LAMURE


Kibrit özel sayısı çıktı!Yaşam, Ayrıntı ve Kültür Derginiz LAMURE Kibrit özel sayısı ile tüm bayilerde…Her sayfamız bir kibrit çakıyor hayata
Bir kibrit çakımlığına geldiğimiz şu dünyada bir kibrit yakımlığı kadar yaşayıp gidiyoruz…
Kibrit kutusunda yaşar gibi insanoğlu olarak doluştuğumuz bu dünya bize evsahipliği yaparken, bazen kibrit aydınlığı bazen kibrit sönüklüğü ile ömür gelip geçiyor.
İşte bu düşüncelerin ve duyguların eşliğinde, dergimizin yeni sayısının nesnesini belirlerken birden bir kibrit çaktı aklımızda. Kibritin bizimle sessiz sedasızca sürdürdüğü arkadaşlığına bir ses de biz vermek istedik. Onun sigaramızı yakışına eşlik ettiği gibi, bizde onunla kelimeleri tüttürelim istedik keyfimizce. 
Sayı : (8) Sonbahar sayısı 2009
Türü : Yaşam, Ayrıntı ve Kültür Dergisi
Yayın Yönetmeni : Adem Özbay
Yayın Danışmanları : Nejat Turhan – Sadık Yalsızuçanlar
 Bu sayının kalemleri:*Esra Elönü *Mehmet Çelik *Sadık Yalsızuçanlar *Raymond Zoller *Ahmet Yalçınkaya *Özcan Ünlü *Nureddin Durman *Mustafa Çiftçi *İrfan Gürkan Çelebi *İsmail Bingöl *Sırrı Çınar *Jan Devrim * Mehmet Emin Kazcı *İsa Yar *Oğuz Düzgün *Adem Özbay *Rafik Schami *Mustafa Hatipler *Elif Atlı *Nagihan Aladağ *Neslihan Küçükşabanoğlu *Aytekin Mehmet Arslan *Ömer Altıntop *Sümeyye Yüksel Üstündağ *Göksel Erkılıç *Mehmet Bicik *Erol Afşin


bizim külliye


     Bizim Külliye’den
     Sevgili okurlar,

     Bir önceki sayımızda şehri konu edinmiştik. Yazarlarımız ve okuyucularımızın ilgisiyle, bu sayımızı da aynı konuya ayırdık.


     “Yerleşim yerleri; fizikî faktörler, insan ve kültür seviyesi gibi üç ayrı unsurun karşılıklı etkileşimleri ile meydana getirilmişlerdir.” diyor Ünal Taşkın. Bu düşünceden hareketle dergimizi hazırlarken Melda Özata’nın “Şehir ve Şiir” inden, Fırat Kızıltuğ’un, Mustafa Miyasoğlu’nun “Zügüdar”ını tanıtan yazısından, Beyhan Kanter’in “Ümit Fehmi Sorgunlu Öykücülüğü”nden, Hasan Akçay’ın “Yunus’un Gül ve Gönül Bahçesi” nden de istifade ettik.
     
İsmail Çetişli; “Şehir” / “Şehirleşme” Olgusu Karşısında “Köy”ün Hazin Mağlubiyeti” isimli yazısında “Türk toplumunun Cumhuriyet’ten günümüze kadar olan dönemde yaşadığı ve hâlen yaşamakta olduğu…” serencamı anlatıyor. Bu anlatımla yetinmedik. Köyden şehre uzanan kuşatılmışlığımızın farkına varmaksızın kendimizi Muhterem Yüceyılmaz’la “Bir Şehri Dinlemek” e tabi tuttuk. Nurettin Durman, İstanbul’a varışını anlatmayı, bu sayımızda da devam ettiriyor. Mahir Adıbeş, “Bu Eller Bizim Eller” ile, Anadolu gezisinin üçüncü bölümünü bizlerle paylaşıyor. Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Birecik ve Dumlupınar’ı bir de Mahir Adıbeş’ten dinleyelim istedik. Kemal Batmaz’, “Hangi Şehir?” adlı yazısında “Erkeğin kaburga kemiğinden olan şehir” bizi tamamlar diyor.
     Necati Kanter; “Deli Mısto” ile başlattığı “Bizim Şehrin Divaneleri” ni “Nüzhet Dede” ile devam ettiriyor. “Bir meyle olup Âdem ü Havvası da sarhoş Ol câm ile İblisi de iğvası da sarhoş.” diyor Nüzhet Dede.
Bu sayıda iki röportajımız var: Seval Koçdemir, Mustafa Miyasoğlu ile Yollar ve İzler” üzerine; Taner Namlı, Olcay Yazıcı ile “Irmaklar Sonsuza Akar” üzerine konuştu. Zevkle okuyacağınıza inanıyoruz.
     
M. Halistin Kukul, “Güzel Sanatlar ve Şehirleşme” yi; M. Naci Onur, “Şehrini Arayan Şair” i, Olcay Yazıcı, “Şehrin Ruhu”nu; Ahmet Uludağ, “Şiirlerde Urfa” yı; İbrahim Çapan,“Beyaz Ölüme Direnen Kar Çiçekleri” ni; Ahmet Ak, “Yabancılaşan Hemşerilerimiz” i sizler için yazdılar.
     
Mahmut Bahar, Bahtiyar Aslan, Serdar Arslan, Yusuf Dursun, Aysen Akdemir, İsa Yar’ın şiirlerini; A.Vahap Akbaş’ın hikâyesini…zevkle okuyacaksınız.


34. sayımızda “Yayınevleri ve yazarlar” konusuna ağırlık vereceğiz.


Daha güzel bir dergi etrafında daha huzurlu günlerde buluşmak dileğiyle…


 Nazım Payam
www.bizimkulliye.com

Sis / Yalnızlığım


 Dr. M. Kamil TURAN
.
.

Yalnızlığım

Odam, tekrar kasvetine terk ettim
Dolu küllüğünün isli duvarlarına
Ve döktüğüm burcu burcu ecel
Alevin ahengindeki gizli kelebek
Çığlığımla tekrar sisli sokaklarına
Ben geldim.                               
2009 

Tasviri;
I
O ki şair ya da karalayıcı yalnızdır. Daha şiirin başında var olan duruma inat daha ortada da hiç bir şey yok iken üstelik yalnızlığına dikkat çeker. Dikkat buyurulursa “yalnızlığım” kelimesi çok şeylere gebedir. Yalnızdır ve lakin kimselerin bu yalnızlıktan haberi yoktur. Kaldı ki haberleri olsa bile O bunu kendine atfetmiş ve tüm beşeri bundan münezzeh kılmıştır.
O, bu halde sadece kendini ilgilendiren yalnızlığını okuyucuya pek de sıkıntı duymadığı üslubu ile yansıtmaya çalışır. 

