bitik ikindilerde örer çocuklarıyla.
Sorgular başlar kaleme ve kelama dair. Gömülü kelimelerini çıkarır dil kazmasıyla. Çatışma içinde çatışma, yangın içinde yangın, öfke içinde öfke kaybolur. Gün olur suskunluklar isyana dönüşür, denize bıraktığı bir şişeden umut bekler. Gün olur kumdan kalelerle hayat inşa eder. Sahiller ıssız, limanlar sessiz, şair yine yalnızdır.
“ Doğumla başlayan sancı”(s:21) ölüme dek sürer gider. İlk nefes, ilk ağıt, ilk müjde… Hep yeni bir hayatın uyanışına şahitlik eder anne-babalar. Yoksulluk, yoksunluk… Kardeş otağında “bahar gözlü çocuklar” (s:23)  büyür, biraz akıncı biraz ateşli. Çocukluk terk etmez kimilerini ölüme kadar.
Bedir’den Uhut’a, Fırat’tan Tuna’ya kadar “O Atlar”(s:24)  koşar doludizgin. Rüzgârın bağrında birleşir nefesleri. Toprağın duyduğudur nal sesleri sarsar yeryüzünü. Akıncılar şehittir, akıncılar gazi… Rüya gibi gelir geçerler göklerin altından dörtnala atlar. Doludizgin sürülmeyi bekleyen yenilerini bekler insanlık. Kâh şahlanırlar kâh rahvan…
Uğultulu teselliler çare değildir artık. Şehirler kuytulaşmış sükûtun tenhasıdır, kalabalıkların içinde. Çocukların hikâyesini dinlemez kimseler. İşte bu zamanlarda nehirler öksüz akar.
Yine görmeyen gözler yine sükûta alışık kulaklar, yine yalnızlık. Sonra birden mırıldanır:
“ Sükûtum ihtişamımdır” (s:28)
Kendi derinliğinde kaybolurken kar yağan yüreğini annesinin şefkatiyle ısıtır. Avuçlarında kalan tortulanmış duygular çığlık çığlığadır. Fısıldar:
“Ah! Artık susmalıyım kim anlar lisanımı” (s: 32)
Sonra nesli han gelişli, büşra bakışlı, uzun dalgalı saçlı bir kızla “bahar gözlü çocuklar” bakışır derbeder dünyasına. Kahır yükü hafifler sabrın kucağında. Kendi içinde kendisi eksilir çoğalarak. Hazana doğru yürüdüğünün farkındadır. Baharını saklar hayallerine ve öfkesini yener kendince. Yüzlerden okur okunası ne varsa. Bir merhaba ve bir elvedadır çarpıp böldüğü düşünceler.
Dünya gurbetinde rahmanın sevgilisine dayar gönlünü. O’na sığınır arınmış kefeniyle. İnce sızılarla kanar, damarlarındaki gül kokulu baharla.
A’raf’ta ay ışığıyla aydınlanır tövbesi. Hiçliğe gizlenir varlığı. Loş odasında, yalnızlığına yoldaş olur kitapları, kalemi ve çayı. Cesedinden sıyrılarak huzur arar ruhunun kıvrımlarında. Sevdiklerinden helallik alır. Emeğini helal eder evlatlarına. Bir tek “Aldanış”(s:52)lara sitem eder. Yüzlerdeki maskelerden şikâyet eder; yalan sözlerden, aldatan dillerden rüyalara sığınır. Kaçmak ister yaşadığı taşlaşan şehirden. Usanmıştır sahteliklerden; bu yüzden karmaşasız bir dünyayı arzular. İçinin sahilinde hüzzam şarkıları çalar dalgalar. Aynalarda değişen mevsimleri tefekkür eder ve yineüşür yalnızlıkla.
İçinde yaşattığı dostları vardır, şiirlerini hediye ettiği dostlar… Bekir Dervişoğlu, Vedat Ali Tok, Bekir Oğuzbaşaran, N. Fazıl, Özcan Ünlü…
Sevda acı çekmektir, kavuşmaksa ümit. Sessiz düşüncelere mahkûm eder kendini. Rüzgârında savrulur sırların. “Kıskaç”(s:72)ta kıvranan “fikir arısı”yla tenha bir yerde boşluğa bakarcasına ölmek ister.
“Hüzün ve Sağanak”sona erdikçe geriye derin bir sükût ve yalnızlık bırakır İsa Yar…
***
(Hüzün ve sağanak, İsa Yar, Şiir Vakti Yayınları, Mart 2012, 80 Sayfa, ISBN: 978-605-87182-1-0) 

Berceste dergisi / Mayıs 2102


 


Musa KIROĞLU’nun yazısı 

İyi derecede okur-yazar birisi olabilirsiniz… Eliniz kalemi güzel tutar, harfleri güzel yazabilir… Elinize geçen bir yazıyı su gibi bir çırpıda okuyup bitirebilirsiniz.