II
Münferit yalnızlığının sadece ona atfı şiirin ikinci kelimesinde pekişir ve kırılmasının mümkünü olmayan bir yargı halini alır “Odam”. Yalnızlık gibi oda ona aittir.
İnsan siluetinde hayat bulan oda ayni zamanda bir kurtuluşu simgeler ki de zaten kimse buna tanık değildir. Zaten tanık olmasını beklemek de ona göre yanlış olur zira ruhunu odaya terk etmiş sıfatına kurtuluşun anlamını yüklemiştir. Tekrar terk eden adam daha önceki terk edişlerini vurgulamak için “tekrar” kelimesi için şiirin üslubuna ters kaçtığına inandığım üçüncü kelimeyi seçer. Kasvet, terk ve icra fiilini de arkasına sıralar ki bundan kastı belki de bu terk edişten odanın ve odanın kimliğinde bir bütün beserin haberinin olmadığını vurgulamak ya da birden bire külliyen vukuu bulan olayların ne kadar can sıkıcı ve bezdirici olduğunu bundan mütevellit de herkesin bihaber kaldığını vurgulamaktır. Ne kadar ani ve ne kadar can alıcı bir olay olmuştur lakin bu bize açık değil, gaiptir
Duvarlarındaki is odanın ne denli eski belki de onunla birlikte doğmuş olduğuna işaret ederken, odam ile bunun doğru bir tespit olduğuna olan inancım pekişir, küllüğünün dolu ve onunda isli olduğu pek de uzak olmayan bir geçmişte burada yine varlığın hükmü olduğuna ve bir zaman kaldığına ve o zaman sonunda da ayrılırken dolu bıraktığı küllüğü ona terk anında kalan kasveti tekrar anında ona yine hediye hasebinde sunulmasının temini sağlamak mıdır bilinmez; lakin eğer böyle ise ki bence öyledir, O çektiği sıkıntılı elemin geçmişini de her seferinde yasayarak ve her seferinde yenisini üstüne katıp dimağında devleştirerek fikrini ifşa eder.
İfşa edilen şey ise ‘Alevin ahengindeki gizli kelebek’tir. Gizlidir çünkü hem yalnızlık hem de bundan doğan oda, elem ve kasvet sadece ama sadece ona ait iki mahremdir ki bu kelebeğin gizli oluşu da buna işaret eder. Hâkim olduğunuz üzere kelebek ve ateşin hikâyesi pek elimdir lakin dersler doludur.Modernistler, sözlemde ki yabanilikten bahisle öze kiyim ve delilik deselerde; ahenk sahipleri, sizler denmek istenen ile modernistlerin kastına atfen özlemselliğin ve deliliğin birbirinden nasıl bir ince hatla ayrıldığını Alevin ahengindeki gizli kelebeğin aslen O, zahirde ise dünya olduğuna katılırsınız zannındayım. Çığlık atarak gelir, beşerde bir ümidi ya da fikriyatının artik bir değerinin kalmaması onun zaten belki de gayb’daki nedenidir. Ecelin burcu burcu ter ile izaet oluşu misli misli yaşanan yalnızlığa dönüsünün simgesidir. Nihayet o an gelir O önünde durduğu odanın kapısını tıklatır ve ona aitliğini ve odanın da ona olan özlemini ifade ederek çığlık ile “Ben geldim.” der. İste bu andan sonra yazılacak bir şey de kalmamıştır ama illa ve illa açıklama gerekecekse O bize basa dönün ve tekrar bu tasviri okuyun iste o andan sonra bunlar oldu der ve nihayeti 2009 ile belgeler. 

III
Bundan başka bir söze gerek kalmayıp; doğanın devri bünyesinde onun ne kadar yalnız kaldığının idraki içinde olmak kâfi olup onu da zannımca memnun edecektir zira bu iki şey sadece ve sadece ona ait mahremlerdir.                                                                                               
MKT


Sis

Ve yaz geldi. Tüm hüznü ve hainliği ile. Şimdi bu yüzümdeki ışık kırığı çizgiler bana otuz üç yılın bir hediyesi olamaz. Her yıl birbirini takip eden hüzündür buna sebep olan beklide, yani yaz. Yani yağmurun olmadığı, sisin ve soğuğun beni saran şefkatli kollarının olmadığı, gecelerin ise riyakâr olduğu yaz…             

Her sabah güneşin kollarını izliyorum; ufkun ardından yükselerek, başıboş aç ve azgın köpeklerin saldırdığı gibi saldırıyor bedenime. Ağır ağır sarılıp, beni sıkıştırıyor ve sıkıştırıp nefesimi kesiyor, beni tüketiyor. Bu buğday sarısı yaşlı masaya her kum tanesi düştüğünde bir parçamı daha kaybediyorum. Zamanın kumları arasında kaybolurken; bu daral beni tüketiyor. Sadece ağlayabilirim, sesim çıkmaz haykırayım, ellerim tutmaz zincirlerinden asılmaya gücüm yetmez ama kaçamam. Bu bir nefretten çok bir hasretin mektubudur. Kışın soğuğuna, gecelerinin samimiyetine, sisli havalarının inanılmaz ahengi içinde akıp giden zamana.            

Hayatımın her evresinde ve her saniyesinde aklıma gelen belki de tek şey yağmur oldu. Bu baki düşünce benimle doğduğuna inandığım ve benimle ölecek olan tek tutkumdu; ta ki yağmurun bana kardeşlerini tanıttığı o ana değin. Çok küçük değildim, günlerden Pazar mevsimlerden kıştı. Soğuktu; soğuğun kokusunu alabilecek kadar, soğuk ve sessiz, kimsesiz bir sokaktı; net olmasa da zihnimde kalan alaca karanlık ya da birden bozaran bir ufuk zamanıydı ve birden başlayan yağmur bana tanı, sisi ve soğuğu tekrar tanıştırdı. Bundan dolayı ki yüzüme değer her yağmur zerresinin ayrı bir serinliği, ayrı bir dileği, ayrı bir diyeceği ve ayrı bir hırsı/hıncı vardır.                        

Sıkılıyorum;           
Şimdi suratıma derin kesikler atan güneş… Sonrasında kavrulmuş bir ten ve buna hapsolmuş sırılsıklam bir ruh; yalan bir senaryonun başrol oyuncusu güneş. Gecelerimin katili güneş, seninle uyanmak bana zor geliyor; kusmak istiyorum ne varsa içimde, kafatasımı da üstat, kusmak ve kurtulmak bu insan sıfatından; var olabilmek tekrar, sınırlarımı yeniden çizip tekrar dirilişime tanık olacağım ana dek; sadece var olabilmek için, yok olmayı dilemek için. En önemlisi dinlenebilmek için.                       

Nefes alamıyorum;           
Şimdi gecelerim mutlak ve tek hâkim olduğu dünyanın kubbesinde olmayı ne denli çok isterdim. Gözlerimi kapatıp düşünüyorum ve her uyandığımda yine bu başak sarısı masanın üzerinde buluyorum kendimi; yoruldum artık bile diyemiyorum; nefes alamıyorum.

Sıkılıyorum;           
Şimdi suratıma derin kesikler atan güneş… Memnun musun? Eskiden sis ne kadar kalın olursa olsun koşar ve kendimi bulurdum. Şimdi bırakın koşmayı nefes bile alamıyorum; o kadar kalın bir tabaka ki koşmak sadece hayal olur. Sorun saflık tabidir ki; saflık, bedenim kirlendiği günden beri zehirlenen bir dimağ ve felç olmuş düşüncem ile ben saf olamam. Ölüyorum. Siz beni terk ettiğinizden beri, ölüyorum. Anlamsız bir fısıltı şimdi sevdiklerimin tüm istekleri, sadece ölüyorum.
 
MKT,2009,
Yorumlar ve sisli oda…

 

Mânâ Ordusunun Fatihi Veya Yalnız Cengaveri


 Zeki ORDU
.
.
.

Hayatın bizleri, ne zaman kimlerle ve nasıl karşılaştıracağını nereden bilebiliriz? Doğduğu, büyüdüğü, eğitim gördüğü, askerlik yaptığı ve yuva kurduğu yerler çok farklı olmasına rağmen; bilinmeyen bir sebepten dolayı bir şekilde tanıştığımız öyle çok kişi ve kişiler vardır ki? Bunlardan bazıları hayatımızda öyle bir yer alır ki ömür boyu asla unutmamız mümkün değildir. Bazen, arkadaş, bazen sırdaş bazen de can dostu oluruz. Paylaştığımız çok şeyimiz olur. 

İnsanoğlunun kendi hemcinsleri hariç dünyadaki çok şeye sabır gösterebilir. Nedense sadece kendi soyundan olanlara tahammülü yoktur. Yeryüzünde bulunan birçok güzellikleri başkalarıyla paylaşan insanoğlunun başka insanların başarılarını kabullenmesi çok kolay olamamaktadır. Bunun sebebi veya sebepleri üzerinde duracak halde değilim. Vakıa o dur ki böyle şeyler olmaktadır. 

Herkes gibi benim de birçok dost ve arkadaşlarım var. Bunlar samimiyet dercesine göre gönlümüzde yer tutmuşlardır. Bazılarının daha farklı yeri olması ise gayet tabiîdir. Çok kişinin böyle gönül dostları vardır. 

Ben uzun zamandır bir dostum hakkında bir yazı yazmayı planlamıştım. Ancak bir fırsatını bulup kalemi elime alamadım ve hislerimi satırlara dökemedim. Bunda asıl sebep dostumu lâyıkı veçhiyle anlatamamak, yavan ve basit cümleler kurup, hislerimi bihakkın kaleme alamama korkusundandı. Ama başka bir dostum benim yapamadığım bu işi yaparak “Yar’ın Dilinden” adlı yazıyı kaleme aldı. Ve kendi üslubu ile bazı açıklamalarda bulundu. Kendisine bir teşekkür borçluyum. Şurası unutulmamalıdır ki İsa Yar hakkında yazılan, söylenen her güzel söz bizce de makbûl olup dostları bizim de dostumuzdur vesselâm. Bu böyle biline… 

Fatih Ordu’yu yalnız bir cengâvere benzettim hep. Birçokları sadece konuşurken o icraat yapıyordu. Ben dâhil birçoğumuz laf üretirken o faaliyet yapıyordu. Bir şeyleri söylemekle kalmıyor, eskilerin tabiri ile “kuvveden fiile” tebdil ediyordu. Bu gün Ünye’de Fatih Ordu imzası dünya var oldukça kalacaktır. Ama maalesef kıymet bilen salâhiyet sahipleri bu işin farkında değiller. 

Fatih Ordu sadece Ünye’nin değil bu ülkenin de bir kıymetidir. Bu tür insanlar az yetişir. Elbette her fani gibi zaafları olacaktır. Ama yaptıklarına ve söylediklerine bakacak olursak nasıl bir kıymet ifade ettiğini daha iyi anlarız. Şahsi başarılarını yanında yapmış olduğu çalışmalar ve faaliyetler ismini çok uzun yıllar dillerden düşürmeyecektir. Bu memlekete diktiği “fidanlar” yeşerip neşv ü nemâ buldukça ismi daha da bir kıymet arz edecek ve gönüllerdeki hak ettiği yeri alacaktır.  

Bazı şeyler kolay olmuyor. Sadece yetiştirdiği öğrenciler ona yeter. Bu fidanlar ileride en güzel çiçeklerini açacaktır. Ayrıca park ve bahçelere diktiği fideler ise “mekâna atılan imza”dır. Bu imza zamanla mekânlardan gönüllere yol bulacaktır. Bu için bizim yazdıklarımız, söylediklerimiz ve bu günün mühim şahsiyetlerinin isimleri unutulup giderken baharda açacak her yaprak onun ismini kazıyacaktır hafızalara.  

Büyük başarılar, büyük sancıları da getirir. Fatih Ordu “fikir sancısı” çeken, kalem, kelâm ve gönül ehli bir insan. Benim için onu tanımak bir bahtiyarlık olmuştur. Kendisine daha nice yıllar “fidanlar yetiştirmek” nasip olması temenni ediyorum. Her zaman fidanlar bahçelerde yetişmez. Kırlarda, dağlarda, tepelerde de yetişir. O fidanlar yağmur, kar, güneş gibi tabiî zorluklarla karşılaşabileceği gibi bazı “insanlar”la da karşılaşacaktır. Yağmurdan, güneşten, kardan ve fırtınadan korunmak mümkündür. Asıl olan “korunması zor olandan” korunmaktır. Bu da kolay olmayacaktır. Bunun için her zaman sefere hazır olmalı, zorluklara tahammül edilmeli asla yılmamalıdır.

DİSKUR


.
.
.

Efendim, malûmunuz olduğu veçhile, mayıs ayının ikinci pazarı ‘anneler günü’ olarak kutlanmaktadır ve kutlanmıştır netekim; ki bu yazıyı gecikmiş bir ‘anneler günü’ karalaması olarak da okuyabilirsiniz.  Anna Jarvis nâm bir vatandaşın (elbette ABD vatandaşıdır kendileri) 1908 senesinde başlattığı bir tür etkinlik olan anneler günü, 1914 senesinde ABD tarafından resmî bayram olarak kabul edilmiş ve böylece aynı familyadan (tüketim familyası) olan bir çok ‘gün’ gibi bu gün’de abede menşeli olarak tarihe ve de faaliyete geçmiştir; biz de ise ellilerin ortasından itibaren kutlanmaya başlanmış, seksenden sonra kutlanması tabu haline getirilmiş, doksandan sonra ise kutlamayanlar veya aksine söz sarf edenlerin ‘cıss’ yapıldığı nev-zuhur ‘tüketizm dini’nin çok önemli olayı/ritüeli olarak fetişleştirilmiştir.

Siz, böyle bol keseden attığım için, anneler günü olgusuna karşı olduğumu vehmedebilirsiniz, o kadar cesaretim olsa da karşı falan değilimdir bizzat; karşı olduğum, sizin de karşı olduğunuzu zannettiğim ve karşı olunmasını da şiddetle arzuladığım şey, hâdisenin benzer bütün hâdiseler gibi kendi çerçevesinden çıkarılıp genel bir ‘tüketim’ çılgınlığına dönüştürülmesidir ki siz hâlâ annenize ‘beş taş’ pırlanta almadınız mı? Üstelik ‘beş taş’ alana ‘tek taş’ da hediye ve bilmem ne kartına tam 12 taksit

Frenkler; ‘meleklerin çok meşgul olduğu bir gün, tanrı, yeryüzündeki işleri organize etsinler diye anneleri yaratmıştır’ derler, annelerin melek olduklarını anlatmak için. (Okuduğunuz bu cümleyi, merhum İlhan Bardakçı hocadan bile-isteye ve severek ‘aşırmış’ bulunmaktayım).  Peygamber Efendimiz (a.s) ise; ‘yetişkinliklerinde ana-babası sağ olanlar eğer cenneti kazanamamışlarsa akıllarına şaşarım’ buyurur mealen ve bu mevzuda da son noktayı koyar; ‘cennet anaların ayakları altındadır.’

Buradan hareketle ve dünya âhiretin tarlasıdır düsturunu da pas geçmeden; bu imtihanın sonunda kazanmayı dilediğimiz ve umduğumuz (inşallah) cennetin anahtarı, demek ki neymiş, yanıbaşımızdaymış… Muhtemelen siz de bu satırların yazarı gibi, geçen anneler gününde, ‘gız ana, anneler günün kutlu olsun hadi bakalım’ diyerek, ya yandan bir kucaklama yada herhangi bir yerden ‘bir türlü’ elde edilmiş bir çiçekle ‘işi’ yırtmaya çalıştınız! Ve muhtemelen geçen ve gelecek bütün anneler gününde, annenize, bilmem ne kartına 12 taksitle satılan ve yanında ‘tek taş’ pırlanta hediyesi de olan o ‘beş taş’ pırlanta setini almayacak/alamayacaksınız ve muhtemelen annenize, tüm bunların fevkinde olan bir şey alacaksınız/almaya çalışacaksınız; GÖNLÜNÜ

Evet, en iyisi siz, tüketizm dininin tüketim ritüeline inat, anneler gününde, annenize, annenizin gönlünü alın; o gönlü almanın çok kolay olduğunu ve aynı zamanda o gönlü almanın ‘altı milyar bilmem kaç küsur’ yolu olduğunu da unutmadan…  

Gecikmiş bir ‘anneler günü’ denemesini ‘denedikten’ sonra gelelim şu “diskur” meselesine; önceleri bu kelimenin ‘menüsküs’ cinsinden daha çok topçularda görülen diz kaslarının yırtılması/zedelenmesi türü bir şey olduğunu zannederdim, sonradan öğrendim ki, bendeniz gibi çok konuşanların dûçar olduğu bir tür ‘üst solunum yolu’ enfeksiyonu imiş; verdiğim söylev den de anlaşıldığı gibi, vesselâm…   

Hüseyin YILDIRAN

*Haber Takip Gazetesi 2009

 

HAYATIN ANLAMINI YİTİRMEK


.
.

21. yüzyılda beton yığınları arasında kaybolan insanlar, kimlik ve kültür yozlaşmasının da etkisiyle değerli büyüğümüz şair-yazar İsa Yar’ın ifadesiyle “ yürüyen cesetler” halini aldı. Kalabalık içinde yalnız yaşayanlar şüphesiz ahşap evlerin yerini alan bu beton yığınlarının teknolojiyle beraber mekanikleşmiş hayatın faturasının bu kadar ağır olacağını tahmin etmemişti. Sıkıştıkça tükeniyor adeta insanoğlu. Nihayetinde her sohbet ortamında dile getirilen geçmişe özlem…
Evet doğru kökleri zayıflamış bir ağacın ayakta kalamayacağı malumdur. O yüzden tarihimizi iyi öğrenmeye, geleceğimizi iyi yönlendirme adına geçmişimize vâkıf olmaya ihtiyacımız var. Bize geçmişteki sosyal hayatı, tarihimizi en iyi anlatan deliller, eski evlerimiz. Ne yazık ki günümüzde terkedilmiş, yalnızlıktan başı dönmüş vaziyette değerlendirilmeyi bekliyorlar. Böyle evlerde büyüyen nesiller gittikçe azalmakta ve o atmosferden uzak beton yığınlarının arasında, kültürden, ayrıntı ve sanattan uzak evlerde ömürler tüketilmekte. Oysa bahse konu ettiğimiz evlerimizde yaşayan büyüklerimiz üç nesil birlikte yaşamışlar, hayatın her alanında birbirlerine destek olmuşlardır. Daima bir muhabbet hakim olmuş, birlikten kuvvet doğmuştur. Oysa yaşadığımız çağda aylarca kapısı çalınmadığı için intihar eden yaşlıların haberlerini duyuyoruz. Öyle bir zaman ki ne yaşlılar saygıdan mahrum, ne çocuklar sevgiden yoksun olmuşlardır. Günümüzün aksine küçük de olsa bir bahçeleri vardır ve toprakla tanışıktır insanlar. Ya şimdi?
Hayat, bir bakıma, gizemli bir gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir
Günümüzde boşalan köyler ve büyüyen şehirlerde yitirdikleri gelenek ve göreneklerini yeniden canlandırmaya çalışıyorlar insanlar. Teknoloji sayesinde bir yandan refaha kavuşuyor, diğer yandan tam bir karanlık içine gömülüyoruz. Rahatlık, lüks ve zenginlik…
Ve diğer tarafta müthiş bir yalnızlık. Adeta kaldırımda yürüyen ruhsuz cesetler haline döndük. Koşar adım ilerlerken hayatın basamaklarını, sosyal çevreyi, dostluklarımızı velhasıl iyi yanlarımızı unutmak kolay gibi gözüküyor insana. Beton yığınları arasında teknolojiyi hazmetmeye çalışırken, hayatın anlamını ve onun anlamını değerli kılan şeyleri yitirmemek gerekir.
İşte tamda bu merhalede üstadın “huzur” adlı şiirinden bir bölüm aktararak konuyu bağlayalım:
“köyde tattık hürriyeti
yitirdik şehirde!
bin nehirde
yıkanmaz kirimiz
yürüyen cesetleriz;
köyde kaldı dirimiz…”
Unutmayalım geçmişin izlerini taşıyan ve gelecek adına ümit vadeden bir ilçede yaşıyoruz

HASRET



.
.
.
.
2006 yılının Ramazan Bayramında; hemen her bayramda olduğu gibi köyümdeyim. Ordu, Perşembe, Okçulu Köyü ve sonradan Dere Mahalle olarak isimlendirilen Dereköy; benim doğduğum ve özellikle ortaokula başladığım tarihe kadar sürekli yaşadığım bir yer. Ortaokul ve takip eden tahsil hayatım boyunca ancak yaz tatillerinde uğrama imkânı bulabildiğim, yüzmeyi deresinde öğrendiğim, pek çok hayat gerçeğini sinesinde öğrendiğim ve dünden bugüne yitiklerini hüzünle hatırladığım köyümdeyim.

Daha önceleri ve en son gelişimizden bu yana, köye tamamen veda ederek ebedi hayata doğmuş bulunanların aziz ruhlarına dualar yolladık kabirleri başında, akrabaları, hastaları ve dostları ziyaret ettik zaman elverdiğince. Uzun süredir göremediklerimizi gördük, hasbıhal ettik nasip olduğunca. Bu ziyaret ve karşılaşmalarda bir can dost; sevgili kardeşim Zeki ORDU bir müjde verdi ayaküstü. Zeki Bey hep mütevazı ve yüreği sevgi dolu haliyle bir dergi çıkarmaya başladıklarını, ilk dört sayının dağıtımının tamamlandığını ve tüm bunları Ünye’de yürekleri büyük, sözü sukut ederek söyleyen, saniyelik bakışlarında dahi zamanın ötelerine taşan derin manalar hissettiğim gönül dostları ile yaptıklarını anlattı. Bunca yitikler arasında böylesine bir havadis, hiç eksilmeyen umudumun gerçekleşmesine dair inancımı tazeledi ve Zeki kardeşimin o an verdiği ilk sayıyı hemen, takiben düşünce insanı aziz dost İsa YAR beyefendinin getirdiği üçüncü sayıyı, büyük heyecanla okudum. Ben bir edebiyatçı ya da şair değilim, ancak Türk insanına ait kültür değerlerine olan sevdama dayanarak,  düşüncenin dipsiz derinliğinde boğulmadan emek verenlerle “sukut”la bana katkıda bulunan herkesi, haddim olmayarak Türk dili, Türk Kültürü ve Türk Edebiyatı adına kutluyorum.

 Bu vesileyle, dünden bugüne gelirken bilerek veya bilmeyerek, belki de kayıtsız kalmaların bir neticesi olarak, özellikle son zamanlarda bilinçli ve programlı bir biçimde kaybettiğimiz ve ısrarla kaybetmeye devam ettiğimiz değerlerimize dair birkaç kelam etmek isterim. Buna bir nevi yürekteki hasretin kaleme dökülmesi diyelim.

Bundan yaklaşık 35 yıl önce sabahın erken saatlerinde ve gün batımı ile birlikte çakal seslerini duyardık. Bu sesler uzun zamandır yok oldular ve artık gündüzleri dahi domuz sürülerine rastlanır oldu. Doğruluğunu uzmanları bilirler ancak çakalların domuz yavruları ile beslendiklerine dair bir bilgi kalmış hafızamda. Her ne kadar köyde yaşayanlar dünkü kadar toprakla uğraşmayıp, ekme, dikme ve biçme işlerini terk etmiş olsalar da bu domuzlar zarar verecek bir şeyleri yene de buluyorlar.

Ne yazık ki artık geleneksel köy hayatına aykırı olarak, köylüler yumurta ve maydanoz dahil hemen tüm ihtiyaçlarını, ayaklarına kadar gelen dört tekerlekli manavdan temin ediyorlar. Artık insanlar bu sıradan üretimleri yapmıyorlar, belki biraz zorlukları vardı ama aktarma, ekme ve biçme imecelerine ve kokusunu uzaktan hissettiğimiz tarla domatesine hasretim.

Şimdiki gibi her mahallede bir cami yoktu. Cuma günleri kalabalık bir cemaat sahildeki camide,  Hacı Hafız İsmail hocanın imamlığında Cuma namazını eda eder, takiben hocamızla her birimize önemli istifadeler sağlayan istişarelerde bulunurduk.          

Ebedî hayata yolculuğunu şahsım dâhil öğrencilerinden bir kısmına bizzat kendisi haber veren hocamızın nasihat, ibret, güzellik dolu sohbetlerine ve o sohbetlere iştirak etmiş, ancak o günlerden bu günlere yoğun meşguliyetlerinden olsa gerek (!) çok az görüştüğüm; hatta hiç görüşemediğim dostlara hasretim.          

Aynı yıllarda köyümüzün balıkçıları, önceleri yelkenli kayıkları, sonraları küçük balıkçı motorları ile her kalkan mevsiminde Ünye’ye göçerlerdi. Pamuk ipliğinden yapılmış geniş gözlü ağlar salınırdı denize; vakti geldiğinde toplanır ve bugün tezgâhlarda göremediğimiz irilikte kalkan balıkları tutulurdu. 40 çeşidi aşan balık türü zamanı geldiğinde ve balığın çeşidine uygun düşen yöntemle avlanırdı. Bugün balık çeşitlerinin büyük kısmı yok oldular, mevcutlar ise henüz yavru iken denize veda ediyorlar. Kimi balıkların yumurtalarını sakladıkları deniz salyangozları dahi vahşi bir yarışla toplandılar; tarumar edildiler. Balıkçıların denize açılırken adeta parolaları haline gelmiş “Rasgele” ifadesi,  sonar ve radar cihazları, hız kabiliyeti yüksek motorlarla, eni ve boyu uzatılmış, gözleri küçültülmüş, el yerine makinelerle kurulup kaldırılan naylondan ağlarla donatılmış, okyanus balıkçılığına çok daha uygun olan dev tekneler sayesinde anlamını yitirdi.          

Yelkenleri Sümerbank hasesinden, dört çift kürekli, gözleri iri pamuktan ağlarla donatılmış, geride kalanların “Rasgele” uğurlamasını asla ihmal etmedikleri, Eşref kayığı ile denize açılmaya hasretim.         

Elektrik, telefon ve evlerin içinde akan su yoktu. Bir zaman sonra sahile bir PTT acenteliği kuruldu, yandan kol ile çevrilerek arama yapılıyor ve saatlerce görüşme sırası bekleniyordu. Bu işi yürüten Yusuf ağabeyin çilesini ve “alo falanca çekil aradan”, diye bağırışını unutamam. Şimdilerde her şey var. Yöre insanın ses tellerini açık tutmada önemli katkısı olan tepeden tepeye maslahat iletme yönteminin yerini cep telefonları aldı. Çanak antenler dünyayı oda içine getirdi, diziler nedeniyle oturmalı misafir dahi nadir kabul görüyor. Soyunu bir noktaya kadar sayabilenler, bilmem hangi dizi kahramanının yedi sülalesini tanır oldu. Ancak, o ağaç-taş dolgu, iç kısımları tümüyle el emeği ile üretilmiş ağaçtan malzemelerle yapılı, taş merdivenli, küçük pencereli, tahta duvar ve darabalı, kara ocaklı, bacasında büyücü dikenleri sarılı, giriş kapısı üstünde kocaman koçboynuzu bulunan minik evler yok oldular. Evlerin önünde görmeye aşina olduğumuz serenderler, mısır, fasulye ve elma kurutma işine yarayan taş fırınlar, bileki ve dibek taşları ile kara ocak üstünden eksik edilmeyen idare lambaları, duvarları süsleyen gaz lambaları ve daha birçok alet edevat kayıplar arasındaki yerlerini aldılar.  Şimdilerde bırakın bulmayı, büyük bölümünün resmine dahi ulaşmak mümkün gözükmüyor. Belki, meraklısı bu eşyalardan bir kısmını saklamış olabilir.          

Her bir evin önünü gölgelerken ve nimeti ile insanlara ve özellikle arılara ve kuşlara besin kaynağı olan, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, iri dallarından birine kalın halatla salıncaklar astığımız dut ağaçlarında, gönül dostları ile sallanmaya hasretim.  Doğdukları yerden, denize ulaştıkları vadi boyunca, dev ağaçları ve her birimizin küçük bir taşı çevirmekle yakalamaya çalıştığımız, lezzeti mükemmel, onlarca çeşit bolca balığı barındıran ve hayvanlarımız için hayatın kaynağı olan çayırları besleyen, eğilip suyunu içtiğimiz, analarımızın ve bacılarımızın, akıntısı ile mermer gibi parlattığı kayaları üzerinde çamaşırlarını yıkadıkları, çoğunluğumuzun yüzmeyi öğrendiği gölleri ile ayrı bir güzellik sergileyen ırmaklarımız artık bulanık akıyorlar. Neredeyse kuruyacak hale gelen, gölleri gölcük dahi sayılamayacak kadar sığlaşan ve çirkinleşen, eğilip su içmemizin sağlık açısından artık mümkün olmadığı bu ırmaklar, eski halleriyle artık yok.       

Zahra (Mısırı değirmende una dönüştürme işi)  nöbeti sırasında cemek avına çıkıp, değirmenin kızgın ocak taşı üstünde yeni öğütülmüş undan yaptığımız ekmek eşliğinde dere balığı yemeye ve soğuk kış günlerinde değirmene has sesleri dinleyerek, ocağında yanan odunun ateşi karşısında, dost sohbetlerine ve yorgunluk gidermeye hasretim.Özetle; büyük bir üzüntü içerisinde acı hisseden yüreklerin sukut hallerini çaresizlik sananların; ne kadar yanıldıklarını ve aldanmışlıklarını göreceğim sabaha hasretim.    

Biçmek için ekmek gerektiğini hatırlatıyor, okuyuculara bir şiirimi hediye ediyorum.

Bizim Köy

 Dün…
Solmayan çiçekler vardı bahçelerinde,
İsimleri değişirdi mevsimden mevsime.
Dupduru akarda köyümüzdeki dere,
Mekân olurdu saçaklar serçelere. 

Bugün…
Ne çiçek kalmış, ne bahçe,
Serçeler göçmüş, susuz, bulanık dere.
Yok, ağaçtan evler, küçük pencere,

Köy bizim köy de, içindekiler nerede?

 

                                                              Abdullah KAHRAMAN  

*Sükût Dergisi sayı.5 / ocak-Şubat/2007

Kalmamış


Gülistan-ı dehre geldik renk yok bû kalmamış

Saye-endaz-ı kerem bir nahl-i dil-cû kalmamış

 

Eylemiş der-beste dükkânın tabib-i rûzgar

Hokka-i pirûze-i gerdûnda dârû kalmamış

 

Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri

Çeşme-sâr-ı  merhamette bir içim sû kalmamış

 

Kadrin anlar yok bilir yok her dür-i sencîdenin

Çârşû-yı kâbiliyetde terâzû kalmamış

 

Ceyş-i gamdan kande etsin ilticâ ehl-i niyâz

Kal’a-i himmetde  Nabî burc-ü bârû kalmamış

                             Nâbî    


ŞAŞIRDIM KALDIM İŞTE

 Yavuz Bülent Bakiler

Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla,

Bazan sessiz sedasız, ipekten kanatlarla,

Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla,

Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla,

Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla,

Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla,

Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla,

Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla..

 

Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle,

Öldür bendeki beni, sonra dirilt kendinle,

Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle,

Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle,

Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle,

Ama her defasında geri döndüm seninle,

Hangi düğüm çözülür, nazla, sitemle, kinle?

Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle..

 

Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?

Bazan kızkardeşimsin, bazan öpöz annemsin,

Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin,

Eksilmeyen çilemsin,

Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin,

Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin,

Çaresizim, çaremsin.

Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?

 


GEÇİLMEZ

 Necip Fazıl KISAKÜREK.
.
GEÇİLMEZ

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez. 

İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez. 

Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez. 

Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez. 

Kayalıklı boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez. 

Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhavâ;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.

MİLLÎ SECİYYE


Ahmet ŞAHİN
.
.
.

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de!
Yahya Kemal Beyatlı

Gönlü aydınlık olanlara ne mutlu… Aydınlığı, ilâhî kaynağın sönmez ışığından alarak görebilen nasipli gönüller, her an bütün karanlıkları bir bir delip geçebilirler. Çünkü bu aydınlık, bilinenin dışında, bütün zamân ve mekânı çepeçevre kuşatan bir aydınlıktır. Malik’ül Mülk olan Yüce Allah (Celle Celâlühû) bir nûr püskürüşü ile şuâlarını halkalar halinde mâsivâ’ya gönderir. Böyle bir menzile kenetli gönüller, Mutlak Zât’ın kendisi ile yine kendisine “mutlak aşk” tecellisince ve Allah Resûlü’ne(Sellallahû-Aleyhivesellem) uzanan velâyet yolu ile “hem-hâl” olabilme, bilme-bildirme (alıcı-verici) bakımından beşer üstü bir irtifâ kaynağından besleniyor olmaları hasebiyle daha bir bahtiyar olmalıdırlar. Böylesine “şaşmaz mihmandarları” olan bir cemiyetin, toplumun ve nihâyet bütün bunları millî sînesinde barındıran bir milletin yücelmesi ve beşeriyetin akışına yön vermesi de çok tabiîdir. Bu sebepledir ki; her vesile ile iftihâr ettiğimiz ve mensubu olmaktan büyük şeref duyduğumuz asîl Türk Milleti’nin; millî karakterinde ve öz cevherinde nakşolunmuş, böyle asîlâne bir imtizâc, bir sevk ve idâre etme kâbiliyeti (liyâkati) esâsen hep var olmuştur.

Târihin değişmez hükmüdür: “Rü’yâ’sı olmayan milletlerin gelecekleri de olamaz.” Hakîkate ve yalnız hakîkate bağlı büyük hayâller kuranlar, hiçbir zaman “çürük ipliğe boş hülya” dizmez ve kendileriyle birlikte milletlerini de felâkete sürüklemezler. Milletlerine o büyük rüyâ’yı gördürenler, arşa kanatlı hayâlleri kurduranlar ise, o milletlerin yetiştirdiği “ölümsüz kahramanları”dır.

Kahramanlar, cemiyetin ana rahminde ve kadîm tarihin şahitliğinde “dev sancılarla” doğar, büyür, gelişir ve o cemiyetin aslî mânevîyesini; “maya çanağını” meydana getirirler. Yani ki onlar; imân, inânç, mefkûre, ideal ve ülküleriyle; üzüntüleri, kederleri, gamları, tasaları ve hüzünleriyle; neş’eleri, sevinçleri, şevkleri ve aşklarıyla o cemiyetin “hem-dem-i”, yâni “dili bir, gönlü bir, imânı bir” erdemli insanları olurlar. Onlardan beklenen târihî vazife de; beşerin zamân zamân insana insanlığını unutturan o menhûs, paslanmış ve taşlaşmış vicdânını; hastalıklı rûhunu tedâvî etmeye memur bir millî seciyye ve millî dâvâ ahlâkını parıldatıcı asîllikte bir erdemlilik kavrayış ve anlayışını, bütün insanlığa hâkim kılmaktır.

Kahraman, deruhte ettiği vazîfenin mes’ûliyetini müdrik insandır. Hangi vazîfeyi îfâ ediyor olursa olsun, onu en mükemmel şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Aziz Vatan Şâiri Orhan Şaik Gökyay’ın ifâdesiyle kahraman:
“İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir!”(1)
yahut Hüseyin Nihal Atsız’ın tarifinde kahramanlık:
“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir…”(2)

İnâncı uğruna hiç tereddüt etmeden seve seve şehâdet şerbetini içmek, kan ve can vererek vatanseverliğin altın destanını celâdetle yazmak, Türk’ün kahramanlığının şanındandır. Meselâ, Gönül ve Kılıç Fâtihi Horasan Erleri, Battal Gâzîler, Selâhaddin Eyyûbîler, Alp Arslanlar, Ertuğrul Gâzîler, Osman Gâzîler, Murad Hüdâvendigârlar, Yıldırımlar, Dânişmend Gâzîler, Fâtihler, Kânûnîler, Yavuzlar, Barbaroslar böyledir.

Şâir ve Yazar İsa Yar haldaşımızın:

“Senin de diyecek sözün olmalı;
Huzûra duracak yüzün olmalı!
Gönlünde bir parça hüzün olmalı,
Kendini kendinden kurtar, öyle gel…

Kendini kendinden kurtar, öyle gel
Dilinde en güzel nağme, söyle gel
Geleceksen dostum, bana böyle gel
Hem-dem olanlara ben yar olurum.

Hem-dem olanlara ben yar olurum.
Zannetme küserim, ağyar olurum.
Gurbetten sılaya diyar olurum
Bir kutlu sefere çıkar gibi gel…”(3)

deyişindeki dervişâne samîmî tavrın yanı sıra; nefsini hizâya çektirici, edebî olduğu kadar dinî disiplini de ihtar eden, kuşatıcı gönülden çağrısı, âdetâ bu asîl milletin rûh yapısını yansıtır mahiyettedir.

Bizim boz yeleli atının üzerinde beyaz sakallı, nûrânî çehreli, ırakları yakın eden, her darda kalışımızda imdadımıza ”hızır gibi yetişen” baş kahramanımız bir “Hızırımız” vardır… O’nun nûr, rahmet ve bereket dağıtan, huzûr ve mutluluk veren muştusu, her zaman aziz milletimizin tâlihini güldürmüştür. Bu “Hızır” motifi de ötekiler gibi Türk millî varlığının tükenmez hazînelerinden birisidir. Hızır ile bütünleşen Türk millî muhayyilesi, Misâfir ile Hızır’ı aynîleştirmiştir. Böylece Hızır sayesinde misâfirlik müessesesi de yüceltilmiştir. O kadar ki: “Her geceyi Kadir(Kadir Gecesi), her geleni Hızır bil!” Sözü, bütün Türk Dünyası’nın ortak “Atasözü” hâlinde asırlardan beri söylenir olmuştur.

Daha başka nice söz ve yazı üstâdımız vardır ki, kılıçtan keskin kalemleri ve kelâmlarıyla her birisi milletimizin irfânını yoğuran unutulmazlarımız arasında yaşatılmaktadır. Bunlardan birisi de bütün Türk Dünyası’nın ortak çarpan kalbi Nasreddin Hocamız’dır. Hocamız, yüzyıllardan beri hem güldüren, hem de düşündüren “bilge” kahramanlarımızdandır. Hocamız, esâsında tek başına bir millet gibidir. O’nun o koca kavuğunun altında muhteşem bir târihî mâzî, hâl ve âtî gizlidir. Müstesnâ târihî Türk muhayyilesi, Hızır Aleyhisselâm ile Nasreddin Hoca’nın şahsında “Derviş Gâzi, Alp-Eren ve Velî” tipini mükemmel bir şekilde bütünleştirmiştir. Hocamız fıtrî zekâsı ile dünyada bu bakımdan tektir ve başka bir misâli de zaten mevcut değildir.(4)

Şâirin, “Ezelî Rûh Orduları” olarak vasıflandırdığı mânâ orduları, geçmişte dîn-ü devlet, mülk-ü millet telâkkisini üç kıt’a ve yedi iklim’e tevârüs ettirmişlerdir. Başta Hazreti Peygamber Efendimiz’in Sancaktarı Hz. Eyyüp El-Ensârî Hazretleri olmak üzre; Hz.Ahmed-Er Rifâi ve Hz.Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî’den Mevlânâ ve Yunus Emre’ye; Dede Korkut’dan Nasreddin Hoca ve Şahı Nakşî Bendî Hazretleri’ne; Şeyh Edebâlî’den Hacı Bayramı Veli ve Emîr Sultan’a; Akşemseddin’den Molla Gürânî ve Aziz Mahmud Hüdâî’ye; Abdülhâkim Arvasî’den Mehmed Zahid Kotku ve Hüseyin Hilmi Işık’a; Ken’an Rifâî’den Süleyman Hilmi Tunahan, Muhammed Raşit Erol ve Esat Coşan Hazretlerine kadar uzanan nice Allah Dostu, Peygamber aşığı, Gönül Sultânı; Türk Ordusu’nun mânevî hassa’sını meydana getirmişlerdir. Gazâ ordusu mânâ ordusu ile birleşince “dünya atlarımızın nalları altında” ezilmiştir. Böylece nice zâlimin tahtı devrilmiş, insanlığa adâlet, huzûr ve sükûn gelmiştir.

Destan Şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun:
“Bir tufan koptu Asya’dan,
Urum sele gark olacak!
Yeni bir imân çağının,
Mücdecisi Şark olacak!

Alplar, Erenler, Başbuğlar,
Ardınca yürüsün tuğlar…
Yedi iklim yüce dağlar,
Karış karış Türk olacak!”(5)

derken duyduğu “Alp-erence” coşkuda, mâzîde olanın şimdi de olabileceğine milletçe inanmışlığın âdetâ “Dâvûdî” bir sesle ötelerden gelen yankılanışı vardır:
“Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu,
Ardında Oğuz’un elli bin tuğu…
Andırır Altay’dan kopan bir çığı,

Budur Peygamberin övdüğü Türkler…
Ya Allah…Bismillah…Allahuekber…”
(6)

Bütün bunlar; Türk Milleti’nin niçin Hazreti Peygamber Efendimiz tarafından övüldüğünün; bu millete niçin “Cund Allah”(7) (Allah’ın Ordusu), “Ordu-Millet” denildiğinin ve Peygamber sevgisi ve muhabbetinin niçin bu ölçüde başka milletlerde bulunmadığının en güzel ifâdesidir. İşte yine deryâ içre bir âlemi daha temâşâdayız…

Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya’nın:
“O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış,
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış,

Yolları eline dolayan;
Beldeler, ülkeler avlayan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.

Zembereğini kuran
Onlarmış dünyanın…
Onlar ki kurt doğuran
Obaların kanındanmış.

Ve zaferler getiren atların
Nalları altındanmış.”(10)

mısrâlarında hakîkî ifâdesini bulan ve bir zamânlar âleme nizâm veren Ordu;

“Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan atîyim.”(9)
diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın, mâzî’nin yakıcı hasretinin heyecâniyle işaret ettiği: “Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu”nun şanlı Ordusu; “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” Canhıraş haykırışıyla; milletimizin târihî sînesinden kopup gelen engin hissiyâta tercüman olan Millî Şâirimiz Mehmmed Âkif Ersoy’un, kıyâmete kadar okunacak İstiklâl Marşımızı ithâf ettiği Kahraman Ordu; Türk Edebiyatı’nın Sultânü’ş-Şuarâ’sı (Şâirler Sultânı) Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in:

“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: Allah bir!.. ”(10)

diyerek, esrârını: “Atlas sedirinde mâverâ dede”den sorduğu Ordu işte bu târihî Türk Ordu’sudur…

Bizim, başka milletlere hiç benzemeyen bir târih hercü-merci içerisinde geçirmiş olduğumuz çok uzun bir kader mâcerâmız vardır. Târihin akışındaki o muazzam hareketlilik, bir nizâm ve intizâm dâhilinde devam edip gitmiştir. Türk Millî Seciyye’si, işte böylesi bir ahlâk, edep, savlet ve “Devlet-i Ebed-Müddet” anlayışının beşer üzerinde bıraktığı tesirin tezahürüdür. Türk Edebiyatı’nın büyük şâiri Yahya Kemal Beyatlı:

“Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;
Bende bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cûmhura bakarken şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!..”(11)
derken çok mes’ûddur.

Zîra o, bu târihî akıştaki hayat tarzıyla aynîyet arz eden husûsiyetleri keşfeden önemli şâirlerimizden birisidir.

DİP NOTLAR:
Rıza Akdemir, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi; Orhan Şaik Gökyay, Bu Vatan Kimin? s.141; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ,Ank-1991
Atsız; Yolların Sonu, Kahramanlık, s.46; Ötüken yayınları, 5’nci Basım, İstanbul 1977
İsa Yar, Gel Şiiri; 02 Kasım 2003 Tarihli Türkiye Gazetesi-İstanbul
Düşüşümüzde, Hocamızın bir tek engin dehâsının binde-biri kabilinden “bindiği dalı kesen” mizâhî ihtarını her devir idarecileri ciddiye almış olsaydı, acaba bunca felâkete duçar olur mu idik? Veyahut; milletçe yeniden silkiniş, titreyiş ve kendimize gelişimizde, Hocamızın asırlar öncesinden tuttuğu ışıktan nasıl istifade edebiliriz?..
Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri; Cilt 2, N.Y. Gençosmanoğlu, Malazgirt Destanı s.603-604; Dergâh Yay. 4’ncü Bask.İstan.-1984
Rıza Akdemir, a.g.e; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu. Malazgirt Marşı s. 129; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları -Ankara 1991
Prof.Dr.Osman Turan, Türkler Anadolu’da; s.23; Hareket Yayınları, 1’nci Baskı, İstanbul-1973
Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor; Destan s.7; Ötüken Yayınevi 1977-İstanbul
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati-Misalli Büyük Türkçe Sözlük; “Harâbâtî” Maddesi 2’nci Cilt s.1178; Birinci Baskı İstanbul-2005
Necip Fazıl Kısakürek, Çile; Sakarya Türküsü s.399; Büyük Doğu yayınları 13. Basım 1987-İstanbul
Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz; Süleymâniye’de Bayram Sabahı, s.11; Yahya Kemal Enstitüsü Yayımları, 5’nci Basılış 1974-İst.
 

Fenci Zeki Bey


.
.
.

“Fenci” kelimesi ilkin bir fen memurunun intibaını uyandırabilir sizde. Kim bilir belki de belediye fen işleri ile alakadar bir kişiyi. İş öğretmenliğe gelince bütün belirsizlik kalkar ortadan ve bir fen bilgisi öğretmeni tasavvuru kurarsınız tastamam.

Fenci Zeki Bey bu tasavvurların dışında bir Fenci. Zaten o yüzden de böyle bir köşe yazısında bahsetmek istedik ondan. Kaldıraçların, kurbağa solunumlarının, atomların, yerçekimlerinin dışına çıkmış yahut hepsinden daha fazla edebiyatın çekimine uğramış bir güzide insan.

Zannediyorum ona “fenci” denmesinin sebebi de bu. Hani el altından “Abi ayıp oluyor! Sen fencisin yahu!” gibisinden bir uyarı çekme sadedinde anlayacağınız. Bazı kaynaklara göre de ona bu lakabı Ahmet Şahin Bey münasip görmüş:

Bir gün Küllük’te Ahmet Şahin Bey, hâlihazırdaki edebiyat dergilerine gayet derecede sinirli iken, ahali gazaba mucib olma endişesi taşıyor iken eline bir dergi alıp demiştir ki: Efendim görüyorsunuz, bu dergilerin hiç birisi edebiyatla filan alakalı şeyler olmadığı gibi, bilakis tırıvırı işlerdendir. Oysa “Fenci” Zeki Bey, çıkardığı Sükût dergisi ile bu işin nasıl yapılacağını göstermektedir.

Fenci Abi bu krediye hiç halel getirmeden kullanmasını bildi. Hatta üzerine daha da ağır bir yük almış say u gayret sahibi insanlar gibi bakışları daha bir derinleşti, konuşmasının yazmasının insicamı bir kat daha eskileşti.

Ama en fazla biraz daha eskileşti o kadar. Hakikatte Fenci Abi, o kadar kolay değiştirilecek kadar hafifmeşrep bir adam değildir. Beni de en çok kendisine çeken onun bu yönüdür.

Sabahtan akşama, akşamdan sabaha ayrı ayrı karakter kesilmenin, beğenilen şarkıcı türkücüler gibi saç sakal edinmenin, seyredilen dizilerdeki tuhaf adamlar yahut kadınlar cinsinden konuşmanın yürümenin aşikâr olduğu bir zamanda Fenci Abi’nin hiç birine eyvallahı olmaması gayet derecede mühimdir. O, kimselere benzemeye çalışmaz. Sokaklarda dalgın fikirlerinin arasında yürümeyi, bir köşede şiirinin bir beytini düşürmeyi daha makbul saydığından etrafı görecek hali de pek yoktur zaten.

Bu sebeple de ben onu Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu zamana kaybolup gelmiş bir kahramanı gibi görürüm. Öyle şaşmaz ölçüleri vardır Fenci Abi’nin. Fahim Bey gibi kimselerin ne olduğunu kestiremediği dosyalar kesip doldurur, Ali Nizami Bey gibi müstesna zevkler edinir, ‘Çamlıca’daki Enişte’ gibi kendi içindeki kayıp zamanlarda kaybolur, sırrolur.

Neden Fenci Abi Büyükada’da yahut Rumelihisarı civarında bir köşkte doğmamıştır? Öyle bir duruşu vardır ki, siz sanırsınız oralardan bu uzak yerlere gizli bir derdin peşinden gelmiş ve bir daha da dönememiştir.

Her zaman böylesine içli ve suskun değildir tabiî ki Fenci Abi. Hele bir keyiflenir de konuşmaya başlarsa susması için ancak ve ancak Mustafa Şıvgın telefon etmesi iktiza eder. İstidradî konuşur çünkü. Anlattığı konunun tam anlaşılabilmesi için anlatılan olayın içinde geçen bütün ana ve yardımcı kahramanın gelmişlerini geçmişlerini bir nessab titizliğiyle döker. Şeceresini sayar. Onun kahramanları tıpkı Topkapı sarayının odaları gibi hep bir başkasına açılır. Herkes öyle bir odada takılır kalır ki bir müddet sonra hiç kimse birbirini bulamaz.

İşin garibi bütün konuşmalarında Fenci Abi şaşmaz dikkatiyle ilk kaldığı yerden konuyu bağlamayı becerir. İşte bu aralık ilk elden İslam Hoca’nın sesi işitilir:

-El’an öyledir Fenci Abi, benim çocuklar vardı. Benim onları almam lazım. Hadi bana müsaade.Bu konuşmaların en titiz dinleyicisi Hüseyin Yıldıran’dır. Bir ayağını peykeye koymuş, sırtını duvara vermiş, şapkasını başından fırlayacakmış kadar havaya kaldırmış ve avucunun içini Audrey Hepburn gibi havaya kaldırarak cıgarasını çerkerken konu hakkında; ama konuyla uzaktan yakından alakası olmayan bir soru sorar ve Küllük’te zaman devam eder.           

Fenci Abi’de kim neyi görür bilinmez; lakin ben onda çok evvelleri kaybettiğimiz geçmiş zaman insanlarının şaşmaz itiyatlarını bulurum ve öylece de severim vesselam.

Fatih ORDU