İleri derecede kitap okuyan, haftada bir iki kitap deviren iyi bir okur da olabilirsiniz…

Okur-yazar olmak ta, sıkı bir kitap okuyucusu olmak ta çok önemlidir elbette.

Ama bu ikisinin sonrasında bir adım daha vardır ki o çok daha önemlidir… 

Yazmak… Duygularını, düşüncelerini kaleme almak… Kağıda dökmek.

Bunu yaparken de öyle çalakalem değil, başkalarının rahatlıkla okuyabileceği… Okurken beğendiği, okumaktan zevk aldığı şekilde yazmak… 

Okuyucusunun beğendiği, okumaktan zevk aldığı kişi ise artık YAZAR olmuştur.

 Bir İngiliz sözü şöyle der: 

“Bir ülkenin asıl gücünü asker sayısının fazlalığı değil yazar sayısının fazlalığı gösterir.”

Yazar, toplumda önemsenmesi gereken kişidir. Emeğine mutlak surette değer verilmesi gereken, saygı gösterilmesi gereken kişidir. 

İstanbul’da yaşayan bir yazara nasıl saygı gösterilebilir? Alınır kitabı, okunur… Başkalarına da tavsiye edilir. Ancak böyle gösterilir…

Ama bu yazar bizim içimizde, bizimle birlikteyse… Tanışımızsa, tanıdığımız birisi… Aynı yerde yaşadığımız bir hemşerimizse durum değişir… 

Kitabı alınmalıdır, okunmalıdır tabi… Ama gün içinde, saygı ve muhabbeti herkesten daha fazla görmelidir. Sohbetine katılınmalı, sohbetlere davet edilmelidir.

Ben, bizimle birlikte yaşayan yazarlarımızın yeni kitabı çıkanlardan bana ulaşanları bu köşemde zaman zaman ele alıyorum. 

Gelelim Üstat İsa Yar’ın iki kitabına… 

Sn. Yar’ın Hüzün ve Sağanak adlı şiir kitabında duyguları coşmuş… Nehir olmuş akıyor, rüzgâr olmuş esiyor… Bakın bunu nasıl dile getiriyor bir dörtlüğünde;

“Bir volkan kudurur sanki içimde – Yakar şu gönlümü kül eder gibi – Her şey bilinenden başka biçimde – Yaşamak, ölmekten de beter gibi…” 

İsa Yar’ın diğer kitabı Saklı Sözler edebiyatımızdaki sayısı as olan ‘deneme’ türünde bir eser.

Deneme, benim de yazmak istediğim ama bir türlü girmeyi beceremediğim bir türdür. Her ne kadar yazarın özgür olduğu bir tür olarak ifade edilse de dünya edebiyatında deneme yazan yazar sayısı azdır. 

Sn. Yar, cesaret göstermiş bu alanda yazmış. İyi ki de yazmış, harika bir eser çıkmış ortaya…

 

“Her insan bir coğrafya! Zirve de içinde, çukur da… Hiçbir belgeselde göremedik iç insanı, hiçbir haritada çizilemedi içinin coğrafyası; kimyası damıtılamadı devasa laboratuarda, karekökünü hesaplayamadı Nobellik matematikçi… Filozof aklını yitirdi düşünmekten, psikanalist aynadaki yalana kandı. Bütün izm’ler yalandı. Kimi bile isteye aldandı, kimi gölgeyi gerçek sandı. Oysa coğrafyası insanın bir iç mekândı.” 

Denemelerinden bir kesit olarak sunduğum yukarıdaki cümleler Sn. Yar’ın kaleminin bu alanda ne kadar güçlü olduğunu göstermeye yetiyor da artıyor ve İsa Yar Üstadımız içimizdeki hemen yanı başımızdaki değerlerimizden…

 

Yeni çıkan kitaplarından imzalayıp şahsıma da gönderdikleri için teşekkür ediyorum. Ellerine, kalemlerine sağlık…

 

*Ünye Kent Gazetesi

21.03.2012


HABER İSTANBUL

ÜNYEHABER

TÜRKÇESİ

ÜNYEKENT

HABERÜNYE

KADIKÖY LİFE

HİZMET TV

Zeki ORDU “SKLI SÖZLER”     “HÜZÜN VE SAĞANAK”

TAP-EVİ 

Türkiye Gazetesi

gazete6

gazete5

gazete4

gazete3

gazete2

gazete1

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir